TÜRKÇEMİZDE ‘DOĞRU’ ZANNEDİLEN YANLIŞLAR (İDDİALAR VE CEVAPLAR) 1


GİRİŞ:

Uydurma kelimeleri kullanan ve kullanmakta ısrar eden sâde vatandaşlarımızı kınamaya, suçlamaya hakkımız yoktur. Türkçe hassasiyeti olmayan sanatkârların, politikacıların ve ilim adamlarının televizyonlarla, gazete ve dergiler ile radyoda kullanmakta olduğu kelimeleri, (doğru olduğunu zannederek) herkes kullanmaktadır. 

Bilmeyenlerin (kabul edilmeye şâyan olmasa bile) mâzereti, bilenlerin alakasızlığı sebebiyle Türkçemiz, gün geçtikçe erimekte, bozulmaktadır.

Türkçe, Türk millî kültürünün temelidir. O temel erirse, üzerindeki bina mesâbesinde olan millet de erir. Devlet, millet için olduğuna göre, Türkiye Cumhuriyeti de ciddî bir tehlike karşısında kalır. 

Türkçeyi korumak, Türk milletini ve Türk vatanını korumak demektir. Bayrağımıza gösterdiğimiz sevgi ve saygıyı, ses bayrağımız olan Türkçemize de göstermek mecburiyetindeyiz.  

*   *    *

Kendisiyle röportaj yaptığım Türkçe ile alakadar olan, takdire şâyan çalışmalar yapan, eserler veren genç bir kardeşimiz, verdiği cevaplarda; bâzılarının doğru zannettiği için, bâzılarının da özenti veya şahsî tercih sebebiyle kullandıkları uydurulmuş kelimeleri bol miktarda kullanmıştı. 

Daha önce yaptığım röportajlarda kullanılan uydurma kelimeleri değiştiriyor, yerine; Türk dilbilgisi kaidelerine uygun olarak türetilmiş, dilimize mal olmuş ve herkes tarafından bilinen kelimeleri koyuyordum. Yaptığım değişiklikler sebebiyle teşekkür eden de oluyordu, sitem eden de… 

Teşekkür ve sitem edenlerle yaptığım konuşmalar neticesinde, uydurma kelimeler hakkında bildiklerimi yazmak ve okuyucuya sunmak düşüncesi meydana geldi. 

Röportaj için sorularımı cevaplandıran şahıs, uydurma kelimelerin değiştirilmesi teklifimi kabul etmeyince, kendisinin ismini yazmaksızın kullandığı kelimeler ve iddiaları hakkındaki görüşlerimi açıklayan bir yazı yazacağımı söyledim. Kabul eti. 

Okumakta olduğunuz yazı, bu mutabakat sebebiyle yazıldı. 

Tenkitlerini, tasviplerini ve görüşlerini bildirenlere müteşekkir kalırım.   

ÇETİNOĞLU

İddia: Yeni bir kelime bulmak gerektiğinde türetme işinden önce Oğuz yazmalarına bakılıp oradan kelime alınır.  

Cevap: Oğuz yazmalarında bulunan kelimeler, günümüzde kullanımda değilse, kullanımdan çıkmasının bir sebebi vardır. O sebebin ortadan kalktığı ve o kelimelere ihtiyaç hâsıl olduğu nasıl ispat ediliyor ki şimdi yeniden kullanıma almak için çalışılıyor? Alışılagelmiş kelimeler yerine 1500 sene önceki kelimeleri hem de ihtiyaç ve sebep yokken yeniden yazı veya konuşma diline almak, nesiller arasında anlaşmayı zorlaştırır ve hatta imkânsız hâle getirir. 50 – 60 sene önce yazılmış Reşat Nuri Güntekin, Refik Hâlid Karay, Peyâmi Safâ romanlarını anlayamayan gençliğin önüne, 1.000 sene öncesinin kelimelerini koymakla, Türk dilini yozlaştırmak isteyenlere yardım ve yataklık edilmiş olmaz mı?   

İddia: Kelime ” sözcüğü ana dilimizden değildir.  

Cevap: Herkes bu kelimeyi bildiğine göre, kelimeyi kabullenmek daha doğru değil mi? ‘Kelime’yi bilmeyen bir tek kişi biliyor musunuz?  

İddia: sözcük ”, kökü de eki de bizim olan bir sözcük olduğundan kullanılmasında bir sakınca yoktur. Azerbaycanlılar için “söz ”, “kelime ”yi birebir karşılıyorsa, demek bizim için de “sözcük ”, “kelime ”yi karşılar. Gönül isterdi “sözcük ” yerine “söz ” diyelim, “cümle “ yerine “tümce ” değil de Türkmenlerin “sözlem ”ini alalım.

Cevap: Evet, uydurma olan ‘sözcük’ kelimesinin eki de kökü de bizim. Fakat uydurmacılıkta biraz da mantık aranmalı değil mi? Siz ‘sözcük’ kelimesinde o mantığı görebiliyor musunuz? Netice: ‘sözcük’ kelimesinin kullanılmasında sizce  ‘sakınca’ olmayabilir, fakat mahzur ve hatta TEHLİKE vardır. 

Bakınız ‘mantık’ araması nasıl olacak…

Kelime’nin yerine önce ‘tilcik’ kelimesi konuldu. Tutmayınca ‘sözcük’ kelimesi kullanılır oldu. Yanlış yapıldı, yanlış yapılmaya devam ediliyor. Türkçenin kaideleri çiğneniyor. Dil bayrağımız olan Türkçe ve kaideleri; paspas değildir, sakız değildir. Çiğnenmemeli. 

Kelime’nin karşılığını lügatler; ‘Bir veya birkaç heceden meydana gelen ve bir mânâ ifâde eden söz’ olarak veriyorlar. ‘Sözcük’ kelimesindeki ‘cük’ eki,  ‘kelimeden daha küçük’ yapıda olan bir ifâde vâsıtasıdır. ‘Kelime’den daha küçük olan ifâde vâsıtası ‘hece’dir. Bu durumda sözcük kelimesinin karşılığı ya ‘kelimecik’tir veya ‘hece’dir. Nasıl olur da ‘kelime’ yerine kullanılır?  

*   *    *

Azerbaycanlılar’ dediğiniz şahıslar, herhalde ‘Azerbaycan Türkleri’ olsa gerek. Sovyetler Birliği döneminde Ruslar onlara ‘Azerî ’ diyorlardı. Soydaşlarımız ise Ruslara, ‘Azerî ’ değil, ‘Türk’ olduklarını 74 sene boyunca anlatmaya çalıştılar. Şimdi de Türkiye’de yaşayan Türklere ‘Azerbaycanlı’ değil, ‘Türk’ olduklarını mı anlatmaya çalışacaklar. Bu ne iştir?  

Söz’ün, ‘kelime’yi birebir karşıladığı iddiasında mantık yoktur. Çünkü Azerbaycan’da ‘söz’ kelimesinin ifâde ettiği mânâ ile ‘kelime’nin ifâde ettiği mânâ farklıdır. Farkı, yazının sonraki bölümlerinde Azerbaycan Türklerinden olan bir dostumdan aldığım bilgilerde açıklayacağım.   

İddia: Yazı dilimizdeki yabancı bir sözcüğü karşılamak için söz konusu varsıllığımızdan yararlanmak en doğal hakkımızdır. “Bunun yerine bu sözcüğü de kullanabiliriz ” denir, bir kıyıya çekilir. Beğenilirse genele yayılır, beğenilmese kendi yöresinde yaşamını sürdürür. Dileyen yazınsal bir varsıllık adına koşuklarında, denemelerinde, savlarında kullanabilir, buna da karışamayız. Karışırsak, bu kez de biz “tavsiyeci ” oluruz. Yabancı sözcükleri tasviye etmek isteyenlerden bile kötü oluruz! Onlar yabancı sözcüğü dışlıyorken, biz kendi sözlerimizi dışlıyoruz. Bu, bizi daha kötü kılar.

Cevap:Tavsiyeci’ ve ‘Tasviye’ derken herhalde; ‘tasfiyeci’ ve  ‘tasfiye’ demek istiyorsunuz. Şâyet var ise elinizin altındaki sözlüklere bir bakar mısınız?

Mevzuumuza dönersek: Söz konusu olan tasfiyecilik değildir. Uydurma kelimelerin dilimize girmesini ve ‘yoğun’  gibi bâzı kelimelerin birbiriyle hiç bağlantısı olmayan değişik mânâlar için kullanılmasını engelleme çalışmasıdır. 

Yoğun’ kelimesi, dilimizi fakirleştiren bir maymuncuktur. 

-‘Yoğun alkışlar’ denildiğinde; ‘sürekli’, ‘devamlı’, ‘coşkun’, ‘bol’…

-‘Yoğun gündem’ denildiğinde; ‘yüklü’, ‘ağır’…

-‘Yoğun yağmur’ denildiğinde; ‘şiddetli’, ‘bol’, ‘sağanak’…

-‘Yoğun duygular’ denildiğinde; ‘derin’, ‘içli’, ‘kuvvetli’…

-‘İnsan yoğunluğu’ denildiğinde; ‘kalabalık’, ‘nüfus kesâfeti’…

-‘Derslerin – işlerin yoğunluğu’ denildiğinde: ‘çokluğu’…

-‘Yoğun aşklar’ denildiğinde; ‘büyük’, ‘kuvvetli’, ‘derin’, ‘sarsılmaz’…

-‘Yoğun sorunlar’ denildiğinde; ‘büyük’, ‘devâsa’, ‘çok’ problemler, dertler, meseleler…

-‘Yoğun trafik’ denildiğinde:  ‘sıkışık’… 

-‘Yoğun sis’ denildiğinde; ‘kesif ’, ‘kalın’ sis tabakası…

-‘Yoğun hıçkırıklar’ veya ‘yoğun kahkahalar’ denildiğinde; ‘biteviye’, ‘devamlı’, ‘ardı arkasına’, ‘art arda’…

kelimeleri dilimizden atılıyor. 

Yoğun’ kelimesi çok farklı mânâlar için, her yerde ve her durumda kullanılıyor. Tıpkı iskambil kâğıtlarındaki joker gibi… Bu uydurma kelimeyi kullananlar, tehlikeli bir dil kumarı oynuyorlar. 

Türkçemizde 258.000 kelime olduğu söyleniyor. Bu sayıyı 258’e indirmeyelim. Tarih öncesi devirlerde yaşayan ilkel insanlar bile daha çok sayıda kelime biliyorlar ve kullanıyorlardı. 

İddia: Diller, yeryüzünün ekinsel (??!!) varlığıdır. Dolayısıyla varsıllığa katkı sağlar. Bunun için eriyip yok olan dillere üzülürüz. Öbür ulusların da bizim tuttuğumuz yolu tutmasını, anadillerine iyelenip geliştirmeleri için uğraşmalarını dileriz. Sözüm ona; yabancı dile değil, yabancı dilde eğitime karşıyız. Türkçesi varken, yabancı dilde eğitim istemiyoruz. Bu düşünceden ödün vermiyor, kesin söz söylüyoruz; Türkçesi Varken! Yalnızca bununla yetinmiyor, özleşme de istiyoruz. Böylece dilimizde yer edinmiş, edinmekte olan yabancı kökenli sözcüklerin yerine geçebilecek uygun sözler bulmaya, varsa yaygınlaştırmaya çalışıyoruz. Bunu yaparken de kimseye baskı uygulamıyor, kişisel yeğlemine bırakıyoruz. Nice ki, “kelime” ile “sözcük” birlikte kullanılıp, ikisi arasında bir yadırganma yaşanmıyorsa, “vitrin” ile “sergen”arasında da bu durumun olması için çabalıyoruz. 

Cevap: ‘Kimseye baskı uygulamıyoruz’ ifâdesi çok mâsum bir müdafaa malzemesi gibi gözüküyorsa da tatbikat öyle olmuyor. Câhil özentisi hastalığına müptela olanları nereye koyuyorsunuz? Bir sanatkâr veya tanınmış bir kişi, bir politikacı; herhangi bir yeni uydurulmuş kelimeyi kullandığında, eğrisini-doğrusunu araştırmadan hemen yazısına, konuşmasına alıverenler o kadar çok ki. Âmir kullandığı için memur, aile büyükleri kullandığı için evlatlar, parti lideri kullandığı için, siyasî geleceğinin liderin iki dudağı arasında olduğuna inanan zavallılar… aynı yanlış kelimeyi kullanıyorlar. Kavramı doğru ifâde eden kelime böylece unutulup gidiyor. Biliyorsunuzdur: Çok tekrarlanan yanlış bir düşünce, önce kanaat hâline gelir, sonra da fikir hâline dönüşür, günün birinde de ilim hâline gelir. 

İddia: Dileğimiz; başka diller ile anadilimizin birbirinden ayrı tutulması, ikisi arasına çizgi çekilmesidir. Anadilimizi kullanırken de, duruluktan yana olunmasıdır. Böyle yapmasak, aşırıcı oluruz. Aşırılık karşıtını doğurur, sonra da onu besler. Türkçe karşıtlığını doğurmak için, art amaçlı olmak gerek. Oysa biz dilimizi seviyoruz. 

Cevap:Duruluktan yana olmak’ elbette Türkçeyi seven herkesin boynunun borcudur. Fakat ‘duruluk’ adına ‘uyduruk’ kelimeler kullanıma sürülüyorsa o, Türkçeye ihânettir. Dikkatli olmak mecburiyetindeyiz. Çünkü: 

Dost bî-pervâ felek bî-rahm devrân bî-sükûn,  
Derd çok hem-derd yok düşman kavî , tâli' zebûn.

(Dost umursamaz, felek acımasız, dünya karışık. Dert çok, dert ortağı yok, düşman güçlü, talihim ise âciz.)                                                                                        

İddia: "Ruminantlarda oluşan mastitis ve abortus semptomlarının etiyolojisi..." diye yazıyordu ders kitaplarımızda. Bir dönem veteriner yardımcılığı okuduğum için biliyorum. Peki, bu tümcedeki sözcükleri anlayıp anlamamız yazanların umrunda mı? Bunu dile getirdiğimde “bilim evrenseldir” diye yanıt veriyorlar, kullandıkları Latince sözcüklere kendilerince dayanak oluşturuyorlardı. Oysa orada şöyle yazsaydı; “Gevişgetirenlerde oluşan meme yangısı ile düşük belirtilerinin etkeni...” hepimiz kolayca anlardık. Sonuç olarak Iğdır'daki bir ineğin düşük yapmasıyla, Latin Amerika'daki bir köyde yetiştirilen ineğin düşük yapmasının etkeni birdir. Evrensellik de buna denir. Dil yerel olabilir, evrensel olan bilimdir. Böylece özleştirme akımı geçerli nedenlere dayandırılır. 

Cevap: Tamamen haklısınız. Fakat ‘Yangı’ ve ‘etken’ kelimeleri de milletimize, ‘iltihap’ mânâsındaki ‘mastitis’ ve ‘düşük’ karşılığı olan ‘abortus’ kelimeleri kadar değilse de yabancıdır. İltihap kelimesi beğenilmiyorsa, ‘şişkinlik’, ‘kızarıklık’, ‘ağrılı akıntı’ veya ‘yara’ denilebilir. 

İddia:  Kesinkes bu sözcük kullanılacaktır ” diye kimse (‘kimseye’ olmalıydı) dayatma yapamayız, bunu vurgulamak isterim. 

Cevap: Tekrar soruyorum: Câhil özentisine duçar olmuşları ne yapacağız? Dikkatli, hassas, disiplinli ve Türk dilbilgisi kaidelerine sıkı sıkıya bağlı kalmalıyız. Bu şartlar içerisinde ihtiyaç hâlinde yeni kelimeler üretebiliriz elbette. Fakaaaat Türk dilbilgisi kaidelerine uygun olarak… 

İddia: Söz konusu yabancı sözcüğün dilimizdeki karşılığı olduğunu bilmek, yeri geldiğinde de o sözcüğü yeğlemektir yapabileceğimiz. 

Cevap: Türk dilbilgisi kaidelerine uygun kelime türetme imkânı varken de mi? 

İddia: Dileyen “kelime ” der, dileyen de “sözcük ” der. Her iki kesim de birbirini bunun için kınayamaz. 

Cevap: Hakîki Türkçe-severler daima doğrusunu kullanmalılar; yanlış kullananları münâsip bir dille uyarmalılar. 

İddia: Öbür Türk toplulukları Rus egemenliğinden dolayı bu gibi akımlarda geri kaldılar. Dolayısıyla aramız açıldı. Bizim amacımız, bilgi çağını karşılayabilecek bir dil yaratmaktır. Bizim amacımız, bilgi çağından sonra gelecek olan çağa, dilimizi işlek bırakabilecek özgücü vermektir. Bunun için de Türkçenin bütün söz varlığından, bütün gücünden yararlanmalıyız. Görkemli bir ulusun, olağanüstü bir dili olmalı. Öbür Türk ulusları da egemenliklerini kazandıklarına göre, bu akıma koşulmalı, dillerinin gücünden yararlanmalıdırlar. Bu konuda deneyimi olan Türkiye'yi örnek almaları, bizim yaptığımız yanlışlara düşmemelidirler. 

Cevap: Moskof rejimi, aynı dine mensup, aynı soydan gelen insanların birbirleriyle irtibatını kesmek için İlminski’yi görevlendirdi ve kardeşleri anlaşamaz hâle getirdi. Bakü’de karşılaştığım bir Azerbaycanlı Türk’le de, Özbekistanlı Türk’le de konuşup anlaşabiliyordum. Kırım Türkleri ve Kazan Türkleri ile de… Fakat o Türkler, aralarında ancak Rusça konuşarak anlaşabiliyorlardı. Mel’un Moskof, hedefine ulaşmıştı. Onlar, bu işlerden vazgeçtiler. Şimdi onların yapmaktan vazgeçtiği ihâneti siz mi devam ettirmeyi düşünüyorsunuz?  

İddia:  “Söz ırkçısı ” diyebileceğimiz kişiler bulunmakta. Bunlardan ayrı olarak biz, yer yer yabancı sözcüklere göz yumabiliyoruz, ancak bunun koşulları var. Örneğin “Röntgen” sözcüğüne karşılık bulunmasını istemiyoruz. Çünkü “Röntgen” kişi adıdır, çalışmalarından dolayı adı unutulmasın, saygı ile anılsın, gelecek kuşaklara ulaşsın diye bunu istiyoruz. Bilime katkı sağlayan kim olursa olsun,  Tanrı katında göksel bir kişidir. Bu da adının yaşaması için yeterli bir gerekçedir. Benzer biçimde yabancılar da “Arf değişmezi ” diye matematiksel bir kavramı kullanarak Türk matematikçisi Cahit Arf'ın adını yaşatır. Bir başka durum ise şu; deyimler, atasözleri, türküler... Dilimize giren yabancı sözcükler; deyimlerimize, atasözlerimize de işlemiştir. Öztürkçe bir sözcük ile değiştokuş yapıldığında çok ayrık durmakta, söylendiğinde kulağı tırmalamakta, gülünç gelmektedir. Çetin bir durum olduğunu biliyoruz. Ancak bu durumun olması, bizim özleştirme düşüncesinden caymamız için bir neden değildir. Kalkıp da; “Atasözündeki yabancı sözcüğü değiştirelim” demiyoruz. O yabancı sözcüğün dilimizde bir karşılığı olduğunu bilelim, geliştirmekte olduğumuz, süregittiğimiz ekincimizi (kültürümüzü, medeniyetimizi, uygarlığımızı) kendimize özgü değerlerle yükseltelim. Atalarımız geçmişte çok güzel işler yapmışlar, tinleri Tanrı katında olsun, ancak yaptıkları yanlışları da bilip biz torunları olarak doğruyu yapmak için çaba göstermeliyiz. Dilimize yabancı bir sözcüğün girmesini bir yanlış olarak değerlendiriyoruz. Var olanları da, atasözlerimize değin girmiş olanları da dışlayamıyoruz. 

Cevap:Atasözündeki yabancı sözcüğü değiştirelim demiyoruz.’ Cümlesinden başlayalım. Sâdece yabancı kelimeler değil, Türkçeleşmiş, Türkleşmiş kelimeler de değiştiriliyor. Hem atasözündeki yabancı kelimeyi değiştirmeye de lüzum kalmıyor. Atasözü içerisindeki uydurma kelime sebebiyle atasözü bütünüyle kullanılmaz hâle geliyor. Zâten dil devrimbazlarının, atasözleriyle pek de dost oldukları söylenemez. 

Kelime uyduranların sık sık arkasına sığındıkları bir bahâne var: ‘Eski kelime de kullanılsın, yeni kelime de kullanılsın!’ Tatbikat öyle olmuyor. İktisattaki, ‘Gresham Kanunu’ der ki: ‘Kötü para iyi parayı kovar.’ Bu ifâde, politik hayat için de, dil ile alakalı meseleler için de geçerlidir. Herkes bilir: sepetteki bir tek çürük elma, bütün elmaları çürütür. O halde, dilimizde bir tek uydurma kelime kalmaması için; ‘ben Türk’üm’ diyen herkes, dilimizi, güzel Türkçemizi korumak için çalışmalı gayret etmelidir.

Siz ‘kültür ’ ve ‘medeniyet ’ kavramlarını aynı ‘ekinci’ kelimesi ile mi ifâde ediyorsunuz?  

(DEVAM EDECEK)