Boğaziçi Yayınları Genel Yayın Yönetmeni GAZİ ALTUN Hocayla 2. sohbet.

(Vizyon Üniversitesi, Kuzey Makedonya, Gostivar)

Geçen Eylül ayında Boğaziçi Yayınları’nın Genel Yayın Yönetmeni Gazi Altun Hocayla gerçekleştirdiğim sohbetin ikinci bölümünde, değerli hocamın hedeflerini aktarmaya devam ediyorum..

Görkem Ahi ile gerçekleştirdiğimiz röportajımız Görkem Ahi ile gerçekleştirdiğimiz röportajımız

Geçen söyleşide Boğaziçi Yayınları’nın 1970’li yıllardan itibaren faaliyet gösterdiğini, yayınevinden çıkacak eserleri, özellikle Türkbilimci Dr. Yusuf Gedikli’nin 1 000 sayfalık bir kitabının yayımlanacağını bildirmiştim. Söyleşide 1920’de kurulan Buhara Halk Cumhuriyeti’nin Ruslar tarafından işgal edilişi konusunda Türkiye ve Azerbaycan’da oldukça kısıtlı bilgiler bulunduğunu belirtmiş, Buhara Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı Osman Hoca (Kocaoğlu) ve eşi Hakime Hanım hakkında bilinmeyen bazı bilgileri ortaya koymuştum. Ayrıca Azerbaycan Türklerinden Bahtiyar Vahapzade de Nazım Hikmet hakkındaki hatıralarını anlatmıştı.

Gazi Hocamla söyleşimize devam ediyoruz..

S. İrevanlı: Gazi Hocam, geçen konuşmamızda anlattığınız Buhara Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Osman Hoca ve eşi Hakime Hanım’la ilgili anılarınız ilgiyle karşılandı. Azerbaycan Türk şair ve yazarlarını tanımanız bizleri ayrıca memnun etti. Nazım Hikmet’in Azerbaycan’daki faaliyeti ve anıları da önemliydi. Nazım Hikmet’in Azerbaycan heyeti ile görüşmesinde söyledikleri bugün için de çok önemlidir. Hatırlarsak “Anayasanızda diliniz Türkçe, neden hemen uygulamıyorsunuz?” demişti. Bugünse Türk büyüklerinden İsa Yusuf Alptekin’le ilgili hatıralarınızı anlatmanızı rica edeceğim.

Gazi Altun: Elbette Türk dünyası hakkında fikir söyleyen büyüklerimizin, siyasilerimizin hepsinin anılması lazım, hatırlanması lazım; onların tarihteki yerlerinin unutulmaması lazım.

Milletimize hizmet eden kişilerimizi unutmamamız, onlara değer vermemiz lazım. Millet olmanın gereklerinden biri de budur. Geçen konuşmamda Timur Kocaoğlu’nun Buhara Halk Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Osman Hoca (Kocaoğlu) hakkında yazacağı hatıraların benim için çok değerli, Türk Dünyası için çok önemli olacağını söylemiştim. Büyüklerimiz hakkında anılar, hatıralar ülkemiz için, geleceğimiz için çok gerekli ve ders vericidir. O cümleden rahmetli İsa Yusuf Alptekin’i anmamıza, onun hakkında anılarımı anlatmama vesile olduğunuz için teşekkür ederim.

İsa Yusuf Alptekin Doğu Türkistan yönetiminin genel sekreterliğini (başbakanlığını) yapmış olan bir büyüğümüzdür. Onunla ilgili bir hatıram şöyledir: Biliyorsunuz, son dönemlerde gözleri görmez olmuştu. Biz Doğu Türkistan’da Uygur Türklerine yapılan zulümleri, sürgünleri, yaşanan çileleri kitaplaştırmak için Pınar dergimizden bir arkadaşımızı onun hatıralarını yazmak için görevlendirdik. İsa Yusuf gözleri görmez vaziyette hatıralarını anlattı. Arkadaşımız da onu kaleme aldı.

Sonra onu “Hatıra Kitapları” adı altında yayımladık. İsa Yusuf Alptekin’in kendisi de DoğuTürkistan’dan Pakistan’a, Hindistan’a, Arabistan’a, Avrupa’ya gitmiş, gezmediği yer kalmamıştı. O,1950’li yıllarda Çin’den binlerce kişiyle yola çıkmış; Türkiye’ye ancak 300 kişiyle gelebilmişti. Bu başlı başına büyük bir mücadeledir, hayat mücadelesidir. Büyüğümüz İsa Yusuf Alptekin sohbete, konuşmalara başlarken şöyle derdi: “Türk Dünyası’nın ve İslam Dünyası’nın yegâne istinatgâhı aziz Türkiye’mizdir.”

İsa Yusuf Alptekin’in Türkiye için, Türk dünyası için söylediği bu cümleyi Türk Dünyası’nın içinde bulunduğu durum bakımından değerlendirelim: Bugün dünyada 350 milyon insan Türkçe konuşuyor. Asya’da büyük bir Türk varlığı var. Bağımsız ve yarı bağımlı pek çok Türk devletimiz var.

Ben Türk Edebiyatı dergisinde Nasrettin Hoca özel sayısı hazırlatmıştım. Ve bu 56 Türk unsuruna mektuplar yazdım. Oralardan Nasrettin Hoca’yla ilgili bize birçok Nasrettin Hoca hikâyeleri geldi. Türkistan’dan, Başkurdistan’dan, Kafkaslar’dan, Azerbaycan’dan, Balkanlar’a kadar birçok yerden Nasrettin Hoca hikayeleri geldi. Onlardan seçmeler yaptık ve yayınladık. Anladık ki, bizim Türkiye’deki varlığımız sınırlarımızla sınırlı değil. Biz geniş bir coğrafyada bir kültür olarak, toplum olarak, millet olarak varız. Biz bunları yeni yeni fark ediyoruz. Hele hele can Azerbaycan’ımızın son yıllarda Karabağ’ın hemen tamamını işgalden kurtarması, bizi en çok mutlu eden hususlardan birisidir.

Şu anda bildiğiniz gibi Türk Dünyası’yla ilgili yeni gelişmeler oluyor. Türk Devletleri Teşkilatı kuruldu. Dolayısıyla bunlar önümüzdeki asrın Türk asrı olacağına bizi inandıran gelişmelerdir. Dünya da bunun farkındadır Amerikası da farkında, Rusyası da farkında, Avrupası da farkındadır. Onlar ne düşünür, ne tavır alır? Bu hiç önemli değil. Biz kendi işimize bakmalıyız. Geçenlerde belki bahsetmiştim; dil birliğimizi, iş birliğimizi, kardeşliğimizi, kültür beraberliğimizi, lehçelerimizin özelliklerini koruyarak geliştirmeliyiz. Bugün Türkiye Türkçesi sözlüğünde 125 bin kelime var deniliyor.

Bir kelime dört ayrı anlama gelebiliyor. 125 x 4 dediğimizde 500 bin kelimelik bir kavram sözlüğüne ulaşıyoruz. İki üç kelime ile bir araya gelmiş olan deyimlerimiz var. Bunlar da 50 bine yakındır. Bunlar da sözlüğümüze girmiştir. Böylece 550 – 600 bin kavramlık bir Türkiye Türkçesi sözlüğünden bahsedebiliriz. Yeni farkına vardığımız Türkçenin diğer unsurlarını bir araya topladığımız zaman dünya çapında bir dilimiz olduğunu görüyoruz. Birbirimizi tanımamız için ortak yayınların çoğalması lazım.

Dolayısıyla Türkiye’de, Kazakistan’da, Kırgızistan’da, Özbekistan’da, Azerbaycan’da okuyan öğrencilerimizin olaylara daha geniş bir açıyla bakması gerekir.

Bunların bir araya gelmesi, hadiselere geniş bakılması diğer milletleri telaşlandırmasın, korkutmasın. Bizim kimseyle bir derdimiz yok. Biz sadece kardeşliğimizin, beraberliğimizin ortaya çıkması, hayat standardımızın yükselmesi, demokratik işleyişimizin, ferdi hak ve hukuğumuzun öne çıkması, devletlerimizin devamlı olması, güçlü olması, adaletli olmasını istiyoruz. Bütün isteğimiz budur. Turan derken de, arzu ettiğimiz başka milletlere katiyen düşmanlık değildir. Dolayısıyla,Türkçenin farklı coğrafyalardaki varlığını geliştirmek, oradaki kardeşlerimizi kitapla, yüz yüze eğitimle buluşturmak, onların da kimliklerini, kişiliklerini, kendi geçmiş kültürel varlıklarıyla kabul edilir, görünür hale getirmek istiyoruz.

S. İrevanlı: Gazi Hocam, bütün bu konuşmalarınızdan Türk Birliği, Turan Birliği oluşur mu? Yoksa Turan Birliği emperyalistler tarafından yine hüsrana uğratılır mı, önlenebilir mi? İkinci sorum Türkiye’deki etimoloji çalışmaları sizi tatmin ediyor mu? Sizce etimoloji çalışmaları yeterli mi?

SevanNişanyan’ın çalışmalarıyla ilgili düşüncelerinizi almak isterdim, neler söylerdiniz?

Gazi Altun: Etimoloji konusunda çok yeni sayılırız. Türkiye’deki etimoloji çalışmaları yeterli olmadığı için söylediğiniz üzere SevanNişanyan adında Ermeni asıllı bir yurttaşımız, Türkçe bir etimoloji sözlüğü yayınlamış. Sözlüğün ne derece yeterli ve doğru olup olmadığını okuyanlar, inceleyenler bilir.

Dil bakımından bugün bakıyoruz ibadet dilini Farslardan almışız. Arapça zannediyoruz ama Arapça değil. Namaz, oruç, abdest Farsçadır. Aslında kültürel hayatımızı da yeniden gözden geçirmeliyiz. Bundan on yıl önce elimize gelen metinlerde bir kelimenin anlamı başka, yirmi yıl önce başka, elli yıl önce başka, bugün kullandığımız şekli daha başka. Böylece etimolojik sözlüğümüzün üzerinde elbette ciddi durmamız, çok çalışmamız lazım.

Sizin bahsettiğiniz çalışmaları yapan unsurlar Türkiye’deki kültürel farklılıkları tespit ederek bunların arasını nasıl daha ziyade açarız? diye çalışıyor. Bunlar farklı farklı gruplardır, farklı farklı insanlardır. Bunların dilleri de farklı, bunların lehçeleri de farklı diye onlar bizi ayrıştırmak istiyorlar.

Üniversitede tartıştığım arkadaşım bana diyordu ki,‘ben öztürkçeden yanayım’ ve ben ona itiraz edemiyordum. Adam öztürkçe diyor; ama öztürkçe adı altında Türkiye Türkçesinin bozulmasına çalışıyor; Türkçenin bin yıl, iki bin yıl, üç bin yıl önce kazandığı kavramların ortadan kaldırılmasına gayret ediyor. Bunu sonradan farkettim. Ayrıca örnek olarak diyelim ki, Dede Korkut eserleri nerede?

Niye Türkiye’de, Azerbaycan’da, Kazakistan’da, Kırgızistan’da, Türkmenistan’da, Balkanlar’da değil de Dresden’de, Vatikan’dadır?

Orkun yazıtlarını kim okudu? Yani onları bir Danimarkalı mı okumalıydı?

Bunlar geçmişte kalan eksikliklerdir. Niye AlişirNevai Türkçe şiir yazın, Türkçe okuyun, Türkçe bütün dillerden daha önemlidir, ifade gücü daha yüksektir diye herkesi uyardı? Biz tarihte Fars dilini fazla önemsedik. Sonra inancımız gereği Arapçayı fazla benimsedik. Devlette çalışan Türkçeyi bilecek dedik, ama Türkçeyi yazmayı ikinci planda saydık. Biz kahramanız, şöyleyiz, böyleyiz deyip hatalarımızı görmemek olmaz. Geçmişte de çok büyük hatalarımız, eksiklerimiz oldu. Selçuklu döneminde de, Osmanlı döneminde de oldu.

S. İrevanlı: Gazi Hocam İsmail Bey Gaspıralı hakkında neler söylerdiniz?

Gazi Altun:Gaspıralı’nın‘dilde, fikirde, işte birlik’ fikrinin ne kadar önemli olduğunu bugün çok daha iyi anlıyoruz. Biliyorsunuz, milli mücadelemizde Rusya’dan bazı kişiler kaçıyor, Türkiye’ye geliyor; ‘biz de milli mücadeleye katılmak istiyoruz’ diyorlar. ‘Acaba Sovyet ajanı mıdırlar?’ diye once şüpheyle karşılanıyorlar. Sonra kendilerini anlatıyorlar, oradaki durumu anlatıyorlar. Dolayısiyle son derece güzel fikirleri yaymaya çalışıyorlar.

İlk kuşak Türkçüler aslında Türkiye Cumhuriyeti devletinin birçok şeyi farketmesinisağlıyorlar. Sınırlarımızın dışındaki Türk varlığının ne kadar önemli olduğunu, dilin ne kadar önemliolduğunu fark ettiriyorlar. Biliyorsunuz biz Latin Alfabesi’ne geçtik. Osmanlı’nın son 150 - 200 yılını dikkate aldığımızda, devleti yönetenlerin tamamına yakınının zaten Latin Alfabesi’ni bildiğini görüyoruz. Fransızlarla iş birliği var, İngilizlerle iş birliği var, Almanlarla iş birliği var. Dolayısıyla yöneticilerimiz Latin Alfabesi’ni zaten biliyorlardı. Geriye köyde, kentte Osmanlı alfabesi ya da Arap Alfabesi ile yazan, okuyan, sayısı oldukça az bir nüfus kalıyor. Burada devreye devlet aklı giriyor. Biz bunları okumalarımızdan çıkarıyoruz. Sovyetler bizden önce Azerbaycan’da Latin Alfabesi’ne geçmiş.

Bizim devlet aklımız hemen biz de Latin Alfabesi’ne geçersek Balkanlarla, Kafkaslarla, Türkistan’la dil ve alfabe birliğimiz devam eder diye düşünüyor ve bu düşünceyle Türkiye de Latin Alfabesi’ne geçiyor.

Sonra ne oluyor? Sovyet Rusya, Türkiye Cumhuriyeti devlet aklının kendi içindeki Türk unsurunu etkileyeceğini düşünerek, hemen ardından Kiril Alfabesi’negeçiyor. Latin Alfabesi’nikaldırıyor. Bu da onların devlet aklı. Ya da tersinden devlet aklı. Bu alfabe değişikliği sebebiyle dindar vatandaşlardan bazıları, bunlar dinle ilişkimizi kesmek için böyle yaptılar diye kavga çıkarıyorlar; halbuki bunlar yersiz. Mevcut alfabe olan ve şu an kullandığımız Latin Alfabesi’nin Türkçenin gırtlak yapısına ve dilimize daha uygun olduğunu artık bilim alemi biliyor. Sonuçta bu itirazların yersiz olduğu görülüyor.

Bir Fransız Müslüman olunca Arapça öğrenmesinde bir engel yok. Öğrensin. Türkiye’de Arapçayı öğrenmek istiyorum diyen öğrensin. Buna da bir engel yok. Ama artık bu konuların hepsinin ilmini yapmak bir uzmanlık işidir. Herkese Arapça öğreteceğim diye ısrar etmek kavgayı teşvik etmektir. İyi niyetin dışında olup biten işlerdir. Türkiye’de bu mesele kökten değişmiş vaziyettedir.

Hele Türk Dünyası rahat hale geldikçe, Gaspıralı’nın dediği gibi ‘dilde, fikirde, işde birlik’ meselemizi ısrarla devam ettirmemiz lazımdır. Siyasilerimiz, devlet adamlarımız kimseye sataşmadan, kavga gürültüye mahal vermesinler; biz de tamamen ilmi meselelere ağırlık vererek dilimizi geliştirelim, sözlüklerimizi hazırlayalım, romanlarımızı yazalım.

Biz çok çile çekmiş bir topluluğuz. Her birimiz ayrı çileler çekmişiz. Biz Kırgızistan’la ilgili “Ürkünler” adlı bir kitap yayımladık. Kırgız üniversitesinden bir hocanın kitabı. Kırgız isyanlarını, Ruslara karşı yapılan, Çin’e karşı yapılan isyanları belgeleriyle anlatıyor. Şimdi bu kitaplaştırılmamalı mı? Bir filme, romana vs. dönüştürülmemeli mi? Yapılacak olan o kadar işimiz var ki…Dolayısıyle bunlara yönelmemiz lazım.

Avrupa’ya baktığımızda, Ukrayna’dakilerin büyük bir bölümünün Türk kökenli olduğu ortaya çıkıyor. Macarlar “biz zaten Türk’üz” diyorlar. Bulgarlar “biz zaten Türk’üz” diyorlar. Hani arkeologlar Türkiyeye geliyor; yıkılmış, toprak altında kalmış eserleri spatula ile kazıyarak, fırça ile düzelterek topluyor, üst üste koyuyor, bina haline getirmeye çalışıyorlar; sonra bu kaçıncı yüzyılda olmuş diye araştırıyorlar vs. Nasıl ki Orkun anıtlarından ilk defa Ruslara tutsak düşen bir İsveçli şarkiyatçı söz etmiştir.

Şimdi Avrupa tarihi de bizim tarihimizin çok önemli bir bölümü. 452 yılında Roma önlerine kadar gitmişiz. Ne zaman? 452 yılında. Peki, 452 yılında oraya gidenler nerede kaldılar? Balkanlara yerleştiler, Orta Avrupa’ya yerleştiler, Avrupa’nın kuzeyine yerleştiler. Böylece, arkeologların yaptığı gibi, ince ince çalışıp bunların üzerindeki tozların, toprakların temizlenmesi, kelimelerin, sözlerin etimoloji mantığıyla, bilim disipliniyle ortaya konulması gerekir.

Şimdinin işi, gerek Avrupa’da gerek Asya’da toz altında kalmış olan unsurlarımızı gün ışığına çıkararak yeni bir hayat ağacını, yeni bir hayatı üretmek için çalışmaktır. Hedefimiz budur. Biz görmesek bile evlatlarımızın, gelecek nesillerimizin hedefi bu olacaktır.

S. İrevanlı: Gazi Hocam, sizi tanımaktan çok büyük mutluluk duydum, değerli fikir ve düşüncelerinizi, hatıralarınızı bizlerle paylaştığınız için çok teşekkür ederim.

Gazi Altun: Ben de mutlu oldum, ben de teşekkür ederim.