0 yaşındaki kızımla insanın eşsiz olması üzerine bir sohbet etmiştik uzunca bir süre önce. O yeryüzünde kimsenin eşsiz olamayacağını ya annesine ya babasına benzeyeceğini iddia ediyordu ve sürekli kendi ailemizden örnekler veriyordu. Daha bu küçücük yaşında bir şeylerin parçası olması gerektiği inancı bir şekilde aklına yerleştirilmişti ve aynı özden yaratılıp farklı yaşanmışlıklar dolayısıyla farklı seçimlere ve dolayısıyla yolculuklara ve geleceklere yönelebileceğimiz inancı ona ilk etapta çok üzüntü duyulacak bir şeymiş gibi geliyordu.
İllaki aileden birlerine benzemek, onunla bir ‘bütün’ hissetmek istiyordu. Kim bilir, belki çocuk saflığındaki dünyasında, bunu ifade edebilme özgürlüğü hala kirlenmediğinden dile bu kadar kolay getirebiliyordu. Oysa biz yetişkinler bir siyasi partinin üyesi, bir futbol takımının taraftarı, bir şirketin çalışanları, bir markanın tüketicileri, bir dinin herhangi bir dalının uygulayıcıları olarak sürekli bir şeyler altında birleşme ve bütünlüğü dışarıda bulma arzusundaydık da bunu hiçbir şekilde kendimize itiraf edemiyorduk. Bazen bir grup tarafından sahiplenilme, onaylanma ihtiyacımız tüm benliğimizi ele geçiriyor, bizi diğer gruplarla cahilce mücadelelerinin bile içine itiyordu.
Bütün bunlar zihnimden geçerken kızıma, eşsiz olmanın kıymetli bir şey olduğunu, bunu ileride bir kez daha konuşacağımızı ve o zaman bunda üzülecek şeyler görmeyeceğini ama sadece şükran duyacağını söyleyip konuyu kapattım. Çocukların ruh dünyası, öyle öze yakın ki biz kendi karıştırılmış aklımızla onların alanlarında ip atlamadığımız sürece doğru yanıtları onlar kaynağından çekip çıkarıyorlar bir şekilde. Bize düşen ise sadece onların güvenli ve sevgi dolu alanını tutmak oluyor.
Aradan bir süre geçti. Bu haftanın yazısı için bilgisayarımı elime aldığımda aslında sosyal medyadaki anketimizde talep edilen konulardan ikincisi olan evlilik üzerine bir şeyler yazmaya başlamıştım. Kızım yanıma sokulup günler önceki eşsizlik muhabbetimize binaen “anne insanların neden eşsiz olduğunu ve bunun neden iyi olduğunu anladım” dedi. Biraz yorgunluk biraz yazımın bölünmesinin rahatsızlığı ile ekrandan gözümü ayırmadan yazıma devam ederek “nedenmiş” dedim. “Çünkü ‘doğada mükemmel yoktur’ diyorsun ya hep ve ‘dolayısıyla da mükemmel insan yoktur, hatasız ve de simetrik insan yoktur’. O zaman eğer mükemmel olsaydık, her şey ve herkes birbirinin aynı olurdu. Oysa mükemmel değiliz, bu da hepimizi eşsiz yapıyor. Yani mükemmel olmamamız böylelikle eşsizliğimizi yaratıyor.” Bir an sustum, ruha dokunulan o her anın kıymetini bilenler anlar, öylece gözlerim dolu, sustum. Bir süre sonra tüm yazıyı silip bu yazıya başladım yeniden.
İşte böyle bir şeydi… Biz kitaplarda, eğitimlerde, tecrübelerle ‘u dönüşümüzü / geri dönüş / eve dönüş yolumuzu’ arıyorduk, tüm ‘öğrendiklerimizin’ üzerine demleniyorduk, sağ beyin ve sol beyin dengesini böyle bir dünyanın içinde bulmayı ve korumayı hedefliyorduk. Oysa bir çocuk (ve aslında her çocuk) henüz koparılmadığı ruhuna dokunup bütün cevapları kaynağından çekip çıkarıyordu.
Bir yerlere ait olma ve mükemmellik arayışımız, beşer yanımızı bir türlü tanıyıp kabullenmeyişimizden, gerçekliğimize dokunamayışımızdan ileri geliyor. Bazen hayatlar, o kadar ayrılıyor ki gerçekte var olan şeklinden, bütün bir ömür diğerlerinin onayına sunulmuş, bolca süslenmiş vitrinleri korumakla geçiyor.
Hepimiz fark ediyoruzdur, günümüz dünyası bir yandan çılgınca materyalizme ve güce tapınmaya yuvarlanırken bir yandan da her yeni bir gün, yeni birileri, yeni bir yöntem ile ruhumuzu nasıl bulabileceğimizi, gerçek hayatlarımızı nasıl yaşayabileceğimizi anlatıyor. İşte materyalizm, tamamen bu vitrini ayakta tutabilmek için besleyip büyüttüğümüz bir balon, bu da beraberinde güç arayışını getiriyor çünkü ortada suni yaratılan bir vitrin var ve arkasında hiç görülmesi istenmeyen şeyler… Bu gerçeğe direnişi sağlamak ve korumak için güç gerekiyor. Bu, yorucu, yıpratıcı bu hayat temposu ruhu tatmin edemediğinden, özünde en büyük ihanet kendi ruhumuza yapıldığından, arayışlar artıyor. Böylelikle paralelinde; gerçekliği, ruhu bulmayı arayan, insanın kutsallığını ortaya çıkaran, dengeyi sunan yöntemler de artış gösteriyor.
Lakin bu arayışlar, hep vitrin yaşam tarzını geride bırakmadan başladığı için yolun başında, farkındalığı artırmak, ruha ulaşmak ve gelişmek için bütün öğretiler ve uygulamalar da içselleşmek yerine vitrine eklenmeye devam ediyor. Bu yüzden belki de farkındalık yolculuklarında, bu vitrinlerin kırılıp çöktüğü anları, yaşayana büyük acılar getirmesine rağmen şükranla karşılıyoruz. Yıkım gerçekleşmeden doğru bir yaratım da gerçekleşemiyor çünkü. Aynı gözlükler arkasından bakmaya, her şeyi bu alışkanlıklar çerçevesinde var olan düzene eklemeye çalışmaya, bir son veriyor yıkım. Ancak sonra küçücük bir çocuğun daha doğmadan içine yerleştirilen o pusulayı okuyabildiği ama zamanla unutturulan gerçekliklerimize dönüş başlıyor. Beşer yanlarını kabulleniyor insan. Bu illüzyonu ancak mükemmel olmayan yanlarımızı keşfettikçe aşabileceğimizi, kırılan, kopan, yaralanan, çöken, yanan, çürüyen ne varsa gerçeğe o kapılardan sızabildiğimizi görüyor. Üzüldüğümüz, pişman olduğumuz, ilaç aradığımız, kaçtığımız, utandığımız ne varsa oralardan edindiğimiz tecrübeler belki de popular tabirle ‘portallarımız’ oluyor bizim. Mükemmelleşerek yaşayacağımızı sandığımız tatmini ‘ne gariptir ki’ aslında şimdi ‘kusurlu’, ‘hatalı’, ‘karanlık’ bulduğumuz yanlarımızın eşsizliğinin keşfi ile sağlayabiliyoruz.