“BALKAN SAVAŞLARI VE HEMEN PEŞİNDEN GELEN BİRİNCİ CİHAN HARBİ” bizlerin sadece cihan hâkimiyetine değil, aynı zamanda muhteşem bir imparatorluğumuzun sonunu getirmişti ki, buna rağmen ders alamamış ve kendimize yepyeni bir sağlam yol çizememiş olmamızdan kaynaklanmış ve günümüzdeki karmaşık günlere gelinmiştir!... 
Gerçi, Gazi Hazretleri gibi emsâlsiz bir önderimiz olmuş ve fakat, ferdi ihtiras, siyasî başarı hırsları içinde, kendilerinden yeterince istifade edememiş ve ani vefatıyla da, beklenmedik bir zamanda meydana gelen idari boşluk ki, bu durum muhtelif vak’alar neticesi bir türlü düzeltilememiş ve nihayet günümüzdeki karmaşık ortamın içine kadar sürüklenmiştir. 
Günümüzdeki Parlamentomuzun yansıttığı manzara nedir? Şudur; “biri diğerine adeta düşman kesilmiş Parlamenterler ve diğer tarafta, ne yapacağını şaşırmış bir halk!...”
Gün geçmiyor ki, cinayet işlenmesin, gün geçmiyor ki, muhtelif kazalarda insanlarımız ölmesin, gün geçmiyor ki, bir akılsız eşi veya eski eşini doğramış olmasın ve gün geçmiyor ki, yüksek tahsil gençliği yek diğerini düşman belleyip, saldırmasın ve, ve... 
Bütün bu karmaşık ortamı istemeyerek de olsa sağlayan Parlamentomuz mensuplarıdır. Zira, birbirleriyle öylesine bir boğuşmaya girişmişlerdir ki, çevrelerini göremez hâle düşmüş ve böylece meydana gelmiş bulunan otorite boşluğu böylesi nahoş ortamlar doğmasında birinci derecede rol oynamaktadır!.. 
Peki, bu vahim durum niçin düzeltilememektedir ve de düzeltilebilmesi için herhangi bir çare yok mudur?... Yoktur! Zira biz, yanlışları düzeltmekte değil, yanlışlara yanlışlar katmakta ustayız da ondan! 
Düşünün, bu çilekeş millet, iki uğursuz savaş ve bir İmparatorluğun çöküşünü bizzat görüş yaşamış ve fakat, buna rağmen hemen hiç bir surette geçirdiği o müthiş felâketlerden olsun, ders almasını bilememiştir. 
Bu niçin böyledir? Böyledir çünkü, bizlere sadece zaferleri anmak öğretilmiş, felâketlerin sözü dahi edilmemiştir. Halbuki milletlerin tarihleri inişli, çıkışlıdır ve inişleri hakkında bilgisi olmayan milletler, yarınlarına sağlam adımlar atamaz!.. 
Ne acıdır ki, bazı önemli kişilerin, adları lekelenmesin diye, çoğu zaman tarihimiz dahi tahrif edilebilmiştir ve bunun böylesi zavallılıklarla örtbas edilebilmiş nice hatalarla doludur!... 
Meselâ, “Sarıkamış Şehitleri” anılır da, o dehşetengiz felâketin müsebbipleri veya müsebipi pek dikkatlere çekilmez!... Böylesi şartlar altında tarihin gerçeklerini kısmen olsun öğrenebilmeye imkân kalır mı, hiç sanmıyorum!..
Hangi millet olursa olsun. Bir milletin övünülecek yanları ile, ders alabileceği yanlışları da muhakkak ki vardır. Dolayısıyla her daim terazinin tek bir kefesine bakmak ve baktırmak, ülke insanını yanlış değerlendirmelere sürükler ve böyle bir durumdan da hayır gelmez. Nitekim gelmemiştir de!... 
Bakıyorum da bazı Yazarlar köşelerinde ahkâm keserken, ABD’nin Orta-Doğu konusunda “Türkiye ve Mısır” üzerinde durmakta ve ABD’nin takip ettiği politikaya uygun olanını seçme durumunda imiş?.. 
Böyle bir ortamı kabullenmek, ABD çıkarlarına göre, hareket etmek, ülkemizin iç ve dış siyasetinde bağımsız olmadığını açıklıkla meydana koyar ve devlet olarak hür olmadığını ortaya koyar. Böyle bir durumda Türkiye’nin kendi başına hareket edemediği için, zaman içinde kendi “millî menfaatlerine” ters düşebilecek ortamlara sürüklenebileceğini de unutmamak lâzımdır!.. 
Bütün bunlar, muazzam tarihimizin geçmişini bir bütün olarak ele almamız ve ona göre analiz etmemiz elzemdir inancındayım!... Çoğu meselede, Osmanlı dışlanıp, tarih olarak “siyaseten yazılmış olanlarla” kifayet edildikçe, Türkiye hiçbir zaman gerçek kimliğine kavuşamayacaktır. 
Türkiye insanı “Müslim-Gayrı Müslim” bir bütün olarak ele alınıp, ona göre değerlenmedikçe, istikrar yüzü göremeyecektir! Bu gerçeği görememenin ne yaman yanlışlara yol açacağını zaman bizlere gösterecektir. 
Her zaman söyledim, yine söylüyorum; “Bu vatan sadece Türk olanındır” inancı, Türkiye’ye hiçbir zaman fayda sağlamamıştır. Bizler istesek de istemesek de Türkiye toprakları muhteşem bir İmparatorluğun bekası olma özelliğine haizdir. Dolayısıyla, ülkemizin mensubu konumundaki hemen hiçbir ırk “bu vatan sadece benimdir” düşüncesiyle hareket edemez. Ettiği takdirde ise, nahoş durumlara başlıca sebep teşkil etmiş olur. 
Dahası, İmparatorluk tebası konumunda bulunan hemen hiçbir kavim de bir şekilde dışlanamaz. Çünkü, onun başkaca vatanı yoktur ve zaten olamaz da, zira yedi ceddi mevcut İmparatorluğun tebaası olarak ömür sürmüş ve Padişah’ından gayrı hiçbir Hükümdar tanımamış, tebaası olmamıştır. Sen, Cumhuriyet devrinde kalkmış onlara sırt dönüyor ve yok saymaya kalkışıyorsun! 
Hangi ülke olursa olsun o ülkenin insanları dinleri ayrı da olsa, bir bütündür. Bunun tersini düşünmek ise, mezkûr ülkenin düşmanlarının ekmeğine yağ sürer ve ülke içinde “ayırımcılık” hareketine güç kazandırmak için ellerinden geleni yaparlar... 
Türkiye’de bu senaryoyu sahneye koymaksa, gayet kolaydır. Çünkü, kendi tarihi hakkında sıhhatli bir bilgiye sahip bulunmayan vatandaş ise, mezkûr temsili defalarca seyretmeye hazır bir konumdadır. Zira, millet olabilme harslarının nerede başladığını, nerede bittiğini bilmekten yoksun bir ortamda yetişmiş ve de “ırkçılıkla, milliyetçiliği” ayırt edebilme kültüründen yoksun bırakılmıştır. 
ARA GÜLER VE GEÇMİŞ OLSUN DİLEKLERİNİN PERDE ARKASI!...
Dünya çapında ünlü ve foto sanatının duayeni büyük usta Ara Güler’in rahatsızlığı dolayısıyla “yoğun bakıma” alınmasından sonra medya’ya akseden haberin sadece yazılı medyada itibar görmesi ve TV’lerde adeta es geçilmiş olması ki, bu noktada yanılmış olmam ihtimali de mevcuttur zira, gözümden kaçmış olabilir!.. Ancak, daha sonra “Milliyet”te çıkan bir haberde: (Ara Güler’in durumunun iyi olduğu ve saygıdeğer Cumhurbaşkanı tarafından, Özel Kalem Müdürü Büyük Elçi Koray ertaş aracılığı ile Güler’in yakınlarına geçmiş olsun mesajı iletildiğini okuduk. “18 Ocak 2014 Cumartesi”.) 
Herhangi bir sıradan sanatçının hastalanıp, hastaneye yatırılmasını akabinde, yazılı ve görüntülü bütün medyanın ayağa kaldırılmasını her zaman görmekteyiz. Peki, Sayın Ara Güler’in bu durumda adeta geri plâna itilircesine hareket edilmesinin sebebi ne?.. Acaba Ermeni asıllı oluşu mu?... Her ne ise: büyük sanatçı, Ara Güler’e acil şifalar dilerken, Sayın Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül ile “Milliyet ve Haber-Türk” gazetelerine de sonsuz şükranlarımı sunuyorum efendim. 
SIRASI GELMİŞKEN: YENİ-KAPU’MU, BÜYÜK VLÂNGA LİMANI MI?...
Bilindiği gibi, Marmara Denizi sahilinin “Büyük Vlânga Limanı” kazılar esnasında günümüz insanına (2004) yeni, yeni arkeolojik bulgular sunmaya başlayınca, hâliyle bilim dünyamızın dikkatlerini çekmiş ve günümüze kadar sürdürülen –ki, kazılar hâlâ devam ettirilmektedir (2014) – kazı mevkiine “Yeni-Kapı” adı münasip kılınmış ki, bu doğru değildir. 
Şöyle ki, Marmara-Denizi’nin incilerinden “Yeni-Kapu” sahil semti, Osmanlı İmparatorluğu’nun “III.Mustafa Hân” döneminde, bizzat Padişah’ın iradesiyle meydana getirilmiş bir mahal olarak tarih kayıtlarına geçirilmiştir: (1760). 
Yanî, günümüzdeki kazılarla meydana çıkarılan Bizans kalıntılarının bulunduğu mahal, aslında Yeni-Kapu değil, günümüzde “Lânga” olarak bilinen, “Büyük Vlânga Limânı”dır. Bizans devrinde mezkûr mahâlde muazzam bir ticari limân mevcutmuş. Bizans’ın iki büyük ticari limanından birisi konumundaki bu limanın adı (Vlânga) tesmiye edilmiş. Haliç’de bulunan ikincisinin adı ise “Keras-Boynuz”dur. Ancak, bu kapu, daha ziyade “Eminogi-Eminönü” çevresiyle tamamlanan muazzam bir adayı kaplar. 
Tarihi kayıtlardan da anlaşılabileceği gibi, “Eremya Çelebi” devrinde muazzam bir bostan olarak bilinen Vlânga, Bizans İmparatorluğu’nun kuruluşundan itibaren mevcutmuş. İlk “Thodosisos” Limânı ve bilahare, “Elefterios” yanî “Vlânga Limânı” olarak temsiyle edilmiş. Mezkûr Limânın “Büyük Konstantin” döneminde beri mevcut olduğu, Bizanslı tarihçilerin kayıtlarında da görülebilmektedir. Mezkûr adın resmen kullanılmaya başlanması ise, XIII. asırdır. 
Bilhassa “Ticaret Gemileri”nin yanaştığı ve boşalttıkları erzakın, Vlânga Limânı Caddesinden günümüzdeki Aksaray mahaline taşınarak, oradan bütün Konstantiniyye’ye dağıtılırmış. 
Zamanla eski rağbetini yitiren bu limân, bakımsızlığa uğraması sebebiyle, “Lycus-Bayrampaşa Deresi”nden gelen kum ve çakıllarla dolmuş ve mezkur bölgedeki sakinler, o bölgeyi “muazzam bir Bostan olarak” değerlendirmek istemişler ve böylece muazzam bir Bostan’a çevrilmiş. 
Mevzubahis Limânın Deniz tarafı; merkezinde demir parmaklıklar döşenerek, yekdiğerine bağlanan iki emniyet kulesi, “Deniz-Korsanlarına” karşı sahil çevresini koruyan askerlere üs olması sağlanmış. 
Görülüyor ki, Büyük Vlânga Limanı ve ona bağlı mahallere Yeni-Kapu adını koymak kadar güldürücü bir yanlış olamaz!... Zira, Bizans döneminde ve Osmanlı’nın ilk yıllarında “Yeni-Kapu” adıyla bilinen bir semt mevcut değildi. Çünkü, Yeni-Kapu’nun bulunduğu mahal o dönemlerde doğrudan denizdi. 
Meşhur ve tarihi “Yeni-Kapu” semtinin günümüz insanı için (2014 Ocak) sıradan bir mahal olmaktan gayrı hemen hiçbir kıymet ifade etmediği bir meçhul değildir. Çünkü, o tarihi sahil semtinin kendine has özelliklerini taşıyan herhangi bir kalıntı mevcut değildir. 
Osmanlı-Ermenilerinin yetiştirdiği en büyük devlet adamlarından Merhum, Bezciyan Amira’nın doğup büyüdüğü bu istisnai sahil semti, benim çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda dahi kendine has özelliklerinin büyük bir kısmını benliğinde taşıyabilme imkânlarına haizdi. 
Çayhaneleri, içkili gazinoları, yazlık-sinemaları ve meşhur mesire sandalları ile, gerçekten bahse değer bir sahil mesiresi idi. Ne var ki, 1957 İstanbul istimlak hareketi ile kör kazmaların kurbanı olup gitti!... 
Bahsini ettiğim bu tarihi semt; bütün dünya’nın bir tabii akvaryum olarak görüp, kabullendiği Marmara-Denizi’nin nadide incilerinin başta gelenlerindendi.
Bu meşhur ve tarihi semtin, mezkûr adı nasıl aldığı, konusuna geçmeden, esas sebeplerini dikkate alarak, siz değerli okuyucularıma sunmayı, “millî bir borç” addetmekteyim. Zira, vak’a’nın zuhuru herhangi bir kavimin, öncelik istemesinden ziyade; bir İmparatorluğu yoklara gönderebilme gayretinin stratejik plânına bağlıdır!... 
Dolayısıyla bizim bu konuda aydınlatıcı bilgiler aktarmamız elzemdir. Çünkü, bizim insanımız, kendi ülkesi hakkında pek cüzi bir bilgiye sahiptir. Zira, devleti idare edenler, onlara detaylı bilgi aktarmayı lüzumsuz bulmuş ve de ülke insanının böylece cahil kalmasına sebep olmuşlardır. 
İttihatçılar gibi, kör inat basiretsizler, İngilizler gibi doymak bilmez basiretsiz emperyalistler, olduğu müddetçe bu acı kader asla ve asla düzelmeyecektir!.. 
Zira, bizler mezkûr vak’alar bahsinde: “Dost ve Düşman” esasları üzerinde hadiseleri değerlendirdiğimizden, ortada kala, kala düşmanlarımız ve bir de biz mağdurlar kalmaktadır. 
Böylesi karmaşık şartlar altında, meselelere sıhhatli bir ortam içinde bakabilmeye gerçekten imkân yoktu!... Ve böylesi imkânsızlıklara rağmen, ayakta kalınabilmiş ise, ne mutlu o acı ve çilekeş günlerin insanlarına!... 
Bazılarının kelleleri gider veya şan ve şereflerine leke sürülür inancıyla hareket edilmesi; nice vatan evlâdımızın nahak yere muhtelif cephelerde şehit olmasına sebep olunmuş ve bilhassa “Sarı-kamış Faciası” en korkuncu olarak hafızalarımıza nakşedilmiştir!.. 
Edilmeye edilmiştir de, sadece “Türk kahramanlığı ile Türk zaferleri” üzerinde durulmuştur!.. Kaldı ki, mezkûr savaşlarda bu aziz vatan uğruna canını vermekten kaçınmamış olan, sadece Türk insanı değil, Osmanlı tebaası, hemen her kavim üzerine düşen görevi, canı ve kanı bahsine, korumuştur!... 
Saygıdeğer okuyucularım, mezkûr  tefrikamın ikinci bölümünde bütün bu hususları bir, bir okuyacak ve bizlerin nasıl böylesi durumlara düşmüş olduğumuzu hayretler içinde göreceksiniz!... 
İnşallah yeni bölümde buluşabilmek umudu ile cümlenize hayırlı yarınlar diliyorum efendim.