Boğaziçi’nde Kuzguncuk’ta çocukluğunu yaşamış, denizle iç içe olmuş biri olarak geçmişin İstanbul’unu her zaman özlemle anarım. O günlerin İstanbul’u günümüzün teknolojisi, olanakları olmayışına rağmen her yönüyle çok güzeldi. Doğanın lütfü olan bu şehrin özelliklerinden birisi de Karadeniz ile Marmara Denizine kıyıları olmasıydı. Bir zamanlar bu şehrin insanları her iki denizden azami derecede yararlanmayı bilmişlerdi. İstanbullular yaz başladığında denize girebilmek için Eğe ve Akdeniz kıyılarına gitmeyi akıllarından bile geçirmezlerdi. Dünyanın en güzel denizi, kıyıları ve plajlarının olduğu yerde yaşıyorlardı. Bunun aksine Anadolu insanı denizden yararlanmak için İstanbul’a gelirdi. Şehirde oturanlar ise Adalara, Suadiye, Göztepe, Erenköy gibi Anadolu yakasındaki semtlere giderek tatile çıkarlardı. Kısacası değerini bilemediğimiz, bir daha geri gelmeyecek güzel günlerdi.
İki denizde kıyıları olan İstanbul’da; özellikle Boğaziçi’nde denize girebilmek dikkat ve biraz da bilgi isterdi. Daha doğrusu Boğaziçi’nin denizini tanımak, bilmek zorundaydı. Boğaziçi’nde sürekli dip ve üst akıntılar vardır ve bunlar bilmeyenler için tehlikelidir. Bu nedenle plajların dışında denize girmek biraz risklidir.. Bu arada yoğun olan deniz trafiğine de dikkat edilmelidir.
Yarım yüzyıl öncesine kadar İstanbul plajlarıyla ünlenmişti ve her birinin kendilerine özgü özellikleri vardı. Kuzguncuk kıyalarında deniz akıntılı olduğundan usta yüzücüler bile orada zorlanırdı; halk daha çok deniz havası alarak vapurla Küçüksu Plajına giderdi.
Bir zamanlar Küçüksu mesiresiyle de ün yapmıştı. Küçüksu çayırında mısır kazanları kaynar ve her çeşit satıcı orada bulunurdu. Aynı zamanda toprağı da ünlü olduğundan bir köşede çömlekçi dükkânları sıralanmıştı Küçüksu Kasrı ile tarihi çeşmesi de buraya renk katan yapılardı.
Osmanlı döneminde Göksu ile birlikte şehrin en önemli mesire yerlerinden biri olan, aşkların filizlendiği bir yer olarak kaynaklara geçmişti.
Küçüksu plajının geniş kumluğun arkasında soyunma kabinleriyle bir de küçük kahvesi bulunurdu.
Boğazdaki ilk köprünün yapılmasıyla birlikte ıKüçüks mesiresinin, plajının sonunu getireceğini kimse düşünmemişti. Köprü inşaatının şantiyesi burada kurulmuş, köprünün demirleri, inşaat malzemeleri, depoları, bir anda bu tarihi çayırı kaplamış ve Boğazın o güzelliklerin bir bölümünü ortadan kaldırmıştır. Günümüze Küçüksu’dan yalnızca ismi geride kalmıştır.
Boğazın Rumeli yakısında ise en önemli plajlardan birisi de günümüze gelemeyen Tarabya Plajıydı, Ağaç kazıklar üzerine oturtulan, denize çıkıntılı tahta döşemeli, atlama kulesi de olan Tarabya Plajı bir zamanlar İstanbul sosyetesinin yaz aylarında bir araya geldiği yerdi. O günlerin ünlü kişilerini, sanatçılarını burada görebilmek için buraya gidenler bile vardı.
Boğazın Rumeli yakasında Sarıyer’de Altınkum ve yanında askeriyenin plajı o yakada yaşayanların halkın rağbet ettiği plajlardı.
Marmara kıyılarında Florya, Menekşe plajları ise epey ünlüydü. Sonradan onlara Ataköy bloklarının yapılması sırasında Ataköy Plajı da eklenmişti. Ataköy y plajı bir dönem çok ünlüydü Ancak betonlaşma düzeni oraya da ulaşınca bu plajda yeni bloklara feda edildi
Sirkeciden önce kara tiren sonraki yıllarda elektrikli tren ile bu plajlara gidilirdi. Florya Plajının olduğu yerde Atatürk’ün denize girdiği kazıklar üzerine oturtulmuş basit bir deniz köşkü vardı. Atatürk burada halk ile bir arada denize girdiği, kürek çektiğini fotoğraflarından biliyoruz. Sonraki yıllarda da İsmet İnönü Maltepe’deki evinin kıyısından denize çivileme atlaması basında günün olayı olurdu. Onlardan sonra gelen ki liderlerin denize girerlerken resimlerini hiçbir yerde göremedik.
Florya Plajının görkemli bir girişi, temiz kumların oluşturduğu geniş bir alanıyla arkasında soyunma kabinleri ve kazıklar üzerine oturtulmuş özel bölümleri, bir de o döneme gire lüks sayılacak gazinosu vardı. Florya’dan sonraki Menekşe tren durağındaki plaj daha çok dar gelirlilerin halkın rağbet ettiği, her çeşit insanın kaynaştığı plajlardandı. Bauda salaş satış yerleri köfteciler, dondurmacılar meşribatçılar vardı.
Sirkeci’den Baakirköya kadar uzanan sahil yolu yapılmadan önce Yedikule’ye kadar olan bölgede; özellikle Yenikapı ile Samatya arasında salaş gazinolar, kahveler ile kıyı boyunda kiralık sandallar vardı ve çoğu insan onlarla denize açılarak girerlerdi. Bu arada bazı sevgililerde kiraladıkları sandallarla denize açılarak gözden uzak olurlardı.
İstanbul’un en ünlü plajları Anadolu yakasında Marmara Denizi kıyılarında sıralanmışlardı. Salacak, Caddebostan, Suadiye, Moda, Bostancı, Küçükyalı ve Maltepe Süreyya Paşa Plajları bunların başında gelirdi. Çoğunlukla Kadıköylü gençlerin rağbet ettikleri bu plajlar bir bakıma mayo defilesini andırırdı. Tanınmış pek çok ünlü burada kendini gösterirdi. Moda Plajının olduğu yerde çok önceleri kadınlara mahsus kapalı deniz hamamı vardı.
Maltepe Süreyya Paşa Plajının ilerisinde bir kaya üzerine baldakin şeklinde bir kulemsi bir yapı yerleştirilmişti. Kıyıdan oraya ulaşmak kolay değildi. Çoğu kez oraya kadar yüzer kayaya çıkar dinlenmeyi genç yaşlarda marifet sayardık. Sonra devran değişti sahil yolu yapıldı ve plajların hepsi ortadan kalktı. Maltepe Plajındaki kaya üzerindeki kulesi ise denizden uzakta açılan caddenin gerisinde kaldı ve sanki bizlere; bir zamanlar denizin içerisindeydim diye sesleniyor…
İstanbul’da adalar ve Kilyos dışında sözünü ettiğim bu plajlardan hiç biri kalmadı.
Betonlaşma, çıkar, rant veya bilgisizlik uğruna bu yok oluşu görünce insanın aklına ı XVI. Yüzyıl Divan şairlerinden Bâki’nin gazeli geliyor;
“Avâzâyi bu âleme Dâvud gibi sal
Baki kalan kubbede hoş bir seda imiş”