‘Hicret olmasaydı, bugün din-i mübîn-i İslâm’ın bizlere kadar intikali mümkün olabilir miydi?’
Oğuz ÇETİNOĞLU
Yazarlarımızdan OĞUZ ÇETİNOĞLU ile yaptığı röportajda
Prof. Dr. HASAN ELİK,
İslam tarihinin en önemli olayı HİCRET hakkında bilgi verdi.
GİRİŞ:
17 Temmuz 0622 tarihi, İslam tarihinde önemli bir gündür. Bu tarih, Hazret-i Muhammed (sav) Efendimizin, Mekke’den Medine’ye hicret ettikleri gündür. Uzun yıllar İslâm âleminde kullanılan Hicrî Takvim’in başlangıcıdır.
Müşriklerin zulümleri yüzünden Mekke’de Müslümanlar barınamaz hâle gelmişlerdi. Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.s.) ve Müslümanların Medine’ye hicret etmeleri gerekti.
Mekke’nin fethine kadar geçen süre içinde, dini uğruna, evini-barkını, malını-mülkünü, âilesini, kabîlesini, akrabasını, bütün maddî varlığını Mekke’de bırakarak Rasûlullah (s.a.s.)’in müsâadesiyle Medine’ye göç eden Mekke’li Müslümanlara ‘Muhâcirûn – göç edenler’ denilmektedir. Hicret olayı çok zor şartlarda gerçekleşti. Gerek Mekke’den ayrılışları sırasında gerekse yolda, müşrikler Müslümanlara ve Peygamber Efendimize saldırdılar, öldürmek istediler. Ancak Hicret; Müslümanların kurtuluşa ermelerine, İslamiyet’in yayılmasına imkân sağlamak gibi hayırlı sonuçlar doğurdu. Müslümanlar müşriklerin zulüm ve baskılarından kurtuldu. İslâm’ın yayılması önündeki engeller kalktı. Medine’de İslam Devleti’nin temelleri atıldı. Böylece İslâm inkılâbının başlangıcı oldu. Bu itibârla olaydan 17 yıl sonra, Hz. Ömer’in hilâfeti esnâsında Hz. Peygamber (sav)’in hicret ettiği yılın 1 Muharrem’i olan 17 Temmuz 622 tarihi, Hicrî-Kamerî Takvim için ‘takvim başlangıcı’ olarak kabûl edildi.
Hicret kavramı, tasavvuf alanında da derin mânâlar ihtiva etmektedir.
Hicret edenler, inançları uğruna; dünyevî değer olarak neleri varsa hepsinden vazgeçmişlerdir. İslam adına katlanılması gereken her türlü sıkıntıyı, İslam tarihinde ilk defa en ağır şekilde göğüslemişler, sonraki nesillere örnek olmuşlardır. Bu sebeple erişilmez mânevî mevkileri hakkıyla elde etmişlerdir. İnanmanın, maddî anlamdaki her şeyini kaybetmek olduğunu bile bile, inançlarından vazgeçmemişlerdir.
Müslümanlar, hayatları boyunca hicreti yaşarlar. Hicret, bir anlamda ‘terk etmek’tir. Müslüman, Cenab-ı Allah’ın haram kıldıklarını terk etmek mecburiyetindedir. Başta şirk olmak üzere, Allahü Azimüşşan’ın yasakladığı kötü hareketleri, huy ve alışkanlıklar bırakılacak, iyiye, güzele ve mükemmele gidilecektir. Bu hicret, insan hayatında bir defa değil, her sâniyede, her nefes alışta… bir ömür boyu milyarlar, trilyonlar, katrilyonlar sayısınca tekrarlanıp duracaktır.
İki cihan serveri müjdeliyor: ‘İster Allah yolunda hicret etsin, isterse doğdukları yerlerde vefat etsinler… İslam esaslarına uygun yaşayanları Allah bağışlayacaktır.’
Allah’a kul olmaya yönelik her hareket, bir hicrettir, hicret sevâbı kazandırır.
Hakikî muhâcir, hatâ ve günahlarını terk eden kişidir.
Bir Müslüman’ın dinini korumak ve bağımsız yaşamak maksadıyla küfür diyârından İslam ülkesine göç etmesi, maddî anlamda hicrettir. Bir Müslüman’ın, nefsinin isteklerinden ve şeytanın yönlendirmelerinden kendini kurtarıp, Allaü Teala’nın emirlerine sarılması ise aynı mekânda ve fakat zamanda hicrettir. Âlimler; bu ikinci hicretin, en az birincisi kadar mutêber ve faziletli olduğunu beyan ediyorlar.
Günümüz Müslümanları, bulundukları yerde hicret eylemini gerçekleştirmek durumundadırlar.
Günahlardan uzak kaymaya karar vermiş olanların hicreti başlamış demektir. Bu yolda olanların, önündeki engelleri temizlemeye vesile olur, daha rahat ve hızlı ilerlemelerine katkıda bulunulabilir düşüncesiyle, Hicret kavramını, konunun uzmanı Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Hasan Elik ile konuştum.
Oğuz Çetinoğlu: Hicretin kelime anlamından başlayabilir miyiz Hocam? ‘Hicret’ denilince ne anlamamız gerekiyor?
Prof. Dr. Hasan Elik: Hicret; ‘bir yerden bir yere intikal etmek’, ‘göç etmek’ demektir. Buradaki ‘göç’ ise; ekonomik, sosyal ve siyasî sebeplerle kişilerin ve insan topluluklarının bulunduğu yeri terk edip, daimî veya uzun süreli olarak başka bir ülkeye, başka bir yerleşim yerine gitme işidir. ‘Muhaceret’ olarak da anılır. Bir yerden başka bir yere intikal eden insanlara da ‘muhacir’ denir. Günümüz Türkçe’sinde ‘göçmen’ de deniliyor.
İslam terminolojisinde hicret, sâdece bir kelime değil, bir kavramdır. Bu kavram ile Hazret-i Muhammed (sav) ve arkadaşlarının 622 yılında Mekke’den Medine’ye göç etmeleri anlaşılır.
Bu göç, Mekkeli müşriklerin (1) baskılarına, işkencelerine dayanamayan Müslümanların can ve mal emniyetlerini sağlamak maksadıyla Medine’ye gidişlerini ifâde eder.
Ancak hicret; Mekke’deki birkaç yüz Müslüman’ın Medine’ye kaçması değildir. Müslümanlar kaçacak kadar korkak olsaydı, bu işi baştan bırakırlar ve hiçbir sıkıntıya girmezlerdi.
Hicret; sıradan bir göç değil, sıradan bir yer değiştirme değil, anlam yüklü bir kavramdır.
Nitekim Hz. Muhammed; şöyle buyurur:
‘Bütün ameller niyete göre değer kazanır... Benimle beraber Mekke’den Medine’ye göç eden herkes kendisini muhacir sanmasın. Muhacirlik, yüce bir makamdır, kim ne için hicret ediyorsa, hicret ederken hangi niyeti yaşıyorsa, onun hicreti ancak o şeyedir. ‘Ben Medine’de daha güzel kadınlar bulurum, burada evlenemedim, orada şartlar müsaittir.’ Diye gelen varsa onun hicreti o aklındaki kadınadır. Bu kadar açıktır. ‘’Ben burada mal mülk edinemedim, orada daha çok para kazanırım.’ Diye gelen varsa onun hicreti maladır.’ (Buharî, Bed’ü’l-vahy 1; İbn Mâce, Zühd 26)
Çetinoğlu: Hicretin önemi nereden geliyor?
Elik: Bu sorunuza, daha büyük bir soru sorarak cevap vereyim: Hicret olmasaydı, bugün din-i mübîn-i İslâm’ın bizlere kadar intikali mümkün olabilir miydi?
Olmayabilirdi.
Çünkü İslâm; Mekke müşrikleri tarafından daha doğduğu yerde boğulabilseydi, Mekke’nin dışına çıkmasaydı, bugün dünyanın İslâm nuruyla, Hz. Muhammed’le ve en önemlisi, Kur’ân-ı Kerimle müşerref olması mümkün olabilir miydi?
Çetinoğlu: Hicretin bir de felsefî anlamı olmalı…
Elik: Hicret; bir ideal ve felsefe uğruna, bulunduğunuz yeri, hatta -ideal anlamıyla- sâhip olduğunuz yanlış inanç ve düşünceleri ve ilahî yasakları terk edebilmektir. Eğer bir yerde yaşama hakkınız elinizden alınıyorsa, nâmusunuzu, şerefinizi, mal ve can gibi değerlerinizi koruyamıyorsanız, Kur’ân; ‘Yaşama hakkınızı, şerefinizi, haysiyet ve nâmusunuzu hür yaşayabileceğiniz başka yerlere gidin. Gidin, ama tekrar dönmek üzere... Amacınız vatana geri dönmek olsun; vatanınızı sonuna kadar müdafaa edin.’ Demiştir. (Nisa 4/97-100)
Hicret; Mekke’de boğulmaya çalışılan imanın, Mekke’ye sığmayarak Medine’ye taşmasıdır.
Müslümanların: ‘Bu iş burada olmuyorsa, başka yerler var.’ demesi, ölümü göze alarak kendine yeni imkânlar araması ve yeni alanlar açmasıdır. Çünkü iman; bendini doldurmuş, vâdiye doğru akan bir su gibidir.
Hicret Allah içindir. ‘Allah için’ derken, bakıma muhtaç, haksızlığa uğramış, zayıf, sömürülen kimselerin haklarını iade etmek uğruna demek istiyoruz. Allah yetimin, yoksulun gözyaşındadır... O bakımdan, ‘Allah yolunda cihad ediniz’; ‘Allah yolunda hicret ediniz’ dendiği zaman, şunu hiç unutmamalıyız: Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. ‘Allah’ın kulları için ne yapabiliyorum?’ önemli olan budur.
Çetinoğlu: Hicret Peygamber Efendimiz zamanında olup bitmiş ve bir daha tekrarlanmamış bir olay değil…
Elik: Hicret; sonraki Müslüman milletlerin hayatında da çok önemli bir yere sâhiptir. Nitekim Türkiye tarih boyunca gâh bağımsızlık adına gâh İslâm adına, gâh Türklük adına milyonlarca insanın hicret ettiği bir mekân olmuştur. Memleketimize göç etmek mecburiyetinde kalmış kimseler, işte bu ‘hicret’ kökünden gelen ‘muhacir’ kelimesiyle adlandırılmışlardır. Bulgaristan muhacirleri,
Yunanistan muhacirleri, Romanya muhacirleri... Başka ülkelerde kalan soydaşlarımız, dindaşlarımız bu aziz vatanı daha güvenli gördükleri için buraya gelmişlerdir. Ama daha ilginç olanı, Yahudilerin 15. yüzyılın sonunda İspanya’dan buraya kabul edilmiş olmalarıdır.
Çetinoğlu: Hicret olayında, hicret edilen yer, memleket veya şehir de bir anlam kazanıyor mu?
Elik: Evet kazanıyor. Bir yere hicret ediliyorsa, oranın; insana kucak açan, hoşgörülü, anlayışlı bir halkı var demektir. Ve tarih buraları hep şanla-şerefle anmaktadır, anacaktır. Yesrib (2) de sıradan bir şehir iken, Hz. Peygamber’i bağrına bastığı için, ‘Medînetü Rasûlillâh’ yâni, ‘Peygamber şehri’ olmuş; zamanla ‘Medine-i Münevvere’ adıyla ‘Nurlu / Aydın Şehir’ unvanını almıştır.
Türkiye; bir mânâda hicret yurdu olan Medine’nin evsafına sahiptir.
Yesrib’i dünyanın en önemli şehri haline getiren, o toprağın, o coğrafyanın değişmesi değil, içindeki insanların, haksızlığa uğrayanlara, düşünceye, inanca ve hürriyete kucak açmalarıdır. Allah hepsinden razı olsun.
Ülkelerindeki zulümden dolayı o topraklarda yaşama imkânı bulamayan insanlar rahat yaşayabilecekleri yerlere gitmişlerdir ki, bu yönüyle hicret; bütün insanlık için bir model olmuştur, olmaktadır: ‘Eğer ilkelerinle, hayat prensiplerinle, haysiyetinle, inancınla yaşama imkânı bulamıyorsan pes etmeyeceksin; o iklime o coğrafyaya, o ülkeye mahkûm olmayacaksın; başka çâreler arayacaksın!’ diyerek mağdur ve mazlum kütlelere yaşama azmi veren hicret; yüksek ahlâkın, şeref ve haysiyetin yaşaması için yeryüzünde hâlâ birtakım ülkeler, coğrafyalar bulunduğu gerçeğini sadece Müslümanlara değil, bütün insanlığa göstermiştir.
Çetinoğlu: Hicret yalnızca hicret edenlere yönelik bir olay olmamalı…
Elik: Hicret edenler Hicreti sâdece kendileri için gerçekleştirmiş değiller; daha sonraki insanlar için de bir köprü görevi görmüşler. Ve Kur’ân onları ölümsüzleştiriyor:
‘İslâm ‘a girmeye öncülük eden ilk muhacirler ve onları bağırlarına basan Ensâr; Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razıdırlar.’ (Tevbe 9/100)
İşte, en büyük derece; her şeylerini bırakıp Medine’ye giden muhacirlerle onlara kucak açan Ensâr’a ve bu iki grubun gittiği yolu izleyenlere aittir.
Ne mutlu bu şerefe ulaşanlara!..
Çetinoğlu: Hicret olayına bir kahraman, bir öncü-önder belirlemek gerekirse…
Elik: Hicretin kahramanı, öncüsü-önderi şüphesiz Hz. Muhammed’dir.
Öyle insanlar vardır ki ne yaşadıkları ne de öldükleri bellidir; ne ölümleri ne de hayatları bir anlam ifade eder. Ama öyle insanlar da vardır ki bir yerden bir yere intikalleri bile bir kavram oluyor: Hz. Muhammed ve hicret.
Dikkat ediniz, hicret Hz. Peygamber’in Mekke’den Medine’ye intikali ile doğmuş bir kavramdır. İşte insan odur, toplum odur ki yaptığı her iş bir anlam ifâde eder; bir tâbir, bir ıstılah (3), bir kavram hâline gelir.
Nitekim -dikkat ettiniz mi bilmiyorum- bu yüce peygamberin hayatı ‘tarih’ değil, ‘siyer’ kelimesiyle ifâde edilir.
Çetinoğlu: ‘Tarih’ dediniz. Tarih ilmi deyince ne anlıyoruz? Tarih nedir?
Elik: Gelmiş-geçmiş insanların başlarından geçen olayları inceleyen bilime ‘Tarih’ diyoruz. Ama bakın, Hz. Peygamber’in hayatını anlatan ilmin adı Tarih değil, ‘Siyer’dir. ‘Hz. Muhammed’in tarihi’ denmez, ‘Hz. Muhammed’in siyeri.’ Denir. ‘Siyer-i Nebî’ olarak da anılır. Doğrusu budur. Eskiden, okullarda bu dersler vardı.
Çetinoğlu: ‘Siyer-i Nebî’yi de açıklar mısınız?
Elik: Siyer-i Nebî’nin anlamı şu: Tabiî, artık dilimiz o kadar dejenere oldu ki anlaşmakta zorluk çekiyoruz. Eskiden ‘seyr u sülük’ diye bir tâbir vardı. Bir öğrencinin seyr u sülûkü, iyi hal kâğıdı demekti. İşte, Hz. Peygamber’in bütün hayatı da iyi hal kâğıdı gibi olduğu için, O’nun hayatına tarih değil, ‘siyer’ adı verilmiştir.
Hz. İsa’ya gelelim; onun doğumuna milât denir. Milât; ‘malî milât’, ‘siyasî milât’ gibi tâbirlerde çok kullandığımız bir kavram. Tarihle ilgili olduğunda Hz. İsa için kullanılır. İşte, milât odur ki dünyayı diriltir nefesiyle.
Çetinoğlu: Hicret kavramının öneminin daha iyi anlaşılabilmesi için, hicrete niçin gerek duyulduğunu detaylı olarak anlatır mısınız?
Elik: ‘Hicrete neden gerek duyuldu?’ sorusundan önce ‘İslâm niçin gönderildi?’ sorusuna cevap arayalım:
Cenab-ı Hak insanın uyması gereken disiplin ve kanunları ilk insan Adem Peygamberle birlikte göndermiştir. Yani, ‘İnsan nasıl mutlu olur, bunun için hangi prensipler gereklidir?’ sorularının cevabı tâ başından itibaren insana bildirilmiştir.
Nasıl ki her eşyanın tâbi olduğu bir disiplin var. Her eşyada, her olayda belli özellikler arıyoruz. Herhangi bir ticarî ürün için birtakım standartlar, kriterler arıyoruz; bu ölçünün altına düşerse kabul etmiyoruz. İşte, kendisi ölçü arayan ve her eşya için geçerlilik belgesi veren insanın da ‘insan’ olması için birtakım kurallara uyması gerekir. İşte, Hz. Adem’den itibâren bütün peygamberler ‘din’ dediğimiz bu insanlık standardını getirmişlerdir.
Fakat zamanla birtakım gafil ve câhiller çeşitli sebeplerden dolayı Allah’ın bu ilkeleri gönderdiği peygamberlerle savaşmışlar ve birçok peygamber öldürülmüştür. Dinler bozuldukça Cenab-ı Hak başka peygamberlerle dini ihya etmiştir. Aslında Âdem Peygamberin getirdiği ile Musa ve İsa’nın getirdikleri ilke bazında aynıdır. Aralarında tekâmül farkı vardır. Hz. âdem zamanında faiz olayı yoktur. Yani 3-5 kişilik bir toplum... Şimdi, bunlara kalkıp ticarî ahlâk öğretmenin bir mânâsı olabilir mi? Ama bir ticaret toplumu olan Araplarda tefecilik var, biliyorsunuz.
Âdem Peygamber zamanında bu ilkelerin gelmesine lüzum yoktu. Çünkü böyle bir şey mevcut değildi. Daha sonra toplumlar geliştikçe onların ihtiyacına göre düzenlemeler yapıldı. Özü aynı olan dinler insanların tekâmülüne ve gelişen ihtiyaçlarına göre genişledi. Din yeni yeni konulara eğilmek durumunda kaldı. Bu tekâmül; ilkokul, ortaokul, lise, üniversite, lisans üstü öğretime benzetilebilir.
Bu zincirin son halkası olan sevgili peygamberimize gelindiğinde bakıyoruz ki, âdem Peygamberden beri bütün peygamberlere gelen vahiylerin toplamı Hz. Muhammed’e yeni baştan geliyor. Hz. Peygamber bütün peygamberlerin bileşkesi. Kur’ân-ı Kerim de bütün kitapların ortak paydasıdır.
Dolayısıyla, Hz. Muhammed normal peygamberlerin sonuncusu olmakla kalmaz, bütün peygamberleri ve semavî kitapları doğrulayan, onların evrensel ilkelerini ihya eden, eski din mensuplarının tahrif ettiklerini doğrultan ve bunları yeni baştan insanlara dikte ettiren peygamberler zincirinin son halkasıdır.
Bu bakımdan, İsa Peygamber’e, Musa Peygamber’e takılıp kalmak eksikliktir. Zira sistemin bütünlüğünü yakalayamazsanız, yarım kalırsınız. İnsanlığın son durumuna şahit olan Hz. Peygamber bu nihaî duruma uygun bilgilerle donatılmıştır.
Çetinoğlu: Diğer semâvî dinlere ait kitaplarda tahrifat var…
Elik: Tarihî bilgilere göre, Tevrat ve İncil Hz. Musa ve Hz. İsa hayatta iken, onların direktifleriyle ve onların kontrolleri altında yazılmış kitaplar değildir. Tevrat, Hz. Musa’dan 800 yıl sonra; İncil de Hz. İsa’nın vefatından 150 yıl sonra kaleme alınmıştır. Yazılı olmadığı için de, insanlar bu ilahî emirleri şifahî olarak; ağızdan ağza naklediyorlar. Bu arada elbette unutmalar, yanılmalar oluyor. Dolayısıyla, bugün elimizde -Kur’ân’dan başka- hiçbir peygamberin ‘Allah’tan geldiği gibi kalmış’ bir kitabı yoktur.
Çetinoğlu: Bu gerçeği Hıristiyanlar kabul ediyor mu?
Elik: Kabul etmek mecburiyetindeler. Bir ‘hayat hikâyesi’ 150 yıl sonra, hem de farklı kişiler tarafından kayda geçirilmeye başlanırsa, o metinlerde birbirini tutmaz şeylerin ortaya çıkacağını anlamak için kâhin olmaya gerek yoktur. Ama Kur’ân-ı Kerim’de, daha âyet gelirken Hz. Peygamber, vahiy kâtiplerine: ‘Bugün şu ayetler geldi, onu falanca surenin falanca âyetinin hemen üstüne veya altına yazın’ diyerek anında yazdırmıştır.
Kur’ân-ı Kerim elimizdeki yazılı orijinal tek ilahî, kutsal belgedir. Ama siz Kur’ân-ı Kerim’i açıp baktığınızda orada zaten Tevrat’ı da İncil’i de görüyorsunuz. Adem, Nuh ve İbrahim peygamberlere verilen emirleri görüyorsunuz. Kur’ân-ı Kerim bütün kitapların toplamı; Hz. Muhammed de bütün peygamberlerin sözcüsüdür. Meseleyi böyle anlarsanız, din kavgasına girişmeye gerek kalmaz.
(BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU. İKİNCİ BÖLÜM YARIN VERİLECEKTİR.)
Yorumlar