Daryuş Sayagan “Nihilizm akımının Batı uygarlığının içinden çıkması ve zamanla güçlenerek sonunda dünyayı kuşatması bir rastlantı değildir” der. Gerçekten de Batı uygarlığına baktığımızda, özellikle teknik ve modernleşme anlamında yükselişe geçtiği son yüz, yüz elli yıldır ortaya koyduğu sanat ve edebiyatı nihilist akımının etkisiyle “bunalım” etrafında dönüp durmuştur. Özellikle varoluş üzerinden hayatı ve insanı sorgulayan Batı, nihilizmden öteye gidememiştir. Bu nihilist duyguya rağmen Batı fikir ve edebiyatçıları sıkıntılı ruh hallerini edebiyata dönüştürmüş, eserlerinde bunalımlarını kusmuşlardır. Sartre’ın Bulantı’sı, Camus’nun Veba’daki çıkmazı, Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’deki çelişkisi, Kafka’nın Değişim’deki yabancılaşması, Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt’teki üst insan olamamanın getirdiği acıları bu anlamda en güzel örnektirler… Daryuş Şayegan ‘Batı’ya Karşı Asya’ adlı kitabında, Batı’nın bu nihilist ve bunalımlı ruh yapısını, onların kültürel kodları/medeniyet algısıyla ilişkilendirir ve oldukça yerinde bir tespitte bulunur. Şayegan kitabında; “Rus Bolşevizm’inin, Rus nihilizminden ve anarşizminden doğmuş olması da rastlantı değildir. Nitekim III: Reich da Batı nihilizminin, özellikle de Alman ulusunun Faustçu düşüncesinin bir ürünüdür. Stalingard Savaşı, bir bakıma iki Avrupa nihilizminin, yani Alman ve Rus nihilizminin meydan savaşıdır. Her ikisi de sekülerlemiş birer mit adına birbirine düştüler; Almanlar, ırk ve kan miti, yani hayati inançlar adına; Ruslarsa sınıf miti, yani insanlığı kurtaracak ploretarya adına. Her iki durumda da insan, içi boş ve soyut bir kavrama, yani üstün ırk ve insanlığı kurtaracak sınıf anlayışına indirgenmiş oldu. Yine XIX. Yüzyılın ikinci yarısının en duyarlı iki düşünürünün ilham ve düşünce kaynağının nihilizmle temasları sayesinde ortaya çıkması da bir rastlantı değildir. Nietzsche ve Dostoyevski’den söz ediyoruz. Rus nihilizmi, Ivan ve Stavrogin (Ivan ve Stovrogin, Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler adlı romanının ana kahramanlarıdır) gibi kahramanlarının ne o ne bu şeklindeki olumsuz diyalektiğe yönelmelerine, yani hem imanı hem imansızlığı, hem tanrıyı hem dünyayı inkâr etmelerine ve işin sonunda inkârı da inkâr etmelerine yol açar. Dostoyevski bu darboğazdan kaçış yolunu, Alyoşa ve Prens Mişkin gibi şahısların Mesihi atılımlarında bulur. Alman düşünürlerine göre tanrı öldü cümlesinde özetlenen nihilizmi aşmanın tek yolu güç istemini ispatlamaktır. Dostoyevski’nin nihilizmden kaçmak için Rus ulusunun Tanrı’yı taşıyan misyonuna iman eder. Nietzsche ise ondan kaçışı, Dostoyevski’nin aksine, yalnızca İsa karşıtı, yani ante-christ olan bir üst-insanın şişirilmiş iradesinin güçlenmesinde bulur. Halbuki Nietzsche’nin düşüncesindeki kasıtlı tabir, onun soylu derdinin, III. Reich şeklinde ortaya çıkan histerik idealin bir parçası sayılmasına yol açar. Dostoyevski’nin sesi, devrimci Rus nihilistlerinin ve anarşitlerinin laf kalabalığı arasında kısık kalır. Nihilizmden Bolşevizm, Bolşevizm de Stalin’in kırbacına dönüşür. Her ikisi de büyük adamdır: Birisi Rus ulusunun metafizik histerisinin ortaya çıktığı saha, öteki ise Batı’nın Faustçu iradesinin patlama noktasıdır. Her ikisi de, biz Doğuluların henüz mahiyetini anlamaktan aciz olduğumuz şeyi anlamış uğursuz elçiler ve habercilerdir. Bu şey, novalis’in ‘tanrıların kaybolduğu yerde hayaletler hüküm sürer’ sözüdür.” diye yazar. Bugün klasik olarak değerlendirdiğimiz birçok Batılı edebiyatçının ortaya koyduğu eserler; absürt, nihilizm, yabancılaşma ve ateizmle cedelleşmeden başka bir şey değildir. Kendini bir sinek gibi gören Kafka’nın derin yalnızlığı/yabancılığı, Camus’nun dünyayı saçma, Sartre’ın insanı Beyhude, Nietzsche’nin hayatı hiç ve boş, Dostoyevski’nin insanı zavallı gören anlayışları ve bunların ortaya çıkardığı edebiyat, kelimenin tam anlamıyla bunalım edebiyatıdır. İnsanı tek boyutlu biyolojik bir varlık olarak algılayan Batı uygarlığı, onun manevi yönünü ihmal ettiği için, insanı hayvanla bir görmüş ve insan üzerine yaptığı bütün tanımlarda insanı hayvanla özdeşleştirmiştir. Örneğin Aristo “İnsan düşünen hayvandır” derken, Marx “insan ekonomik bir hayvandır”diye düzeltmiştir. Albert Camus ise daha da ileri giderek tanrıya kafa tutmaya kadar işi vardırmış ve “insan başkaldıran hayvandır” diyerek insanı çıkmaza sürüklemiştir. Thomas Hobbes gibi bir düşünür ise “homo homoni lupus/insan insanın kurdudur” diyerek tanrısız bir dünyanın gelebileceği son noktayı göstermiştir. Bütün bu edebi ve felsefi düşünceler Batı insanının manevi dünyasını inşa etmekten uzak olduğundan, onun acısını ve trajedisini daha da arttırmıştır. Bu hakikati Ahmet Hamdi Tanpınar: “Diyalektik, insanı tarife çalıştı. Meşhur tüysüz ve iki ayaklı hayvan safsatasından siyasi, mantıki veya sadece teesüri mahlûk düsturlarına kadar bir yığın tarif, ‘insan bir tezatlar mecmuasıdır’, ‘insan bir ahenktir’ tarzında epeyce müphem, hatta bazen karanlıkta yapılmış bir el işareti gibi manasız izahlar hepimizin hatırındadır.” Diye dile getirir. Tanpınar’ın insanı tarif anlamında üzerinde durduğu ve müphem olarak nitelediği bu durum, aslında Batı uygarlığının insanlığa felsefe ve medeniyet diye armağan ettiği hakikatin, ne muğlâk ve içinden çıkılmaz şey olduğunun bir göstergesidir. Batı felsefe ve edebiyatının insana bakışının vardığı son noktayı aynı uygarlığın inançlı bir çocuğu olmasına rağmen yenide insanı tanımlamaktan aciz kalmış olan ve insanın ihmal edilmişliği üzerinde duran Dr. Alexis Carrel özetlemiştir: ‘İnsan Denen Meçhul!’ Aslında felsefe ve edebiyat Batı insanını dönüştürürken, Batı insanı da edebiyat ve felsefeyi dönüştürmüştür. Daha açık ifadeyle Batı insanı edebiyat ve felsefeyle acısını dindirmek yerine daha arttırmış ve ortaya çıkan bu sıkıntılı durumunu felsefe ve edebiyat yoluyla kusmuştur. Özellikle son dönem Batı felsefesinin akıl hocaları Sartre, Camus, Nietzsche iyi bir edebiyatçıdırlar. Bunlardan Sartre ve Camus düşüncelerini romanla dile getirmişlerdir. Bu anlamda Batı felsefe ve edebiyatı tek bir cümleyle özetlenebilir; ‘Banalım!’ Çünkü bu felsefe ve edebiyata baktığımızda insanın tarihsel yazgısından muzdarip olduğunu, çektiği acılarla inim inim inlediğini ve intihardan başka bir yolun görünmediğini görürüz. Hatta diyebiliriz ki, Batı edebiyatının roman kahramanlarının biricik yazgısıdır intihar! Çünkü Batı’nın insana bakışı her zaman trajik olmuştur. Bu trajedi’yi Nietzsche’nin Tanrıyı öldürmesinde, Dostoyevski’nin icat etmesinde görmek mümkündür. Nietzsche Tanrı/İsa’yı öldürerek kendini/insanı onun yerine koymak isterken, Dostoyevski varlığına inanmadığı bir Tanrı yaratarak ruhundaki boşluğu doldurmak istemiştir. Her ikisinin insanlığa sunduğu çıkış yolu, gerçekte insana acı vermekten başka bir şey değildir. Bir defa kendilerini acıdan kurtaramayan insan başkasını nasıl kurtarabilir ki? “Tanrı acımaktan öldü” diyen Nietzsche’nin yükünü çekemeyen bir atın sahibi tarafından kırbaçlanmasına dayanamayarak müdahale etmesi ve bunun sonucunda atın vurduğu bir tekme sonucu yaralanıp ölmesi, ilginç olduğu kadar “acımaktan” ölmesi trajiktir. Kısacası Batı edebiyatı bütünüyle bir arayış bir bunalım edebiyatıdır. Zira sorduğu soruya cevap, aradığı hakikate bir türlü ulaşamamıştır. Bu yüzden acı ve sıkıntılarını, derin yalnızlığını, yabancılığını, meçhullüğünü hakikat sanmış ve ona tapınmıştır. Bu da yetmemiş tapınmasını edebiyata dönüştürerek insanlığın aklını çelmiştir. Belki de Batı felsefe ve edebiyatın güçlü/büyük oluşu, onun bunalımının büyüklüğüyle orantılıdır. Çünkü sanat acıdan ve trajedin doğar! İnançlı bir Hıristiyan olan Alexis Carrel, bu eseriyle Nobel Ödülü almıştır. Kitap Refik Özdek tarafından Türkçeye çevrilmiş, Timaş yayınlarından çıkmıştır. Kitabın bazı çevirisi ise İnsan Bu Meçhul adıyla yayınlamıştır.