Beni tanıyan herkes, bir dedesi polis ve bir dedesi başçavuş olan biri olarak ülkemin askerine ve polisine duyduğum sevgi, saygı ve minneti de bilir. Bu yüzden bu röportajı yapmak benim için çok büyük bir gurur…  1971 yılında Karasenir’de Şekire Ebe’nin elinde gözlerini açmış, Çanakkale milletvekili Şefik İnan’dan ismini almış, ailesinin evi Pınar Apartmanı’ndan çıkıp mülakatlara gitmiş ve Jandarma Okulu ile yolculuğu başlamış olan Emekli Yarbay ŞEFİK ÜNAL ile bir araya geldik. Askerlik hayatını, yaşadığı zorlukları, o zorluklarla mücadelesini ve sonrasındaki başarılarını kendisine sordum. Ben çok zorlandım bazı soruları sorarken ve çok duygulandığım oldu aldığım cevaplardan ancak çok şey de öğrendim, dilerim size de ışık olur. 

Hoş geldiniz komutanım. Öncelikle röportaj teklifimi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Nasıl bir ailede büyüdünüz? Nasıl bir çocukluk yaşadınız?

Merhabalar Yağmur Hanım. Bu sorunuza çok mutlu bir çocukluk geçirdim gibi bir cevap vermeyi çok isterdim aslında ama maalesef yıllar ilerledikçe çocukluğuma baktığımda hiç de kolay bir çocukluk geçirmediğimi daha iyi anladım. 1971 yılında, çalışan, üreten, dış dünyaya kapalı bir köyde, çiftçi bir baba ve okuma yazması dahi olmayan tertemiz Anadolu insanı olan bir ev kadınının altıncı çocukları olarak dünyaya gelmişim. 

Hangi askeri eğitimleri aldınız?

Deniz Çınar: Eski Şarkılar Daha Duygulu Ve Samimi Geliyor Deniz Çınar: Eski Şarkılar Daha Duygulu Ve Samimi Geliyor

1985 yılında Jandarma Astsubay Hazırlama Okuluna girip 1989 yılında Jandarma Astsubay Çavuş rütbesiyle mezun oldum. Birçok meslek dalında olduğu gibi jandarma teşkilatında da meslek içi eğitimler ve kurslar süreklilik arz eder. Bu bağlamda elbette meslek hayatım boyunca birçok eğitim ve kursa katıldım. Bunlardan en başta gelen birkaç tanesini sayayım size örnek olarak. 1989 yılında mezun olduktan sonra aynı sene Kasım ayında Foça Jandarma Komando Okuluna kursa çağrıldık, orada jandarma komando eğitimi gördük ve eğitimi başarıyla tamamlayıp komando olarak ayrıldık. Daha sonra 1991 yılında şimdiki ismiyle ise Özel Kuvvetler Komutanlığı olan o zamanki ismiyle Özel Harp Dairesinde yaklaşık 3 buçuk ay süreli yine dönemin şartlarına uygun terörle mücadeleye yönelik bir eğitim gördük. 1996 yılında subaylık sınavına girmeye hak kazanmıştım, sınava girdim ve başarılı oldum. Jandarma Subay Okulunda Jandarma Subay eğitimi aldım ve Teğmen rütbesiyle oradan mezun oldum. Ondan sonraki süreçte dediğim gibi meslek içerisinde pek çok farklı alanda mesleğe yönelik olarak eğitimler ve kurslar gördük.

Biliyorum ki kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde görev yapmayı göze alabilmek için insanın hayatta bir amacı olması lazım. Bir vatan sevgisi, bir bayrak sevdası olması lazım. Asker olmak hayaliniz miydi? O yıllara dönseydiniz yine aynı okullarda okuyup, yine aynı eğitimleri alıp, yine bugün emekli Yarbay Şefik Ünal olmak ister miydiniz?

Evet Yağmur Hanım, tek kelimeyle evet. Asker olmak elbette ki çocukluktan beri hayalimdi. Bir kez daha değil, bin kez daha bu dünyaya gelsem yine asker olmayı ve özellikle de jandarma olmayı seve seve isterdim. Hayalimdi ve hayalimi gerçekleştirdim. Hayallerim doğrultusunda bir meslek hayatı yaşadım. Sizin de dediğiniz gibi, askerlik son derece zor bir meslek. Hele hele jandarmalık daha zor, hele hele de jandarmada özel harekât ve operasyon birliklerinde görev almak çok daha zor. Ben en zor şartlarda görev yaptım hep. Ama asla pişmanlık duymadığım gibi; seve seve, gururla ve büyük bir mutlulukla görevimi yaptım. Aynı gururu hâlâ daha taşımaktayım. Bu meslek, daha doğrusu askerlik bir meslek değildir aslında, bir yaşam tarzıdır. Ve sadece sizin kendinizin yaptığı bir meslek asla değildir. Ailenizle, anneniz ve babanızla, kardeşlerinizle, eşinizle, çocuklarınızla birlikte yaptığınız bir meslektir. Onlarla birlikte acılara katlandığınız, zorluklara göğüs gerdiğiniz, çilelerini çektiğiniz, mutluluklarını paylaştığınız bir meslektir. Bazı insanların dışarıdan gördüğü gibi para için ya da makam mevki için yapılacak bir görev değil bu. İnsanın gerçekten öncelikle insan sevgisi, sonra vatan ve bayrak sevgisi, devletine ve milletin, Cumhuriyet’ine duyduğu bağlılık ve sadakat, bu saydıklarım olmadan olabilecek bir şey asla değil. Şunu ifade etmek istiyorum; biz mesleğe başladığımızda özellikle Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da terörle mücadele bölgesinde görev yaparken üzerimizde her zaman büyük Türk Milletinin sorumluluğunu ve yükünü hissettik. Bizler o güne kadar bu devletin sağladığı imkânlarla okullarda okuduk, eğitimler aldık, maaş aldık, geçimimizi sağladık ve tabiri caizse seçilmiş insanlar olarak bu mücadelede nöbet sırası bizdeydi. Bunun bilincindeydik ve bu sorumlulukla hareket ettik hep. 

Yarbay Şefik Ünal olmasaydınız şu an ne yapıyor olurdunuz? Bu sorunun cevabını sizden alacağım ancak benim emin olduğum tek şey “İki Mermi Bir Hayat” yazılmış olmayacaktı ve şu an bu röportajı yapıyor olmayacaktık. Bazen en büyük trajediler en güçlü esin kaynağı olabilir diyebilir miyiz?  Askerlik hayatının sizden götürdükleri kadar size kazandırdıkları da oldu mu? Kazandırdıkları nelerdir? Götürdükleri nelerdir?

Asker olmasaydım muhtemelen ya hukukçu ya da öğretmen olurdum. Ebetteki çocukluk hayalimdi diyorum ama gerek asker olduktan sonra gerek bu zamana kadar geçen süreçte iki mesleğe son derece hayranlığım var. Hukuka ve adalete olan inancım ve saygım sonsuzdur. Öğretmenlik de bana göre çok kutsal bir meslek. Çocuklara bir şeyler öğretmek hamuru işlemek gibi bir şey. Kısa süreli de olsa öğretmenlik bana da nasip oldu. Milli Güvenlik derslerine girerek öğrencilerle buluşma fırsatım olmuştu. Sizin de belirttiğiniz gibi bu zorluklar, acılar ve çileler olmasaydı “İki Mermi Bir Hayat” diye bir kitap olmayacaktı. Bu kitabı yazmaktaki maksadım gençlere ışık tutmak, 90’lı yıllarda yaşanan birtakım gerçekleri doğru bir şekilde yeni nesillere aktarmak ve yeni nesillerin başta meslektaşlarım olmak üzere bu mesleği icra eden ve edecek olan genç kardeşlerimin bu olaylardan ders almasını sağlamaktı. Belki daha rahat şartlarda görev yapmış olsaydım bu kitap ortaya çıkmayacaktı. Hâlâ düşünüyorum şu an defalarca zihnimde sorunuzu ve o kadar çok benden götürdükleri var ki saysam sitem ediyormuş gibi olacağım. 14 yaşında askerliğe başladım ben Yağmur Hanım, bu yüzdendir ki benim mahalleden çocukluk arkadaşım neredeyse hiç yoktur. Ben sorulduğu zaman Nevşehir doğumluyum ve Ankara’da büyüdüm diyorum ama aslında Türkiyeliyim. Ben Muşluyum aynı zamanda, Mardinliyim, Pamukovalıyım, Tokatlıyım… Yani görev yaptığım her yerde ben kendimi her zaman oraya ait hissettim. Ama tamamen ait hissettiğim bir şehir yok benim, hiçbir yerde o kadar uzun kalamadım çünkü. Benden götürdüğü çok şey sayarım ama hiçbirinden de pişman değilim. Sağlığımız da olumsuz anlamda çok etkilendi. Birçok arkadaşımla birlikte zor arazi ve iklim koşullarında görev yaptık, o zor koşullar daha sonra birçoğumuzda sağlık problemleri olarak geri döndü. Getirdiklerini ise elle tutulur gözle görülür bir şey olarak tek tek saymam mümkün değil ama tartışmasız bıraktığı şeyler var; büyük bir onur, gurur ve mutluluk. Görevini layıkıyla yerine getirmiş olmanın büyük bir huzuru var bende. Bunun dışında ülkemizin dört bir yanından birçok farklı kültüre sahip çok güzel insanlar tanıdım. 

“İki Mermi Bir Hayat” nasıl çıktı ortaya?

Bu kitabı yazma fikri yaklaşık 3-4 yıl önce oğlumdan geldi. Eş dost sohbetlerinde zaman zaman geçmişe dair anılarımızı anlatırken oğlum bu anılarımızın büyük bir kısmını ilk defa ve şaşkınlıkla dinliyordu. Doğu ve Güney Doğu’da da çocuklarımız bizimle birlikteydi, bizim yaşadığımız bazı zorlukları onlar da bizimle birlikte yaşadılar ve şahitlik ettiler. Buna rağmen biz arazide ve görevde ne yaşadıysak elimizden geldiğince ailemize ve çocuklarımıza yansıtmamaya çalışıyorduk. Yine bir gün dostlarımıza bir anımı anlatırken oğlum bana “Bunları herkesin bilmesi lazım, neden yazmıyorsun?” dedi. Ben kendimce geçmişten beri küçük küçük notlar alırdım ama “Oğlum ben ne anlarım kitap yazmaktan” dedim. “İçinden geldiği gibi yaz sadece” dedi ve ben de bir şartla kabul edeceğimi söyledim. “Ben yazayım sana emanet edeyim ve sen de ben öldükten sonra istediğin gibi düzenletip yayınlatırsın” dedim. “Hele sen bir yaz” dedi ve ben o şekilde yazmaya başladım. Bu süreçte kitabın editörlüğünü yapan Göksu Orman da bana yazma konusunda hep destek verdi.  

Bu kitabı neden yazdınız? Kitabın amacı neydi?

90’lı yıllar Türkiye’nin en karanlık yıllarının yaşandığı bir dönem… Döneme ilişkin pek çok yazı ve iddia var. Doğru ile yanlış birbirine karışmış. Yazılan yazılardan bir kısmı gerçekçi değil. Üzerinden mermi geçmemiş, botu toprağa değmemiş, bir gün olsun soğukta tir tir titreyerek sabahlamamış, aç kalmamış, acı çekmemiş insanlar bir şeyler anlatıp yazıyorlar. Olayları bizzat sahada yaşayan ve iliklerine kadar hisseden birisi olarak benim ve benim gibi diğer arkadaşların da artık bazı şeyleri söylemesi ve anlatması gerektiğine inandığım için bu kitabı yazdım.  O dönem bu çileleri yaşayan insanlar, mücadeleler esnasında şehit olan tüm güvenlik kuvvetlerimiz ve sivil vatandaşlarımız, gazilerimiz, hepsi unutuldu. Bu kitabı bu yüzden yazdım Yağmur Hanım. Unutulmasın, yeni nesillere aktarılsın, yeni nesil birtakım olaylardan ders çıkartsın diye… 

4 Kasım 1992’de 15-20 terörist ile bir çatışma yaşamışsınız, hatta ayağınızdan vurulmuşsunuz. Ve birçok daha çatışmada bulunmuşsunuz. Sizin gibi birinin ölüm korkusunu aşmış olduğuna eminim ancak o an insan neler düşünüyor?

30 yıl geçmiş aradan… O gün 15-20 kişilik değil de 54 kişilik bir grup yol kesme eylemi yapmıştı. Biz de yol kesme eylemi olduğundan habersiz bir şekilde Hasköy’e giderken kapana düşer gibi kendimizi terörist grubunun ortasında bulmuştuk. Neden 15-20 kişi dedim, çünkü o an gözümle görebildiğim sayı 15-20 kişi civarındaydı. Benim görmediklerimle birlikte toplam 54 kişilik bir gruptu, daha sonraki istihbarat raporlarından 54 kişi olduklarını öğrendik. Yaklaşık 4 ay sonra alınan bir istihbarat neticesinde bu grubun yeri tespit edilmişti ve tamamı imha edilmişti. Biz de imha edilen kamp alanına helikopterle atılmış ve tek tek tespit yapmıştık. O olaydan sonra da defalarca buna benzer çatışmalara girdik, defalarca ölümden döndük. Kendimi gerçekten mucize eseri yaşıyormuşum gibi hissediyorum, ya da ikinci, üçüncü, ya da dördüncü hayatımı yaşıyormuşum gibi hissediyorum bazen… Ölüm korkusu konusuna gelince, ifade etmesi zor bir durum bu. Elbette kimse ölmek istemez. Ancak inandığınız bir şey varsa ve bir uğurda mücadele ediyorsanız, zor bir göreve talip olduysanız ve karşılaşacağınız risklerden en yakınının ölüm olduğunu biliyorsanız bazı şeyleri aşmanız daha kolay oluyor. Bir askerin birinci önceliği yaşamak ve hayatta kalmaktır. Yeri geldiğinde ölmeyi de bilecektir ama ilk öncelikli görevi dediğim gibi hayatta kalmaktır. Biz hayatta kaldığımız sürece başarılıyızdır. 

Kitabınızda da anlattığınız Ayıboğan lakabı ile Şehit J.KD. ÜTĞM İSMAİL MORAY’dan da bahsetmek isterim. Şimdilerde onu nasıl hatırlıyorsunuz? Nasıl biriydi? 

Büyük bir özlemle hatırlıyorum onu. Bu vesileyle hem Ayıboğan’a hem de tüm şehitlerimize bir kez daha rahmet ve yakınlarına baş sağlığı diliyorum. Ayıboğan ile tanışmamız 1993 yılı bahar aylarında olmuştu. Ben ve birkaç arkadaşım Ayıboğan’ın timine atanmıştık. Ayıboğan batı illerinden birinden bizim birliğe tayin olmuştu. Onun bizim tim komutanımız olarak atandığını duyunca kimdir diye sorduk soruşturduk ve çok meşhur biri olduğunu öğrendik. Harp Okulundan kendisinin 3-5 devre öncesi ve 3-5 devre sonrası da herkes onu tanıyordu. Kimisi “manyaktır o” diyor, kimisi “kahramandır” diyor, kimisi de “yandınız siz” diyordu. Eğitim için Foça’ya gittiğimizde kendisiyle ilk defa orada tanıştık. İlk tanışmamızda çok fazla ısınamadık, “Bu adam bizim başımızı belaya sokar” dedik, çok disiplinsiz ve rahat olduğunu gördük, deli olduğunu düşündük açıkçası. Ama 1 hafta sonra gerçek Ayıboğan’ı tanıdık. Her şeyden önce müthiş bir komutandı. 

Bir anınızı anlatır mısınız?

Bir gün bir karakola gitmiştik görev dönüşünde. Karakol personelinden bir tanesi Ayıboğan’ı karakola yemeğe davet etti. Ayıboğan ters ters baktı ve “Tim’in hepsine yetecek kadar yemeğiniz var mı?” dedi. O arkadaş da “Yok komutanım ama size ikram edebiliriz” dedi. Ayıboğan sinirlendi. Tim’im yemek yemiyorsa ben de yemem” dedi. “Oturur kumanya yeriz, sizin yemeğinize ihtiyacımız yok” dedi. 

Lakabı nereden geliyor?

Askeri Lisede okurken güreş takımındaymış ve önüne gelen herkesi anında devirirmiş, güreş kuralları falan da dinlemezmiş. Kiminin kemiğini kırarmış, kiminin kulağını kırarmış. Bu yüzden lakabı Ayıboğan olarak kalmış ve herkes onu bu isimle tanırdı.

Sizin de bir lakabınız var mıydı o dönemlerde? Neden takma isimler kullanılıyordu?

Biz orada 2 isim kullanıyorduk. Bir kod ismimiz vardı, resmi kayıtlarda dahi o kod ismi geçerdi. Bir de Tim içerisinde herkesin olmasa bile birçoğumuzun lakabı vardı. Benim lakabım Kundakçı idi. Arazide ateş bizler için hayat kaynağıdır, su kadar önemlidir. Tabii arazide ateş yakmanın püf noktaları var ama birçok zorluğu da var. Mesela 1 metre karın üzerinde ortalıkta yakacak hiçbir dal bile yokken ateş yakabilmeyiz. Ya da yağmur yağmış ve bütün dallar sırılsıklam olmuşken de ateş yakabilmeliyiz. Tim içerisinde en hızlı şekilde en güzel ateşi ben yakardım. Her durumda da ateş yakardım. Bu yüzden arkadaşlarım bana Kundakçı derdi.

Gültekin “Ayıboğan’ı şehit verdik” dediğinde neler hissettiniz?

Benim için cevaplaması en zor sorulardan bir tanesi… O an aradan geçen bunca zamana rağmen hiç aklımdan çıkmadı. O anki tazelik de saniye saniye hep aklımda. O çatışmadan 15 dakika kadar önceydi ve yan yanaydık. Birlikte sıçrayalım yukarıya dedim, hayır dedi. Çıkarken sıkı sıkıya bana tembih etti, benden haber almadan asla yerini terk etme dedi, emredersiniz dedim. Yukarıya çıktılar, çatışma daha da şiddetlendi. Yaralı bir astsubay ağabeyimiz vardı, onu alıp çekebilmek için kahramanca canını hiçe saydı ve teröristlerin içine attı kendini. Asla canını düşünmezdi. Yaralı astsubayı çekerken başından aldığı tek kurşunla şehit olmuştu. Ben sesini duyuyordum, talimatlar veriyordu, aramızda konuşuyorduk, durum hakkında bilgi veriliyordu, koordine yapılıyordu. Sonra birden sesi kesildi. Ben kendisine birkaç defa çağrı yaptım, yukarıya gitmek için izin istedim ama çağrılarıma cevap vermedi.  Çatışmanın ortasında Gültekin, “Ayıboğan’ı kaybettik” dedi. Dünya durdu o an benim için. Kaç saniye, kaç dakika ya da kaç asır durdu hatırlamıyorum. Onun için dünya durmuştu ama benim için de durmuştu. 

Nasıl bir Türkiye hayal ediyorsunuz?

Hatırlar mısınız, güzellik yarışmalarında adaylara sorarlardı “Nasıl bir dünya hayal ediyorsun” diye ve onlar da “Barış, huzur, hayvan hakları” derlerdi. Şimdi ben de klasik olarak ilk etapta barışın, huzurun, refahın hâkim olduğu, terörün ve savaşın olmadığı bir Türkiye hayal ediyorum. İnsanların sokakta, asansörde karşılaştığı zaman güler yüzle birbirine günaydın dediği bir Türkiye hayal ediyorum. Küçücük bir kusuru da olsa insanların özür dilemeyi bildiği bir Türkiye hayal ediyorum. Dünyanın en güzel coğrafyasında yaşıyoruz, bu güzel coğrafyada yaşamanın zorluğunu biliyoruz ve bedelini de ödüyoruz. Her anlamda güçlü bir Türkiye özlemim var benim.

Kitabın ismi neden “İki Mermi Bir Hayat”? 

Kitabımda da anlattım; Muş’a tayinim çıkınca gidip orada bir ev tuttum ve eşimi ve ev eşyalarımı getireceğim Muş’a. Birkaç gün izin aldım bunun için ve Ankara’ya geldim. Silahımı bavuluma saklamıştım askeri kimliğimle birlikte. Ama dönüşte o riski göze alamazdım. Çünkü eşim vardı yanımda. Otobüs gece yarısı Elazığ-Bingöl arasında ilerlerken endişem daha da arttı. Hava karardıktan sonra birçok yerde yol güvenliği yoktu. Eşime özellikle endişemi belli etmiyordum, “Sıkıntı yok, yollar güvenli” diyordum ama tabancamı tam dolduruşa aldım, iki koltuğun arasına koydum ve elim de hep silahımdaydı. “Şimdi yol kesilirse teröristlerin birkaçı ön kapıdan girer birkaçı arka kapıdan girer” diye hesap ediyordum içimden. O esnada şarjörümdeki mermilerin tamamını teröristlere boşaltacaktım ve son 2 merminin de birini eşime ve diğerini de kendime ayıracaktım. Kafamdaki plan buydu. Asla teröristlere herhangi bir şekilde teslim olmayacaktım. Biliyordum ki teslim olsam dahi orada öldürülecektim. Tek başıma olsam çok daha rahat olurdum belki ama eşim olduğu için sorumluluğum daha çok artmıştı. İşte kitabın ismi buradan geliyor Yağmur Hanım. Son iki mermi… Son iki mermiyi kendimize ayırmıştık… Bazen iki mermi bir hayatı kurtarır ama bazen de iki mermi bir hayatı hatta bin hayatı alır götürür…

Kaleme aldığınız yazıları kitaplaştırma fikrini size sunan oğlunuz Av. Türker Ünal ismini, Timin ilk şehidi olan J. ASB TÜRKER GÜÇLÜTÜRK’ten alıyor.  Oğlunuz ile aranızdaki baba oğul ilişkisinden de bahsedelim isterim. İyi bir asker olduğunuz kadar iyi bir baba mısınızdır? Asker babalar sert mi olur? 

4 Kasım 1992’de Türker ağabeyin şehadetinden sonraki süreçte eşimin hamile olduğu haberini almıştık. Erkek olduğunu öğrenince eşimle birlikte hiç düşünmeden Türker Güçlütürk’ün ismini yaşatmaya karar verdik. Tereddütsüz bir şekilde oğlumuza Türker ismini verdik. 2 oğlum var, ikisi de dünyadaki tek hazinemdir. Türker; taşıdığı ismi gururla taşımakta, layık olmaya çalışmakta ve isminden de son derece memnun. Türker ve İlker ile baba oğul ilişkimiz hakkında en doğru cevabı aslında onlar verir ama bana sorarsanız onlar benim en yakın arkadaşlarımdır. Bazen mesleğimizdeki sıkıntıları ve stresi istemesek de evimize ve çocuklarımıza yansıtmış olabiliriz. Asker çocuğu olmak zordur Yağmur Hanım. 

Kitabınızı tesadüfen gördüm, merak edip sizi araştırdım ve İki Mermi Bir Hayat’ı okuyup röportaj teklifiyle size geldim. Tekrar beni kırmadığınız için çok teşekkür ederim. Ben dahil tüm gençlere örnek olacak ve belki de ilham verecek olan kitabınızı sizden dinlemek benim için büyük bir gurur. Buradan bir kez daha bu ülkenin koca yürekli fedakâr her bir polisine ve askerine selam yolluyorum ve onları Allah’a emanet ediyorum. Röportajımızın sonunda sizin de son sözlerinizi almak isterim. Kapanışı size bırakıyorum…

Bu yürekten sözleriniz için ayrıca teşekkür ediyorum size… Ben Orta Anadolu’nun kurak topraklarında doğmuş, sıradan hatta gariban da diyebileceğimiz bir Anadolu çocuğuyum. Ben ve emsalim olan arkadaşlarımızla Askeri Okulda bir yolculuğa çıktık, mezun olduk, hizmet ettik. Okurlarınız da emin olsunlar ki, canıgönülden hizmet ettik. Benim gönlüm şu anda son derece müsterih, yapmam gerektiğini yaptığıma inanıyorum. Bundan önceki sorularınızda da zor soru diye söyledim hep ama galiba en zoru bu son sözler oldu benim için. Ahkâm kesmek ya da ukalalık yapmak istemem ama son sözüm tavsiye olsun isterim. Son yıllardaki üretmeyen, düşünmeyen, sorgulamayan, sosyal medyanın esiri olmuş insanlara bir şeyler söylemek isterim. İlgi, bilgiyi doğurur. Merak, bilimin temelidir. Emek vermeden hiçbir şey olmaz. Emek vermeden yemek dahi yiyemezsiniz. Kolaycılığı ve hazırcılığı bir kenara bırakalım ve hepimiz bir şeyler yapalım. Atatürk’ün “Vatanını en çok seven görevini en iyi yapandır” diye bir sözü var. Herkes görevini iyi yapmalı. Tabii önce aile içinde başlayacağız. İyi bir baba mısınızdır diye sormuştunuz bana mesela. İyi baba, iyi anne, iyi evlat, iyi komşu, iyi esnaf, iyi işçi olacağız. Zaten sonrasında iyilik çoğalarak artar. Sizin vasıtanızla bu satırları okuyan her bir bireye son mesajım şu olsun; Var. Birileri var. O birileri zamanla belki ya da zamanı geldiğinde siz olacaksınız. İyilikte, başarıda, güzellikte yarışmak var. Bunları seçelim. Önce size ve sonra tüm çalışma arkadaşlarınıza ve bu satırları okuyan herkese esenlikler diliyorum. Teşekkür ediyorum