Bir milletin dilinde başka kelimeler olabilir, aslında bu kelimler insanın annesi gibidir. Yani anne yabancı bir millete veya kendi ailenizin inandığı, inanca mensup olmayabilir. Ama zaman içerisinde örfü- adeti çoğu zaman aynı inancı kabul edebilir -etmeye de bilir-edenler de milyonları bulmuştur. İşte dildeki yabancı kelimler de zaman içerisinde birey ya da toplum tarafından benimsenir ve kullanılır. İnsan annesine ailesinin mensup olduğu topluma ve inanca mensup değildi diye nasıl dışlanmaya kalkışılmazsa, toplumlardaki yabancı diye bilinen ve de sonrada milyonların kabul ettiği kelimeleri de anne gibidir. Atılmaz atılmaya kalkılırsa manen olumsuzluklar ve eksiklikler muhakkak olur. Gerek bizim dilimiz de gerekse başka dillerde yabancı kelimelerin bulunduğu örnekler yüzbinleri bulabilir. Örnek: Farsça. Nerdubān kelimesi zamanla Merdiven söylemi halini almıştır. Vs. vs.

İşte Attila İlhan’ın noktasına ve virgülüne dokunmadan; Türkçe’de yenileşme ve yabancı diye bildiğimiz kelimelerle uğraşmanın zararlarını anlattığı Cumhuriyet Gazetesi’ndeki, 04.05.2005  yılı makalesi:

(”Prof. Carlier (asıl adını unutmuşum), su içinde altmışında var: Kıvırcık beyaz sakalları, yüzünü kaplamış; Fransız mavisi gözleriyle, burnuna düşmüş bağa gözlüklerinin, üzerinden bakıyor. Beni kibarca karşıladı, düzgün Türkçesiyle:

“… Safa geldiniz!” Diyor.. Orada ne işim var? Üniversite öğrencisi Fransızlarla ‘takıştık’; Kral I.François’nın, uğradığı Cermen(Alman) yenilgisinden sonra, Kanuni Sultan Süleyman ‘dan yardım istediğine inanmıyorlar; Marsilya ‘ya iki kalyon gönderdiğine filan! Hele Padişahın, krala yazdığı mektubu, -aklımda kaldığı kadarıyla, nakledince, küplere bindiler; o zaman, ‘ Bir Türkolog bulun da, yüzleşelim!’ dedim. İşte Prof. Carlier , buldukları Türkolog! Sakin, kendi hâlinde bir zat! Olayı, Türkçe olarak benden dinledi, gülümsedi; öğrencilere dönüp:

” Demek inanmıyorsunuz? Bu tarihi bir gerçektir” dedi.

Hayır inanmıyorlardı, o kadar ki, adamcağız kütüphaneden, ciltli kocaman bir kitap çıkarıp göstermek zorunda kaldı: Orada üstelik, padişahın mektubunun, sureti de var; hani adama, ‘ben ki…’ diye başlayıp, bilinmez kaç unvanını sıraladıktan sonra;  “…’sen ki Françeska eyaletinin beyi François’ın!’ dediği!

Kanuni’nin, Kral 1. François’a gönderdiği  mektubun başı ve sonu:

“Ben ki sultanü's-salâtin ve bürhânü'l-havâkîn tâc-bahş-ı hüsrevân-ı rû-yı zemîn zıllullahi fi'l-arazîn ………………………………………………………… dahi nice memleketlerin ki, âbâ-yı kirâm ve ecrâd-ı izâmım enârallahu berâhinehüm kuvvet-i kahireleriyle feth ettikleri ve cenâb-ı celâdet-me’âbım dahi tîğ-ı ateş-bâr ve şimşîr-i zafer-nigârım ile feth eylediğim nice diyârın sultanı ve padişahı Sultan Bayezid Han oğlu Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleyman Han'ım, Sen ki, Françe vilayetinin Kralı Françesko'sun...

Ben ki, sultanlar sultanı, hakanlar hakanı, hükümdarlara taç giydiren, Allah'ın yeryüzündeki gölgesi ve atalarımın fethettiği……………………daha nice ülkelerin ki, büyük atalarımın Allah kabirlerini nurlu etsin karşı konulmaz kuvvetleriyle fethettikleri ve benim muhteşemliğimle de ateş saçan mızrağımın ve zafer getiren kılıcımın gücüyle fethettiğim nice memleketlerin sultanı ve padişahı olan Sultan Bayezid Han oğlu Sultan Selim Han oğlu Sulan Süleyman Han'ım.)

Sen ki, Fransa vilayetinin kralı olan Françesko'sun...”

Attila ilhan devam ediyor:

“Ben, tam çıkacağım, kolumdan tutuyor; eğilip, sır söyler gibi, alçak bir sesle:

” …delikanlı, Türkçeye ne yaptınız?” diye soruyor. Dilimin döndüğünce ona, ‘Dil Devrimi’ni izaha çalışıyorum, Türkçenin Arapça ve Acemce’nin istilâsına uğradığını, vs.. vs.. vs…” Meğerse neymiş?..

Beni mütebessim dinlemişti; susunca, aynı fısıltıya yakın sesle, o söze başladı; bilmediğim, o zamana kadar işitmediğim şeyler söylüyor:

”…ümmet toplumlarında dil – dolayısıyla kültür- dine göre değişirmiş; onca böyle büyük üç adet ümmet toplumu ve sentezi var; birisi, Batı/Hıristiyan toplumu, ikincisi Doğu/Müslüman toplumu; üçüncüsü, daha doğudaki, semavi olmayan dinler topluluğu! Ümmet toplumunda, başat dil, dinin kendini ifade ettiği dil: Batı’da bu, Yunanca/ Latince olarak görünüyor; Osmanlı’da, Arapça/Farsça olması, son derece normal; zira Müslümanlığın ümmet dili, bu iki dil…”

”…Batı ülkeleri, Fransa, İtalya ve İspanya, nasıl millet diline geçerken, Yunanca/Latince kökenli birçok kelime, hatta kuralı aldılar kullandılarsa; Türkler de, Selçuklu/Osmanlı ümmet sentezinden, millet sentezine geçerken, dillerinde elbette Farsça/Arapça kelimeler bulunacaktır; ve bunda yadırganacak şey yok; ya da asıl yadırganması gereken, özleştirme adı altında dilin budanıp kuşa çevrilmesi: Zira böyle yetiştirilen genç kuşakların, ecdadın dilini anlaması imkânsızdır; bu da, kendi kurdukları (Selçuklu/Osmanlı) medeniyet sentezinden kopmalarına, boşlukta kalmalarına yol açar!..”

Hayret -biraz da dehşetle- dinliyordum; elimde olmaksızın, belki de onu ‘madara etmek’ maksadıyla, sözünü keserek sordum: ”…Peki, şimdi siz Fransızca’daki Yunan/Latin kökenli kelimeleri atsanız, ne olur?” ; cevabı unutulur gibi değildir: ”-… Atamayız, çünkü geriye kalsa kalsa, yüz, bilemedin iki yüz kelime kalır. O da konuşmaya yetmez.”

Dönem, Cumhurbaşkanlığı sanat danışmanı Nurullah Bey ‘in (Ataç) ‘alenen ve resmen’ ‘Yunanca ve Latinceye geçmeliyiz, onlar gibi olmalıyız, onlara benzemeliyiz!’ dediği dönem; bunu söylediğim zaman, Prof. Carlier ‘den aldığım cevabı, tahmin edebilirsiniz: ”

“Biz bunu sömürgelerde uyguladık: Kimliklerini, kişiliklerini yitirdiler!”

Dilin saplandığı çıkmaz…

… Yurda döner dönmez, ilk işim, Gazi‘nin Dil Devrimi serüvenine dalmak oldu; bu hususta, başvurulacak en güvenli kapı, TDK değil, başından itibaren Dil Devrimi içinde olmasına rağmen, sürekli ‘itiraz kayıtları’ olan, Falih Rıfkı (Atay) Bey’di. ‘Çankaya’ da dil bahsini okurken, sırtımdan nasıl bir yük kalktığını, anlatamam; çünkü ne diyordu bakın:

Mustafa Kemal İsveç Veliahdı Prens Gustav Adolf’un şerefine verdiği yemekte yaptığı konuşmasından sonra dilde Öz Türkçeleşme seferberliğinden enikonu soğudu.

Bu durum Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya’sında şöyle anlatılıyor;

”…bir akşam Atatürk, sofra bittikten sonra, benim yanı başındaki iskemleye oturmamı emretti: ‘…Dili bir çıkmaza saplamışızdır’ dedi; sonra, ‘… Bırakırlar mı dili bu çıkmazda?

Hayır! Ama ben de bu işi başkalarına bırakmam. Çıkmazdan biz kurtaracağız…’ dedi.

Gazi’nin en büyük taraflarından biri, çıkmaza girmiş işlerde ısrarlı olmayışıdır; çünkü, ‘Dil Devrimi’ tam anlamıyla arapsaçına dönmüş; onun deyimiyle ‘bir çıkmaza saplanmıştı’ Falih Rıfkı Bey (Atay), işin nereye vardığını göstermek için ilginç bir hâtırasını naklediyor:

”…dağıldıktan sonra, dostum Abdülkadir yanıma geldi; kendisi bir defa demişti ki: “…ben Asya Türklerinin çoğunun lehçelerini biliyorum. Sizin ve Yakup Kadri’lerin lehçesini de anlıyorum. Benim aklımın ermediği bir lehçe varsa, o da Türk Dil Kurumu’nun lehçesi…”

Günümüzde, Gazi’nin ‘Nutku’ nu bile, okuyup anlayamayan gençler varsa; işte bu, o lehçenin marifetidir…”