Tutuculuk dediğimiz zaman sadece,din olgularından çıkan çıkarımları algılamak aslında büyük bir yanlışlıktır. 

Bir kimsede, bir toplulukta, bir toplumda görülen değişikliklere karşı çıkma ve güven verici buldukları yerleşik değerlere, yapılara, düzene sıkı sıkıya sarılma tutumu,tutuculuktur.

Tutuculuk bir yandan ilerlemeye karşı çıktığı gibi, bir yandan da içinde bulunulan düzeyden daha geri bir aşamaya dönmeye de karşı çıkmaktadır. bu görüş, daha çok kurulu düzende mutlu yaşayanların benimsediği bir eğilimdir. Veya mutsuzlukla beslenenlerin hakim olduğu mutlu azınlıkların dayattığı görüştür.

Tutuculuk   kendisini bazen ,ilahi bir güce ,Bazen de kendisin bilimsel dediğimiz protokollere bağlar.

"Oktay babuna" olayı bunun bir bilimsel versiyonu değil midir? 

      Fransa  da bir doktorun ,Afrika da ki insanları deney için önermesi,bu bilim insanlarının  bazen etikliğinin sorgulanması gerektiği  konusunda bize yeterli veri vermiyor mu.

     Her iş yapanın ,ürettiği bilgi ile ve konumlandığı yer, ile birlikte ,işe nüfuz eden etik yoğunluk saptanabilmeli buna bağlı olarak güvenirliği topluma sunulmalıdır.

        

      Tutuculuk,kendisini her çeşit örtünün altında saklayacak bir anlayışa sahiptir.

      Yani her şey bir algı operasyonu olduğunu düşünmemiz için çok neden var."Paranoyak" olmadan  bize verilen veya bizim aldığımız verileri kendi sağlamamızı yapmamızın gerektiğini acil olarak öneriyorum. Bu konuda rasyonel bir algoritma geliştirmiş olmalıyız.

       Buradan yola çıkarak bireyin toplumdaki yerine baktığımız zaman;  alfred adler'in birey psikolojisinde anlattığı, "insanın toplumsal bir varlık olduğu" önermesi hâlâ kabul görmektedir. adler’e göre insanın toplumu oluşturduğundan öte toplum insanı oluşturur. toplumsallık duygusunun insana kattığı ilk iç güdü ise çevresindekileri, ailesindekileri koruma güdüsüdür. Bir insanın toplumsallık duygusunun gelişip gelişmediğini anlamak, onun diğer insanları korumaya ne derecede önem verdiğinden anlaşılabilir. bunun neticesinde insanın bilinmezlikten korkması gayet normaldir çünkü bilinmezliğin getirisi müspet olabileceği gibi menfi de olabilir . bu da insanın özü itibariyle tutucu olduğu argümanını destekler niteliktedir .

        Toplumların yenilikçi fikirlere meyilli oldukları neredeyse her dönemin askeri, siyasi, ekonomik ya da sosyal krizlerin sırasında ya da sonrasında olması insanın özü itibariyle tutucu olmasına rağmen konjonktüre göre özünü inkar eden temayüllere sahip olabileceğini gösterebilir. bu krizler yenilikçi fikirleri popüler yapabileceği gibi tutucu hareketleri de kuvvetlendirebilir  Müsbet veya menfi durumlar toplumun sosyolojik ve siyasal konjonktüre göre değişiklik gösterebilir.

               Günümüzde can alıcı soru" bilimsel çalışmaların ayaklarından biri olan halk sağlığını  tüketici olarak konumlandıran şirketlerin oluşturması ve bilimsel çalışmaların diğer ayakları olan tedavi ve hastalık ayaklarının birbirini besler konuma gelmeleridir.Bu piramidin tepe noktası şirket ,tabanı ise vahşi ve acımasızca sömürü sisteminde can çekişen insanlığımızdır.

        Bu ortamda adalet duygumuzu ve boyun eğmeme refleksimizi sürekli canlı tutmalıyız.

        Ve sorgulamalıyız;

        Neden  bu virüs ?

        Neden evler de yaşam  antrenmanı yapıldı.

        Neden her şey elektronik ortamda yapılmaya zorlandı.

        2012 yılından beri Amerika da bir  robot eczacı var ve bu eczaneyi yönetiyor(Harri ri)  yüzde 99 başarılı bir şekilde. Yine aynı yazarın eserlerinde bahsedildiği gibi "gereksiz bir insan sınıfı " kavramıdır.Şunu da unutmamız gerekir ki kadınları çalışma hakkı sanayi devriminin işçi ihtiyacından olduğu da söyleyen azımsanmayacak sayıdadır.İhtiyaçlar sosyolojik durumu ve siyasal ortamı belirliyor. .(Burda amacım bu konuları biraz kanatmak)

        Algı yönetenler aslında sosyolojik yönlendirmeden bir üst olan artık genetik müdahalelere geçmişler.(Yediklerimiz içtiklerimiz)

       Bizim tek çaremiz ihtiyaçlarımızı küçültmek (İHTİTACI OLMAYAN KİŞİ EN ZENGİNDİR) Basit yaşamak ve  aslımıza dönmek.