***

Bireyin özgür ve bağımsız olmasının önemine, olmaması halinde var olan risklere değindiğimiz ilk yazımızdan sonra yazı dizimizin bu parçasında kendimizi tanımak üzerinde duracağız. 

***

Kişisel bir gelişimin söz konusu olabilmesi için bireyin kendini tanıması, potansiyelini keşfetmesi ve değerlerine uygun bir şekilde potansiyelini açığa çıkarıyor olması gerekir. Kendimizi tanımadan ve değerlerimizden kopuk ilerleme çabaları, yaşadığımız yüzyılın kanayan en büyük yaralarından biridir. 

Sürekli yeni bir şeylerle kendini meşgul etmek için acelesi olan ve andan alması / öğrenmesi gerekenler için duramayan,

Hayatındaki bu meşguliyet ve acelenin nedenlerini, ucu daha çok sahip olmak ve daha çok tüketmeye dayanan gerekçelerle açıklayan,

Tabiata, canlılara ve insan ilişkilerine de bu sahip olma itkisi ile yaklaşıp onları da bir öğrenme vesilesi olarak kabul etmek yerine tüketen, 

Üretimi biriken edinimler ve etiketler sanan, statü müptelası,

Paylaşımı, başkalarının ihtiyaçlarına da önem vermeyi / saygı duymayı unutan ve narsisizme çanak tutan,

Ve sonunda hayatlarında anlık heveslerden öteye tatmin sağlayamayan bizler / bizlerden olanlar / bizim dönemimizin insanlığı.

İçimizdeki pusulaya dokunamıyor isek güvenlik arayışına takılı kalırız. Güvenlik ihtiyacını belli şeylere sahip olarak, bir statü taşıyarak, bir sınıfın üyesi olarak gidermeye, onay almaya, kabullenilmeye çalışırız. Elbette bu gerçek bir aidiyet ve güvenlik hissi sağlanamayacağından, bu ihtiyaca karşılık gelen içimizdeki boşluğu, “hayat şartları”, “normlar”, “çoğunluk”, “ama herkes” savunmaları ve yalnız kalma korkularından tetiklenen kuru kalabalıklarla ile doldurmaya çalışırız.  

Kendimizi tanımaya, bizi oluşturan yaratımın farkına varmakla başlayabiliriz. Her yazımızda altını çizdiğim gibi tanımadığımızı geliştirmek ya da dinamiklerini anlamadığımızın performansını ölçmek mümkün değildir. Günümüzde teknoloji ve bilimde bu kadar hızla ilerlediğimiz halde, kişisel gelişimde çıkan bu kadar yeni konsept ve araca rağmen insanlığın aynı atağı yapamamasının nedeni öz farkındalığın ve bütünün yakalanamamasıdır. Tekrar tekrar kendini tanımak, gerçek olmak, otantiklik ve birlik üzerinde duruşumuzun sebebi budur.

Varoluşu, hayatın anlam ve amacını bizlere anlatan öğretilerin çoğunluğu bireyi; ruh, beden ve akıl gibi parçalara bölerek inceleyip bütüne ulaşır. (Yine burada 4. Parça olarak kalbi tanıtan öğretilerin bu ayrıma neden gittiğine ya da “bütünü mü önce incelemeli parçayı mı” derinliklerine inmeyeceğim. Zira tüm bunları kenara bırakıp bir şekilde kendimizi tanımaya başlamamız, beynimizde “o mu doğru? Bu mu doğru” diye teoriyi evirip çevirip durmamızdan daha yararlıdır.) 

Bedenin; akıl ve ruha oranla anlaşılması, görülüyor olması nedeni ile daha kolaydır. Kendimizi incelemeye, tanımaya, hissetmeye bu nedenle öncelikle oradan başlayabiliriz. Tanrı’nın ruhumuzu dünyevi olana açtığı, hayat amacımızı evrene elle tutulur bir şekilde sergileyebilmemizi sağlayan parçamız olan bedenimizin, bir bebeğin dünyaya gelmesini beklemiş ya da incelemiş iseniz nasıl kusursuz bir yaratılış olduğuna tüm tüyleriniz havada tanıklık etmişsinizdir. Henüz sansınız olmadı ise hafta hafta gebelik videolarını izleminizi ısrarla tavsiye ederim.

Farkında olsak da olmasak da sorumluluğunu taşıdığımız kocaman bir bedenimiz var. 50 milyonu her saniye yenilenen 100 trilyon hücreden, doğduktan sonra 270 iken yetişkinliğe kadar 207’ye düşen kemiklerden, ortalama 640 kastan, 16 organdan ve %60’i su olan bir yapıdan bahsediyoruz.

Bedenimizle ilişkimizin, ona verdiğimiz sevgi ve ilginin kendimizle olan ilişkimizde elbette ki büyük önemi var. Bedensel beş hissimizden tecrübe edebildiklerimizin farkında olmak ve buna şükran duymak iyi bir başlangıç olabilir.  Japon araştırmacı Dr. Masaru Emato’nun su kristallerinin pozitif ve negatif düşünceler üzerlerine yönlendirildiğinde nasıl şekillendiklerine dair deneyini okumuşsunuzdur, %60imiz su iken hala bedenimizle iletişim ve varlığına şükretmek size gereksiz mi görünüyor? 

Ve sanki hep yaratıldığı haliyle kalacakmış gibi şükretmek bir yana dursun bu yapıyı tanımadan bir de hoyrat kullanışımız vardır. İnsanlığa yaptığımız en büyük zülüm, bizzat kendi varlığımıza yaptıklarımızdır.

Ağzımıza itiştirdiğimiz işlenmiş ve ağır gıdalar,

Madde, sigara, alkol, şeker tüketimi,

Organlarımızı saran ve giderek artan yağ tabakaları,

Televizyon ve elektronik eşyalar başında hareketsiz ve iskelet yapısını zedeleyerek geçirilen vakitler,

Her geçen gün doğadan daha da çok kopan yaşam alanları,

Yetmeyen, beslemeyen, vücudun doğasına aykırı uyku saatleri ve/veya beslenme düzenleri,

Sağa sola savurduğumuz vücudun limitli enerjisi,

Trendlere uydurmak için kesip biçtiğimiz dokularımız, organlarımız,

Hızlandırılmış devamlılığı sağlanamayan sporlar, diyetler. 

Bir öğretmenim derdi ki “Çok fark yoktur, insanların doğaya ne yaptığına bir bakın ve bir de kendilerine ne yaptıklarına bakın. Farklı gibi görünür, değildir.” Ne kadar da yerinde bir söylem. Çok uzaklara gitmeye gerek yok, önce kendimize bakalım, kendi bedenimize kendimizin ne yaptığına, ne kadar takdir ettiğimize, ne kadar iyi baktığımıza, nelerle beslediğimize? Sonra dönelim bir de doğayla bağımızın en son nerelerde kaldığına, bireysel düzeyde doğayla nasıl bir ilişkimiz olduğuna, ona saygımıza, ona bakma şeklimize, onu besleme şeklimize? Nasıl, çok da fark yok, değil mi?

Şimdi, elimizi orada sürekli atan ve bizi besleyen kalbimizin üzerine koyalım, bir sure ritmi ve mücadeleyi dinleyelim. Bugün hemen şimdi, onun için hayatımızda köklü ve sürdürülebilir bir değişiklik yapmamız gerekiyor mu? Kendimize dürüst olalım, kendimiz önce gerçek olalım; gerekiyor mu? Tüm beden sağlığınızı etkileyecek bu değişiklik gerçekleştiğinde, nasıl bir hayatınız olurdu? Şu an bu değişikliği hayata geçirmeniz için yapmanız gereken ilk şey nedir? Onu bugün yapabilir misiniz? Haydi, kendimize bu merhameti, bu farkındalığı, bu lütfu verelim.

[Devam Edecek]