‘İslamiyet’e mesâfeli Arapça düşmanlarının işgüzarlığı ile dilimiz milletimize yabancılaştırıldı’
Türkçenin uzmanı ve âşığı YAVUZ BÜLENT BÂKİLER ile TÜRKÇEMİZ üzerine uzun soluklu bir mülakat
Oğuz Çetinoğlu: Maymuncuk gibi her kelimenin sonuna konuluveren ‘-sal / sel’ takılarını kullanmak istemeyenler, ‘toplumsal’ ve ‘küresel’ kelimelerinin yerine hangi kelimeleri tercih etmeliler? ‘Küresel’ yerine, ‘global’ kelimesini de yabancı kökenli olduğu için kullanmak istemeyenleri düşünerek uygun bir kelime bulunabilir mi? Yoksa, ‘Bu da böyle olsun!’ mu denilecektir?
Yavuz Bülent Bâkiler: Sorunuza cevap vermeden önce, bir özelliğimi belirtmek istiyorum: Ben bu sel ve sal eklerinden kat’iyyen hoşlanmıyorum. Hatta diyebilirim ki onlardan nefret ediyorum. Niçin diyeceksiniz. Prof. Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun ifadesiyle: “Türkçeyi sal’a bindirip, sel’e verdikleri için.” Bu konuda, iki meşhur edebiyatçımızın görüşlerini de dikkatinize sunuyorum. Biri Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu. Türkçemizin gramerini yazan dil âlimlerimizden olduğunu biliyorsunuz. Ötekisi Cumhuriyet devrimizin en güzel kalemlerinden Falih Rıfkı Atay. İkisi arasında, bu sel ve sal ekleri dolayısıyla geçen bir sohbet, Dünya gazetesinin 16-17-18.19.9.1965 tarihli nüshalarında yayınlandı. Sohbet uzun. Ben onu, özetleyerek vermek istiyorum. Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu diyor ki:
“Dil bahsinde, Sayın Falih Rıfkı Atay’la, eskiden beri kolay anlaşırız. Ondaki ana dili hâkimiyeti ve katıksız dil zevki, bendeki -karınca kararınca- dil bilgisiyle karşılaşınca, hemen her defasında aynı görüşe varmışızdır. Geçenlerde bana sordu:
– Bu -sel- sal’lı kelimelere şimdi ne diyorsun?
– Gene uydurma diyorum... Bilirim, sen bunlardan hiç hoşlanmazsın.
– Hiç! dedi. Senin bu nispet sıfatları üzerine bir incelemen vardı. Onu yeniden okumayı isterdim.
– Göndereyim, dedim. 1943 yılında, Ülkü dergisinde çıkmış 3 parça yazının kesitlerini kendisine gönderdim. Dostum Atay, bir Pazar Konuşması’nda bunlardan bahsetti. Ve bu incelemeyi yeniden Dünya’da yayımlamayı okurlarına vaadetti. Benim bildiğime göre, arada bu konuda ilmî bir tartışma olmamıştır. Ancak, sırası geldikçe (yetkililer demeyeceğim, bizde bu işlerden ilgiler anlar) bu eklerin Türkçe olduğunu söylemişler ve kumsal, uysal gibi örnekler göstermişlerdir.
Gerçekte, en eski Türkçede, isme gelen bir -il- ekinin varlığı kabul edilmektedir -l- ile biten çok heceli kelimelerimizden bazılarını, bu ek ile açıklamaya çalışırız. -cil-, -sil- gibi anlamları az-çok bilinen eski eklerin de, bunun birleşikleri olduğunu sanıyoruz. -el-, -al-, -sel-, -sal ile biten eski kelimelerimizin üremesini açıklamakta ise, daha çok güçlük çekiyoruz. Çatal, sakal, güzel gibi. Türlü sebeplerden dolayı, bu -el- ve -sel- ekleri. Türkçe kelime ve terim üretiminde kullanılmamalıydı.
1- Yaşayan Türkçede, ne türlü köklere geleceği ve ne anlam getireceği belli olan -el- ve -sel- ekleri yoktur. Bunlar, yapma ekler hissini verecek ve yadırganacaktır.
2- Bunlarla isimden nispet sıfatları yapılmak, yani Arapçanın -î- eki ile yapılmış nispet sıfatları karşılanmak istenmişti. Oysa dilimizin nispet sıfatları için, anlam incelikleri taşıyan çeşitli ekleri vardı. Bu iş için, biz böyle bir yapma eke muhtaç değildik.
3- Bu ekle, eski yazı dilimizdeki tek şekilli Arapça nispet sıfatları yine tek şekille Türkçeye çevriliyordu. Bu tek kalıp, dilimize, bir biçim ve anlam monotonluğu getiriyordu.
4- Aslında bu ekler, anadile dönme yolu ile değil, Lâtin dillerine özenme yoluyla bulunmuştu. Biz biliyoruz ki, bir ara bilginlerimiz, Hint-Avrupa dillerinin Türkçeden geldiğini ispat (!) etmişlerdi. Fransızcadaki -el-, -al- ekleri elbette Türkçeden geliyordu. Nitekim bizim -men-, -man- ekimizde Cermen dillerindeki -man- (adam) kelimesi ile aynı köktendi.
Oğuz Bey, Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu, burada Atatürk’ün son dil anlayışı olan Güneş-Dil nazariyesinin gayri ilmî, gayri ciddi, gayri mantıkî yapısıyla alay ediyor. Bildiğiniz gibi Atatürk 1936-1938 yılları arasında, Avusturyalı bir dil heveskârı olan Viyanalı Dr. Kıvergiç’in tesiri altında kalarak inanmıştı ki, ‘İlk insan Türktür!.. İlk lisan Türkçedir!. Bütün dünya dilleri Türkçeden doğmuşlardır!’ Atatürk’ün emriyle bu görüş, 1936-1940 yılları arasında Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde ders olarak okutulmuş, ancak 1940 yılında, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün emriyle kaldırılmıştı.
Yine Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu’nun açıklamasına dönüyorum. Diyor ki: “Demek ki, dilimizi millîleştiriyoruz derken de yine yabancı dillere özenmiş önce, bütün medeniyet dillerinin Türkçeden geldiğini iddia edecek kadar ileri varmışız. Bunun pek çiğ kaçtığını görünce de, bu uydurduğumuz ekleri savunmak için, “Canım, bunlar zaten Türkçede var. Uysal gibi, kumsal gibi” demişiz. Aslında, o kelimeler de bir şey ifade etmez. Bunlar çok defa, eski birleşiklerden kalmış kelimelerdir. Kumral da var. Sanırsınız ki, kumru kelimesine -al- eki getirilerek yapılmış bir sıfattır. Oysa bunun, konur ve “al” kelimelerinden yapılmış bir birleşikten geldiğini biliyoruz. Konur ve al aslında bir at rengidir. Bunun gibi kumsal kelimesi kumsu el gibi eski bir birleşikten gelmekte olabilir.
Meseleyi, bizim gibi dil kompleksinden; aşağılık duygusundan uzak, sadece dilin ihtiyaçları ve imkânları açısından görenler, baştan beri bu türlü tasarrufları hoş karşılamamışlardır. Bize göre burada da doğru yol önümüzdedir. Fransızcada olduğu gibi Türkçede de anlam incelikleri ile isimden sıfat yapılan bir sıra ekler ve şekiller vardır. Başlıcaları:
1- -LİK- ekiyle: Personel = şahsî = Kişilik. Kişisel değil
2- -DEN- eki: Monumental = an’anevî = Gelenekten. Geleneksel değil.
3- -Sİ- ekiyle: Monumental = abidevî = Anıtsı. Anıtsal değil.
4- -Lİ- ekiyle: Experimental = tecrubî = Denemeli. Deneysel değil.
5- -CE- ekiyle: Religieux = dinî = Dince. Dinsel değil.
6- -Cİ- ekiyle: Affectif = teessurî = Duygucu. Duygusal değil.
7- Tayinsiz isim takımıyla: Psychique = Ruhî = Ruh (hâli). Ruhsal değil.
8- Sıfat olan madde isimleriyle: Metallique = Madenî = Maden. Madensel değil.
9- Sıfat olan yer ve yön isimleriyle: Primaire = iptidaî = İlk (öğretim) İlksel değil.
10- Başka fiil üremeleriyle: Extientionnel = istilaî = Kaplayıcı. Kaplamsal değil.
Burada görüldüğü gibi, Fransızcadan 6 türlü nispet sıfatı, Türkçe 10 türlü ek veya kullanılışla karşılanmıştır. Hâlbuki bu nispet sıfatları Arapçada tek şekillidir. Biz de onu, -sel-, -sal- tek şekli ile Türkçeye çevirmeye çalışıyoruz.
Gerçekte, bütün bu zorlamaya rağmen yabancı hissedilen bu -sel-, -sal- eki yeni Türkçemizde tutunamamıştır. Basındaki yazıları tararsanız, bu kalıpta bir düzineden fazla kelime bulamazsınız. Oysa, belki bir, iki bin nispet sıfatı bulursunuz.
Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu’nun yazısı bu kadar değil. Ama ben özet olarak bu bölümü alıyorum. Bunu şunun için yapıyorum. Hem bir dil âlimimizi, hem de bir meşhur edibimizi örnek göstererek diyorum ki:
1- Bu -sel- ve -sal- ekleri, bizim aşağılık duygumuz yüzünden Türkçemize Lâtinceden – Fransızcadan bulaştı. Bu ekler Türkçe değildir.
2- Türkçemizde isimden sıfat yapan 10 ayrı nispet sıfatı ve yol varken sadece Arabın (î), Fransızlara ait -sel-, -sal- ekine yapışmak yanlıştır.
3- Vakti zamanında (î) aidiyet ekiyle yapılan belki bin yıldan beri yazıla-konuşula benimsenen, Türkçemize yerleşen nispet sıfatlarını dilimizden çıkarıp atmak, yerlerine Fransızca eklerle yapılanları koymak dilimizi sadeleştirmek veya güzelleştirmek değildir.
Eskiden biz ‘toplumsal’ demiyorduk. ‘İçtimaî’ diyorduk. Ağzımızı belki bin yıl’ içtimaî’ diye açtık. Kalemimizi belki bin yıl içtimaî diye kullandık. İçtimaî kelimesi artık tamamen Türkçeleşmiştir. Onun yerine ‘toplumsal’ demek yanlıştır. Bu kelimenin ‘altı kaval, üstü şeşhane’ yani altı Türkçe üstü Fransızca.
Bütün bu açıklamaları, sel ve sal eklerinden neden hoşlanmadığımı belirtmek için yapıyorum. Arapçaya, daha doğrusu İslâmiyet’e düşman olan, lâikliği İslâm düşmanlığı şeklinde anlayan bir takım kimselerin, dinden gelen bir takım kelimelerimize şiddetle karşı çıktıklarını bildiğim için ifade ediyorum. ‘İçtimaî Arapça; yerine toplumsal diyelim! Küre Arapça olduğu için onun kullanmayalım. Yerine Fransızcadan aldığımız global kelimesini koyalım!’ diyenler ve düşünenler var. Onlarla kat’iyyen beraber değilim.
Biz, câmilerimizdeki kubbelerden bahsederken: “Câmi kubbelerimiz yarım küre şeklindedir!” diyoruz. Şimdi: “Kubbelerimiz yarım global şeklindedir” mi diyeceğiz?
Nâmık Kemal bir şiirinde:
“Merkez-i hâke atsalar da bizi,
Küre-i arzı patlatır çıkarız.” Diyerek kükremişti.
Mithat Cemal Kuntay:
‘Maziye sor, ecdadımı söyler sana kimdi,
Bir bitmez ufuktum, küre vaktiyle benimdi.” Diye yazmıştı.
Bu lüzumsuz Arapça düşmanlığı, din düşmanlığı yüzünden bu mısraları hiç anlamayan nesiller mi yetiştirelim? Sorunuz üzerine ben de diyorum ki: Dünümüzden kopmayalım. ‘Toplumsal’ yerine “içtimaî”, “global” yerine “kürevî” veya “kürelik” diyelim. Bizim ailevî konularımız yok mu? “Ailevî’ demiyor muyuz? Bizim “asırlık dâvâlarımız”, “Allahlık işlerimiz”, “Günlük işlerimiz”, “Yazlık-kışlık giyeceklerimiz” yok mu?
Prof. Dr. Banguoğlu “-lik- ekiyle de isimden sıfat yapmamız dil kaidelerimize göre mümkündür.” demiyor mu? Öyleyse, asırlık dediğimiz gibi kürelik de diyebiliriz. Demeliyiz. Niçin global?
Açık açık söylüyorum: Ben bu -sel-, -sal- eklerinden hoşlanmıyorum. Türkçemizin güzelliğini bozdukları için onlardan hatta iğreniyorum. Bir takım insanlar, Batı dünyası karşısında tam bir aşağılık duygusu içinde küçüldükleri için her kelimenin arkasına bu zibidi ekleri yapıştırarak “Öztürkçe” konuştuklarını, yazdıklarını sanıyorlar. Meselâ: Tarih kelimesi Arapçadır. Tarihsel kelimesini kullanınca nasılsa Öztürkçe yazmış, konuşmuş oluyorlar. Türkiye olarak biz yedi bölgeli bir coğrafyada mı yaşıyoruz. Biz Doğu Anadolu Bölgesi diyoruz. Sonra “Doğu Anadolu’nun bölgesel sorunları!” diye ağzımızı açıyoruz. Orada bizim bir “bölge Valimiz” var. Ama o bölge Valimiz, başbakanımıza “bölgesel sorunlar” hakkında bilgi veriyor. “bölge Valisi” tamlaması doğru ise, “bölgesel sorunlar” ifadesi yanlıştır. Yok eğer “bölgesel sorunlar” Türkçe bakımından doğru ise, o Bölge Valisine de: “bölgesel Vali” dememiz lâzım.
İstanbul’da, şehir hatlarında çalışan gemilerimizde, günde kırk defa yolculara “çevresel temizliğe” uymaları için ikazda bulunuluyor. Ne demek çevresel temizlik? Bunun Türkçesi “çevre temizliği”dir. Eğer çevresel temizlik ifadesi doğru ise “Çevre Bakanlığımızın” ismi de “Çevresel Bakanlık olmalıdır.” Çaya-çorbaya limon” der gibi, her kelimenin arkasına bir “sel”, “sal” eki yapıştırılıyor. Bu, bizim bilgisizliğimizden zevksizliğimizden kaynaklanıyor.
Göreceksiniz, çok yakında “sabahsal kahvaltı, midesel sancı, futbolsal maç, gazetesel yayın, radyosal haber...” diye yazanlar, konuşanlar olacaktır. Olur mu? Demeyin. Eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer bir beyanında: “Kamusal alanda türban takmak lâikliğe aykırıdır!” demedi mi? Ve ondan sonra herkes ağzını “kamusal alan” diye açmadı mı? Ne demek kamusal alan? Biz “devlet malı”, “hazine toprağı, “millet bahçesi...” demiyor muyuz? Eğer “kamu”da veya “kamu alanında” ifadeleri yanlış, “kamusal alan” ifadesi doğruysa o zaman bizim “devletsel mal”, “hazinesel toprak”, “milletsel bahçe” dememiz lâzım. Değil misel efendimsel?
Çetinoğlu: ‘Siyasal’ yerine ‘siyasî’, ‘hukuksal’ yerine ‘hukukî’, ‘yasal’ yerine ‘kanunî’, ‘fiziksel’ yerine ‘fizikî’ kelimelerini kullanmak çok mu çağ dışılık oluyor?
Bâkiler: Şimdi ben size desem ki: Fenerbahçe isim tamlaması çağ dışında kalmıştır. Çünkü Fener kelimesi Rumca, bahçe kelimesi de Farsçadır. Atalım bu kelimeleri dilimizden; yerine Türkçe kelimeler koyarak çağa uygun tarzda davranalım. Fener yerine “ışık yayan”, bahçe yerine de “ağaç alanı” diyelim. Daha çağdaş olması için bir de “sel-sal” eki ekleyelim ve o eski kelimeler yerine: “Işık yayan ağaçsal alan!” kelimeleri koyalım. Ve bundan sonra “Fenerbahçe takımı” yerine “Işık saçan ağaçsal alan takımı” diye yazalım, konuşalım. İşte benim bu iddiam ne kadar çağa uygun bir iddia ise, siyasî, hukukî, kânunî, fizikî kelimeleri yerine siyasal, hukuksal, kanunsal, fiziksel kelimeleri de o kadar çağa uygundur. Siyaset, hukuk, kanun kelimeleri Arapça, fizik kelimesi Yunancadır. Bunlara sel-sal eklerini yapıştırdık mı, hepsi Öztürkçe kelimeler olurlar öyle mi? Ben bu çarpıklığa kat’iyyen taraftar değilim.
Bugünkü gazetelerde okudum. Cumhurbaşkanımız, Harp Akademileri Komutanlığı’nda konuşurken demiş ki: “Irak’ta, mezhepsel temelde siyasî istikrarsızlık yaşanmaktadır!” Bu konuşma metnini ona kim hazırladı; bilmiyorum. Bilseydim ona sorardım ve derdim ki: Bu sel ve sal ekleri, Arabın (î) aidiyet eki yerine kullanılıyor. Bizim, nezhebî diye bir kelimemiz yoktu veya biz eskiden “Mezhebî temelde siyasî istikrarsızlık yaşanmaktadır.” Demiyorduk. “Mezhep ayrılıkları, Mezhep farklılıkları, Mezhep çarpışmaları” diyorduk. Şimdi bu “Mezhebî temel” çirkinliği nereden çıkıyor? Bir yandan “Mezhebî temel” diyorsunuz arkasından “siyasî istikrarsızlık” diye devam ediyorsunuz. Madem bu (î) ekini atıyorsunuz. Mezhepsel kelimesinden hemen sonra niçin siyasî kelimesini kullanıyorsunuz. Orada da uydurmacılığa devam ederek: “Siyasal istikrarsızlık” demeniz gerekirdi. Sayın Cumhurbaşkanımızın bu hitabesi, doğru Türkçe ile şöyle yazılmalıydı: “Irak’ta, mezhep farklılıkları yüzünden siyasî istikrarsızlık yaşanmaktadır” veya “Irak’taki siyasî istikrarsızlığın temelinde mezhep çatışmaları vardır.”
Çetinoğlu: ‘Kimi’ kelimesi ancak kişi ile bağlantılı olsa gerek. Eşya, zaman, mekân ve mefhumlarla bağlantılı kullanılması uygun mu? ‘bâzı’, ‘bir kısım’, ‘birtakım’ gibi kelime veya kelime gruplarının dışlanması doğru mu?
Bâkiler: Aynen sizin gibi düşünüyorum. Türkçemizde; Kim, kimse, kim o, kimileri... gibi kelimeler, tamamen şahıslar için kullanılır. Eşya, zaman, mekân ve mefhumlar için bu kelimeler kullanılmaz, kullanılmamalı. Nasıl biz kravat yerine yular, deri yerine sağrı, ev yerine ahır kelimelerini kullanmıyorsak, kimi sandalyeler, kimi zamanlar... diyerek söze başlayamayız. Bâzı, bir kısım, bir takım gibi kelime veya kelime grupları dilimizin zenginliğiyle ilgilidir. Bu kelimeleri dilimizden çıkarıp atmanın hiçbir faydası olmaz. İnsanlar “keyfim böyle istiyor!” düşüncesiyle hareket edemezler. Türkçe, şunun-bunun keyfine göre kullanılamaz. Herkes doğru Türkçeyi kullanmak mecburiyetindedir.
Çetinoğlu: ‘Santim’ yerine ‘cm’ yazılmasını nasıl karşılamak gerekir?
Bâkiler: Nihal Atsız, 1950 yılında çıkardığı Orkun dergisinde, Türkçemizin doğru kullanılması için bazı açıklamalarda bulunmuştu. Meselâ Fransızcadan dilimize giren (Numero) kelimesinin (no) şeklinde kısaltılmasına itiraz etmişti. “Biz numero demiyoruz. Numara diyoruz. Bu bakımdan numéro kelimesini Fransızlar gibi kısaltarak (no) şeklinde yazmamalıyız. (No) yerine (nu) demeliyiz diye okuyucularını ikaz etmişti. O’nun ikazını doğru bulduğum için ben 1950 yılından beri (no) kelimesini bir defacık olsun kullanmadım. Hep (nu) diye yazdım. Fransızlar santimi centim diye yazıyorlar ve onu (cm) diye kısaltıyorlar. Biz de cm yerine pekâlâ (sn) harflerini kullanabiliriz. Böylece, daha doğru hareket etmiş oluruz.
Çetinoğlu: Türk alfabesinde yalnız harfler değil, rakamlar da vardır. ‘IV. Murat’, ‘XVI. Lui’ gibi, Romen rakamlı yazılışları mâkul karşılamalı mıyız?
Bâkiler: Atatürk’ün bir vecizesi var: “Türk! Öğün! Çalış! Güven!” şeklinde. Doğrusu ben, uzun yıllar bu vecizeye katılmadım. Nerede bu vecizeyi görsem, içimden: “Olmaz paşam!” dedim. Önce çalışmalıyız, sonra güvenmeli ve öğünmeliyiz. Sen, en sonraya konulması gereken bir kelimeyi çekip ikinci sıraya koymuşsun!” Yaşım ilerledikçe ve bizim birtakım sözde aydınlarımızın, Batı karşısında, kendilerini uyuz bir fare gibi gördüklerine şahit oldukça Atatürk’e hak verdim. Biz Batı dünyası karşısında zavallı bir insan durumuna düşmemeliyiz. Batı romen rakamlarını kullanabilir. Ben de Batılılar gibi romen rakamlarını kullanmak mecburiyetinde değilim. Batılı romen rakamlarıyla IV. Lui diye yazabilir. Benim buna hiçbir itirazım olamaz. Ben de kendi rakamlarımı dikkate alarak Sultan 4. Murad Han veya Dördüncü Sultan Murad Han diye yazarım. Benim böyle yazmamı, bir Batılı çok tabii karşılar. Ama Batı karşısında, kendisini uyuz fareler gibi düşünenler “Olmaaaz!” Diye itiraz ederler. Niçin olmaz? Ben romen rakamlarını yazmayınca, kiliseden taş mı düşer? Evet düşer!” diyenler, o taşları bana bir göstersinler bakayım?
(DEVAM EDECEK)