Hindistan, çocukluğumdan beri beni çağıran bir ülkeydi, ertelenmiş yolculuktu benim için, kendime yolculuğumla kesişti zamanları.

“Beni çağıran bir ülkeydi” dediğimde, uluslararası çalıştığı için dünyayı gezmiş bir iş kadına göre kulağa normalmiş gibi gelebilir. Oysa, ben, anne baba tarafı yedi göbekten Denizli’nin güzel ilçesi Çal’danım. Ben beş yaşındayken 1 saat uzaklıktaki Denizli merkeze taşındığımızda, bir süre memleket hasreti çektiğimizi hatırlatırım. Üniversite yıllarımda, İzmir’e taşınmamız ise babam için tam bir sürgün hayatı idi ki düşünün İzmir gibi bir yaşam harikasından bahsediyoruz. İşte böyle memleket tutkunu bir ailede evlenene kadar yaşamış bir ferdin, Hindistan gibi hiç alakasının olmadığı bir ülkeye çağrılmasından söz ettiğimizin altını çizmek isterim. Dilerseniz mistik bir çağrı deyin, dilerseniz komik, dilerseniz de “sırtın(!) açıkta kalmıştır” …

“Hindistan’a gidiyorum” diyebildiğim yıl, hayatımdaki her şeyi durdurma kararı aldığım yıldı. Hani filmlerde izleyip kitaplarda okuduğumuz, üzerine bir şeyler ekleniyordur tamamen gerçek olamaz dedirten türden. Ruhum dolu doluydu biriktirdiklerimle, ömrümde ilk defa bugünden geriye doğru baktığımda “aslanım Senem” dediğim bir yıldı, günahıyla sevabıyla. “Helal olsun kadın sana, sen ne harbi kadınsın ne güçlüsün. Ama be yavrum ne çok erteledin ne çok hırpaladın kendini, erteleme ve hırpalama! Kızın için, tüm kadınlar için, tüm kız kardeşlerin için.”

Kadın kendini keşfetmekte hep gecikir. Önceleri sanırdım ki kadınlar, az gelişmiş ülkelerde, fakir ailelerde olanaksızlıklardan gelişemez. Sonraları gördüm ki kadın 5 üniversite de bitirse dünyaları alacak gücü de sahip olsa, 2 şirket de yönetse, 70 yaşına da gelse gelişmek bunlardan çok farklı bir şey demek. Bizlerin, gelişmek için bizlere anlatıla gelen sınırlandırmalardan ve yargılardan sıyrılmamız, cesaret göstermemiz, ikna olmamız, denememiz, hata yapma iznini kendimize verebilmemiz gerekiyor ve daha bir sürü şey.

Hindistan’da nereye gideceğine karar vermek de pek kolay değil, tanıtımlarında boşuna demiyorlar Hindistan inanılmaz/şaşırtıcı Hindistan; görülecek bir dolu yer var! Rishikesh’i seçtim. Rishikesh, Sanskritçede ‘Duyuların Tanrısı’ anlamına geliyormuş. Şehir, ‘Yoganın Başkenti’ ve ‘Dervişler Şehri’ olarak da anılmakta. Şehirde birçok inziva evi, nefsini sınamak isteyen misafirlerini konuk ediyor, dünyanın her yerinden her çeşit turist çekiyor olması nedeniyle de ziyaretçilere sundukları olanaklar çeşitlilik göstermeye başlamış. Sadece yerde bir şilte ile tanımadığın başka bir konukla odanı paylaştığın, klima ve televizyonun olmadığı odalar olduğu gibi, her tür lükse sahip otel odaları da mevcut. Ben yolculuğuma kızımla çıktığım ve kendisi o zaman henüz 8 yaşında olduğu için bir otel tercih ettim. Ganj’in kıyısında, Ganga Kinare adında inziva evlerinin olduğu merkezden biraz uzakta bir oteldi.

Dubai’den Delhi’ye, Delhi’den Dehradun’a uçtuk. Aracımızın, bizi havaalanından almasıyla yarım saatlik yolculuğumuz başladı. 2 yönlü akan bir köy yolu düşünün ama şerit yok ve yol dörtlü akıyor üstelik çok fazla sayıda motosikletli ve bisikletli var ve bunları da bu dörtlüden saymıyorum, ahenkli akıyorlar, hiçbir kazaya tanık olmadım. Ama muazzam bir gürültü, sürekli eller, kollar, bağırmalar, pür dikkat istiyor, dilinden anlamanı istiyor. Bir süre sonra curcunaya ya kulaklarımız alıştı ya merkezden uzaklaştık, bilemiyorum, duymaz olduk.

“İnsanlar Hindistan’ın ne kadar günahını almışlar, nerede pislik, nerede koku?” dedi kızım, temiz ve soğuk havayı ciğerlerine çekerken.

Boylu boyunca ağaçların arasından geçtik, güneş sanki yaramaz bir çocukmuş gibi kaçıyordu bizden. Sokaklarda inekler, eşekler, domuzlar, köpekler, maymunlar hala özgürdü, beyaz adam parlak fikirleriyle sanki hala inmemişti sokaklara…

Minik minik bakkallar yananaydı, uzatsam elimi, sanki tutacaktım yine büyük dedenin bakkalındaki emzik kutusunu, rengarenk plastik emzikler, şeker tadında…

Halk tuvaletleri vardı hala sokaklarda, kapılarının yarısı vardı yarısı yoktu belli ki kendi bedeninden ya da bedeninden çıkanlardan utanmayı öğretmiyorlardı insanlara, onun yerine değerlere vakit ayırıyorlardı… Ya da belki hayat kavgası o kadar yoğundu ki vakit yoktu orayı burayı kapatmaya…

Ağaç kokuyordu, toprak, nehir, yaprak, sonbahar, kırılan dallar…

“Anne, çok güzel kokuyor değil mi” dedi kızım. Başımı salladım, gözlerim doldu ve heyecanla.

Az ilerde nehir yataklarında oyun oynayan kir içinde ama mutlu çocuklar…

Barakalardan evler, penceresiz, kapısız, derme çatma, gülen, bağıran, asık, durgun, yorgun, dalgın, suratlar…

İşte burası beni çağıran Hindistan, ben geldim Rishikesh ben geldim Ganga Ana…

-Devam edecek-