Cumhuriyetin ilk yıllarında eğitime öncelik verilmiş, toplumu cehalet ve bağnazlıktan çıkaran bir süreç başlatılmıştır. Atatürk; “Gençliği yetiştiriniz. Onlara ilim ve irfanın müsbet fikirlerini veriniz. Geleceğin aydınlığına onlarla kavuşacaksınız. Hür fikirler uygulamaya geçildiği vakit Türk milleti yükselecektir” diyerek eğitimin önemini en güzel şekliyle belirtmiştir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında okuma yazma oranı yok denilecek kadar azdı; eğitimli olanlar ise İstanbul’da yaşayan mutlu azınlık ile gayrimüslimlerdi.
Türkiye Cumhuriyeti çağdaşlaşmaya eğitimle başlanmış, 3 Mart 1924’de TBMM’’de Tevhidi tedrisat yasası kabul edilmiş, ardından Osmanlının çöküşünü hızlandıran tekke ve zaviyeler de kapatılmıştır.
Yeni eğitim düzeninde ilkokullar beş, orta ve liseler üçer yıl olarak düzenlenmiş, çağa ayak uyduramayan gelişmiş bir medrese düzeninden biraz hallice olan Darülfünun’un yerini önce İstanbul Üniversitesi, ardından Ankara Üniversitesi almıştır. Üniversitelerin kuruluşunda Nazi Almanya’sından kaçan bilim adamlarının büyük katkısı olmuş, sınavlarda başarı gösteren öğrenciler yurt dışına birer kıvılcım olarak gönderilmiş, hepsi ateş parçası olarak dönmüşlerdi. Bu öğrencilerin dışarı gönderilmelerinde kayırma, torpil gibi çirkinliklerin hiç biri görülmemişti. Ne yazık ki; Atatürk’ten sonra toprak ağalarının baskısıyla kapatılan Köy Enstitüleri’nin açılmasıyla Anadolu halkının aydınlatılması düşünülmüştür. Büyük şehirlerde açılan halkevlerinde ise topluma her yönden bilgi verilmeye çalışılmıştır.
Şanslı bir kuşağa mensup olmakla övündüğüm o yıllarda eğitimimi tamamlamış, sonrasında da kolayca iş bulmuştum. İlkokul’da hepimiz siyah önlüklü beyaz yakalıydık; hiç birimiz arkadaşlarımızın maddi durumunu bilmezdik. Kısacası hepimiz eşittik. İlkokulu bitirme sınavı vererek tamamlamıştık. Orta ve lise de dogmatikten uzak, bilimin önünü açan matematik, fizik, kimya, felsefe, mantık, sosyoloji, astronomi gibi dersler görmüştük. Ders kitaplarımızın her biri sözcük yerinde ise kütük gibi kalındı. Hurafelere dayalı derslerimiz yoktu. Edebiyatta ise Türk ve Batı edebiyatını ana kaynaklarından öğrenmiştik. Kısacası bizim kuşakların eğitimi bugünden çok farklıydı. O dönemlerde konusunun uzmanı pek çok bilim ve sanat insanı yetişmişti.
Günümüz eğitimi ise adeta yazboz tahtasına dönüşmüş, her Milli Eğitim Bakanı yeni bir sistem ortaya koymaya kalkmış, 4+4+4 sistemi ise bütün düzeni bozmuştu. Örneğin anaokullarında 4-6 yaşındaki çocuklara din eğitimi adı altında hurafelere dayalı dersler verilerek onların akılları karıştırılıyor. Düşünmenin yerine onları korkutan bilgiler (!) veriliyor. Ayrıca orta öğretimde ağırlıklı din dersleri verilirken çocukları düşünmeye yönelten felsefe, sosyoloji, mantık dersleri ile bilime yönelik cebir, geometri, biyoloji gibi derslerin de önü kesilmiştir.
Alt yapısı olmayan, bilimsel yönleri tartışmalı öğretim üyeleriyle açılan yeni üniversite ve yüksek okullar bekleneni vermekten uzak kalmıştır. Dünya üniversiteleri arasında bizim üniversitelerimizin ilk 500’e bile girememiş olması ne acı… Bu arada üniversite öğrencilerinin en büyük sorunu olan barınma konusunda yurtlar yetersiz kalmıştır. Böyle olunca çoğu öğrenci cemaat yurtları veya evlerinde barınmak zorunda kalmışlardır. Bunun son örneği de bu tür evlerden birinde kalan ve intihar eden tıp öğrencisi olmuştur.
Ne yazık ki; bugün pek çok öğrenci gelecek kaygısı içerisinde ileriye umutla bakamıyor.