(CÜNEYT ARCAYÜREK BEY’E AÇIK MEKTUP!) - I-


Sayın Cüneyt Arcayürek Bey! (4 Nisan 2012 Çarşamba) tarihli (Cumhuriyet Gazetesindeki) “Güncel” başlıklı sütununuzdaki köşe yazınızı okumuş ve ne sayın gazetenize ve ne de basının duayeni zatınıza pek yakıştıramadığım için, sizi, size şikâyet ederken, bazı hususlarda da misaller vererek, yanıldığınızı bazı noktalara açıklık getirmeyi düşündüm ve böylece bu makalem meydana geldi. Ayrıca bir nüshanın zatınıza, sayın gazeteniz adresine postalandığını bilmenizi isterim efendim.
Hz. Allah uzun ve sıhhatli bir ömür bahşetsin, (1928) doğumlu ve (81) yaşında bir basın duayeni olmakla birlikte; “CHP’nin en güçlü sandığı ve fakat tecridi şekilde müzmin “Muhalefet Partisi” konumuna doğru sürüklendiği günlerde, CHP’nin o yıllarda başlıca yayın organı konumundaki “Ulus Gazetesi”nde, basın hayatına atılmıştınız ki, sizdeki hemen herkese her kavime tepeden bakma alışkanlığı bence o yıllardan kalma kötü bir alışkanlık olsa gerek!...
Her ne ise, beni ve benim gibi düşünen yüz-binlerce insanın kavimsel varlıklarını hor görerek, rahatlıkla padişahlarımızın, saygıdeğer analarının ırki kimlikleri üzerinde durarak, onları sözde aşağıladığınızı(!) sanmanız, hiç de şık bir görüş olmadığı gibi, hemen hiçbir hakiki Türk insanını bu garip görüşünüze ortak olabileceğini sanmayın!...
Yüksek müsaadelerinizle ilk sizin makalenizden alıntıları ve bilâhare de naçiz cevaplarımı sunuyorum efendim:
(Bizim nesil Osmanlı Hanedanı’nın “29 Ekim 1923”te Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanı ile sona erdiğini ve hanedanlık döneminin kapandığını öğrenerek büyüdü.
Dün gazetelerin birinci sayfalarındaki manşet başlıklara bakınca yanıldığımı anladım. Osmanlı Hanedan Defteri Neslişah Sultan’ın ölümüyle kapanmış...
Son Sultan, 1963’te çıkan affın ardından Türkiye’ye döndü. Türk vatandaşı olarak öldü.
Prof.İlber Ortaylı, Sultan için “Avrupa aristokrasisinin en entelektüel kadınıydı” diyor.
Dünyaca tanınan soldan ölen bir aydının ardından başsağlığı dileklerini esirgeyen Çankaya’daki AKP’li ile Başbakan; Neslişah Sultan’ın öldüğünü duyar duymaz kaleme kağıda sarıldılar.
Çankaya’daki, “Osmanlı devletini kurarak bir cihan imparatorluğuna dönüştüren Osmanlı hanedanını” övüyor; bu vesile son Sultan’ın İngiliz savaş gemisine binerek yurdunu terk ederken o gün, Osmanlı hanedanının defterini kapattığından, Osmanlı devletinin küllerinden Atatürk’ün Cumhuriyeti yarattığından söz etmiyor.
Zaten söz edene de, yazana da rastlanmıyor.
Tepeden aşağı devletin alelacele başsağlığı mesajları yayımlamalarına hayret etmemek gerek.
AKP ve AKP’den önceki dinci siyasal eğilimlerin Atatürk Cumhuriyeti’ni karalarken, Osmanlı’dan övgüyle söz ettikleri yadsınabilir mi?
Lâiklik, Cumhuriyet, Ulus Devlet, Atatürk konularında ödün vermeyen yazılarıyla tanınan; Hürriyet’teki son tasfiyenin kurbanı ünlü gazeteci Rahmi Turan; bir ay kadar önce “Padişah Anaları” başlıklı bir yazı yayınladı.
Türk ulusunu yüzyıllarca yöneten 36 Osmanlı padişahını doğuran anaların yabancı kökenli olduğunu gözler önüne serdi.)
Bana göre, uzun uzadiye araştırmalara hiç de lüzum yoktu. Zira: 1979-1980-1996-1997 yıllarında olmak üzere 5. Baskı yapmış ve adı (PADİŞAH ANALARI VE 600 YIL BİZİ YÖNETEN DEVŞİRMELER) adlı ve “Ali Kemal Meram” tarafından kaleme alınmış olan hayli enteresan bir kitap neşredilmiştir. Acaba hiç fark edilmemiş mi?...
Gelelim bizim konumuza! Sayın Cüneyt Arcayürek Bey! Yazarlık sıfatımla değil, sıradan bir vatandaş olarak yazıyorum ve diyorum ki, siyasi inanç ve görüşlerimiz her ne yönde olursa olsun, ülkemizin millî menfaatleri söz konusu olduğunda, hemen her nevi inancı bir tarafa iterek; sadece ve sadece “Millî Birliğimizin” bekasını düşünmeye mecburuz!...
Diyelim ki, Fatih Sultan II. Mehmed Hân’ın Annesi Rum veya Ermeni veya bir başka kavmin mensubu idi. Bu neyi değiştirir? Hangi ırka mensup olursa olsun, o mübarek kadın Fatih gibi bir evlât yetiştirmenin dışında ne yapmış? Aziz milletimize acaba nasıl bir kötülükte(!) bulunmuş?...
Muhteşem bir Türk İmparatorluğu’nun kapularını açmış bulunan emsalsiz bir evlâdı doğurup, yetiştirmiş. Bu mu kabahati veya yabancı bir ırk mensubu oluşu mu?... Soruyorum, hangisi?!...
Padişâh analarını bırakıp da, şöyle bir kendi kendimize dönsek ve düşünsek ve kendi kendimize şu suali sorsak: (ACABA KAÇTA KAÇIMIZ ÖZ TÜRK AİLESİNDEN DOĞMADIR?...) ve de Ergenekon’dan yola çıkışımız üzerinden kaç asır geçmiştir?... Türk Millî Bütünlüğü üstünde titreyen bir insan, ilk mensubu bulunduğu milleti, başka milletlere sevdirmeye çalışmalıdır; onları aşağılayıp, onları hor görmek, birlikte yaşadıkları diğer kavim mensuplarını kendinden saymamak; milletine sadece zarar getirir. Bunun numuneleri çok görülmüştür...
“Çankaya’daki” tabiri ne bir münevvere ve ne de bir gazete yazarına yakışır. Çankaya’da ikamet buyuran zat: Siz isterseniz kabul edin, istemezseniz etmeyin: (75 milyon Türk’ün  Cumhurbaşkanı’dır ve seçimle o şerefli makama yükselmiştir.)
(Sultan VI. Mehmed Vahieddin “İngiliz savaş gemisine binerek yurdunu terk ederken o günü Osmanlı Hanedanının defterini kapattığından, Osmanlı Devletinin küllerinden Atatürk’ün Cumhuriyeti yarattığından söz etmiyor.) buyurmuşsunuz!...
Koca İmparatorluğu korkunç bir dünya savaşına iterek, “kızıl elma” rüyasıyla yerle yeksan olmasına sebep olan İttihatçı kabadayıları her şey bittikten sonra; Alman denizaltısı ile yurt haricine niçin gitmişlerdi? Yoksa turistik geziye mi (!) çıkmışlardı?...
Buyurun cevabını:
(İTTİHAT VE TERAKİK FIRKASI) liderlerinin kaçışı üzerine, İstanbul basınında çıkan aleyhte yazıların mahiyetini anlamak için; “Refik Halid”in tarihi bir sitemi dile getiren yazısının sadece başlığına bakmak yeterlidir: (EFENDİLER NEREYE?).
Bir de hitap pasajlarına bakalım. Zira pek enteresandır. Hele günümüzde 1915-Ermeni felâketi için (sözde soykırımı) tabiri kullanarak, İttihatçı katillerin ayıplarını kapama gayretine düştükleri için adeta bakar-kör durumuna düşen bir takım siyasî ve bürokrat kimselere rağmen, gerçekleri pek acı bir lisanla dile getiren hitapları okuyalım:
(Ziyafet bitti; fakat ağzınızı silmeden, elinizi yıkamadan, bir de acı kahvemizi içmeden: Efendiler nereye? Tahtakuruları nereye? Tok kurtlar nereye? Koca fareler nereye? Ziyankâr evlâtlar nereye? Eli sopalı, beli pakalı, gözü kanlı paşalar; damdan dama nereye?...
Muhalif mi? Al aşağı, Muharrir mi? Vur başına. Türk mü? Sür ölüme. Rum mu? İste parasını. Ermeni mi? Kes kafasını. Arap mı? Çek ipe. Kadın mı? Gönder eve. Haydut mu? Buyurun köşeye. Külhanbeyi mi? Gelsin yanımıza. “YAHUDİ Mİ? SOR FİKRİNİ”. Kalan kimseye at sopayı, paraları koy cebine. İşte sizin programınız...
Şimdi böyle sinsi sansar gibi tavandan tavana nereye?...
Kırk katır mı? Kırk satır mı? diye soramadık...)
Bakınız: (ANADOLU İHTİLÂLİ) adlı kitap. Yazan: Sabahattin Selek
Yayınlayan: “Orgün Yayınları” Neşir: 1981 “5.Baskı” Sahife: 84-85.
Sultan VI. Mehmed Vahideddin Hazretlerinin yurdunu terk etmesiyle “haindi” yakıştırmalarının altında dehşet verici bir yalan, riya ve cehalet yakıştırmaları yatmaktadır ki, aziz milletimizin bütün bu hususları külliyen bilmesi elzemdir. Çünkü tarihi hakkında yeterli bilgiye sahip bulunmayan milletler, er veya geç; bir başka milletin uydusu olmaya mahkûmdur!...
Bahsini ettiğimiz bu talihsiz Padişâhımızın bilhassa bilinmesi icap eden “Gazi Hazretleri ile olan son görüşmeleri” hakkındaki belgelere, hem de son derece sıhhatli belgelere dayanan gayet değerli bir kaynaktan aldığımız ilgili bölümleri aynen geçiyoruz:
İstifade ettiğimiz, hem de son derece itimat ederek istifade ettiğimiz başlıca kaynağımız: Osmanlı Hanedanının “günahlarıyla, sevaplarıyla” kısaca bütün yönleriyle yeni nesillere aktarabilmek için yıllarca çalışmaktan yılmamış bulunan Tarihçi Murat Bardakçı Üstadın meşhur, (ŞAHBABA) adlı eserindeki belgeleri; noktasından virgülüne kadar hiçbir notuna dahi dokunmadan veriyoruz: Herhâlde bu kayıtları yalanlayabilecek bir kabadayı yoktur ve zaten birisi kalkıp da böylesi bir cüret gösteremez. Çünkü, sadece rezil olur!...
SULTAN VI. MEHMED VAHİDEDDİN NASIL BİR HÜKÜMDARDI!...
Evet, Sultan VI.Mehmed Vahideddin nasıl bir hükümdardı: Hain mi, vatanperver mi?... Bunun en açık cevabını, değerli Tarihçi Murat Bardakçı’nın meşhur eseri (ŞAHBABA)da bulmaktayız. Okuyalım görelim. Sahife: 133-1354.
(Mustafa Kemal ve Cevad Paşa’lar, 14 Mayıs akşamı Nişantaşı’ndaki Konakta Sadrazam Ferid Paşa’yla akşam yemeğindedir. Bu buluşma geçmiş gecelerde Susan Ruff’un düzenlediklerinden değildir, resmi iş yemeği havasına bürünmüştür.
Yemekten sonra harita üzerinde Samsun havalisindeki durum tartışılır ve sadrazam, Mustafa Kemal Paşa’ya ertesi günü, Zat-ı Şahane’yi ziyaret etme talimatı verir.
Paşa bir gün sonra Yıldız Sarayı’nda, Küçük Mabeyn’in ilerisindeki kütüphanede Vahideddin’le karşı karşıyadır. Hatıralarında Padişahla görüşmesini şöyle anlatacaktır:
“... Yıldız Sarayı’nın ufak bir salonunda Vahideddin’le âdeta diz dize denecek kadar yakın oturduk. Sağında dirseğini dayamış olduğu bir masa ve üstünde bir kitap var. Salon’un Boğaziçi’ne doğru açılan penceresinden gördüğümüz manzara şu: Birbirine muvazi (paralel) hatlar üzerinde düşman zırhlıları! Bordalarındaki toplar, sanki Yıldız Sarayı’na doğrulmuş! Manzarayı görmek için, oturduğumuz yerlerden başlarımızı sağa-sola çevirmek kâfi idi.
Vahideddin, hiç unutamayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı:
“- Paşa, Paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir.” Elini demin bahsettiğim kitabın üstüne bastı ve ilâve etti: “Tarihe geçmiştir.”
O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım. Dikkatle ve sükûnla dinliyordum:
“Bunları unutun” dedi. “Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa devleti kurtarabilirsin! Ve muvaffak ol!” Vahideddin: “Paşa, devleti kurtarabilirsin! Muvaffak ol!” hitâb-ı şâhâneleriyle ne şekilde bir kurtarmayı kasdetmişti dersiniz.
Ertesi gün 16 Mayıs’tı, günlerden Cumaydı...
Padişah Cuma selâmlığına çıkmış, Yıldız Camiî’ne gitmişti...
Hüzün her zerreye sinmişti. İzmir’in bir gün önce işgal edilmesinin hüznü...
Namazını bu elem havasını teneffüs ederek tamamladı Vahideddin. Sonra camii’in hükümdarlara ayrılan yerine, Mahfil-i humâyuna geçti. Vedaya gelen bir yolcuya “uğurlar olsun” diyecekti.
Odada dört kişiydiler. Zat-ı Şahane, yani Vahideddin; Sadrazam Ferid Paşa, Başyaver Avni Paşa ve Mirliva (Tuğgeneral) Mustafa Kemal Paşa.
Ortadaki ayakları altın varaklı mermer masanın üzerinde bir Kur’an-ı Kerim duruyordu. Yazısı tezhibinden, tezhibi cildinden nefis elyazması bir Kur’an.
Sadrazam dışında herkes askeri üniformalarını giymişti... Zat-ı Şahane de... Bej bir üniforma vardı üzerinde...
Masaya doğru birkaç adım attı Vahideddin... Sadrazamla Avni Paşa da Hükümdarı takip edip bir adım gerisinde durdular...
Herkes ayaktaydı...
Mustafa Kemal Paşa asker adımlarıyla ilerledi, masanın öteki tarafına, Padişah’ın karşısına geçti. Askeri tavrına ruhani bir hava verip, sağ elini Kur’an’ın üzerine koydu ve öbür elindeki küçük kâğıdı okumaya başladı:
“Hükûmet tarafından düzenlenip Padişah’ın tasdikine iktirân eden 21 maddelik özel talimatta açıkça belirtilmiş olan geniş yetkilere dayanarak Anadolu Vilâyetlerindeki bütün mülki ve askeri memurlar üzerinde icrasına memur bulunduğum teftişleri ve tahkikatı Halife Hazretlerinin arzusu dahilinde iftihar kaynağım ve Padişah kullarının övüncü olan tam bir sadakatle ve elimden gelen bütün kuvvetle yerine getireceğime vallahi billahi.”
Sonra mırıldı halinde “Cenâb-ı Allah muvaffak etsin” sözleri işitildi.
.... Sultan Vahideddin, 1919’un 30 Nisan günü Mustafa Kemal’in 9. Ordu Müfettişi olarak Samsun’a gitmesi kararını hangi düşüncelerle imzalamıştı?
Şu iki sebepten dolayı:
1-: Samsun ve havalisinde asayişi temin edip müttefiklerin Mondros Mütarekesi’nin 7. maddesine dayanarak güvenlik gerekçesiyle Samsun’u, öteki şehirleri ve daha da ileri giderek İstanbul’un işgalini önlemek.
2-: Görev yerinde kendi başına harekete geçerek silâhlı bir mukavemet oluşturacağından emin olduğu Mustafa Kemal’in bu gücünü yeri geldiği zaman kullanmak ve bilhassa barış masasına arkasında bu gücün varlığını hissettirerek oturmak.
Anadolu’ya Mustafa Kemal’den önce giden, yahut onunla beraber geçen veya Millî Mücadele’ye sonradan katılan üst rütbeli bütün subaylar bu iki ihtimalin mutlak farkındaydılar. Zaten Hükümdarın bizzat kendisi “İstanbul düşman süngüleri altındayken Mustafa Kemal Paşa’yı Yunanlıların üzerine göndermek kararını almak gibi kutsal bir mutluluğun zevkini tattığını” yazmakta ondan “işgalci Yunanlılara karşılık vermek için mümkün ve gizli vasıtaları kullanarak Anadolu’ya memur eylediğim yaverim Mustafa Kemal” diye söz etmektedir.)
Bu konuda bir de Sultan VI.Mehmed Vahideddin’in kızı Sabiha Sultan’ın Hükümdar’ın, Gazi Hazretlerinin Samsun’a gidiş konusuna kendi bildiklerini de dile getirerek tarihi bir hizmette bulunmuşlardır: Aynı eserden alıyoruz:
(... Babamın Padişah olmadan evvel ve veliahd iken en çok tanıdığı ve taktir ettiği Mustafa Kemal Paşa idi. Yaveri idi ve onunla Almanya seyahatini yapmıştı. Mustafa Kemal Paşa’da ona çok bağlı ve hürmetkârdı. Memleketin en feci durumunda başa geçen Babam, mücadelenin ancak Anadolu’da devam edebileceğine inanmış ve Mustafa Kemal Paşa’yı bu işi tek başarabilecek insan saydığından, Anadolu’ya kaçmaya teşvik etmiştir.
Bunu bize söylediği gibi, bu kararlaşınca yayından çıkıp yaverler odasına giren Başyaver Naci Paşa – “Naci Eldeniz” olacak, diğer yaverlere gizlice müjdelemiş ve “Hele şükür, Efendimiz Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya geçmeye ikna etmişler!” demiştir.)
Şayet nasipse, ikinci bölümde buluşabilmek ümidi ile hepinize mutlu yarınlar dilerim efendim.