Cemil Meriç, ‘Romanda Hesaplaşma’ adlı yazısında, Tanpınar’ın roman hakkındaki mülahazalarına yer verir ve onun şahsiyeti hakkında; “Tanpınar, edebiyatımızda derin bir irfan, uyanık bir tecessüs, olgun bir zevkle eğilen bir müsteşriktir. Dürüsttür, samimidir, sanatkârdır. Ama imanını kaybeden insanın yabancılığı içindedir.” diye yazar. Sanatta genel bir kural vardır, buna göre derdi/acısı/trajedisi olmayan adam yazamaz. Bir insanın trajedisi ne denli büyükse eseri de o denli büyük olur. Bu durum Dostoyevski’den Kafka’ya Nietzsche’den Baudleare’ kadar böyledir.
Bu bağlamda Tanpınar, Osmanlıdan Cumhuriyete geçiş sürecinde yaşamış, Doğu-Batı ayrımının farkında olmuş, kişisel zaaflarıyla ve açmazlarıyla derdi olan bir adamdır. O bu yüzden içe dönük yaşamış ve içe dönük yazmıştır. Onun romanları çağının açmazlarını anlatır, değişim sürecindeki modernleşme ve gelenek arasında kalan birey ve topluma ayna tutar, kültür ve medeniyet tarihinin sentezini yapar. Bütün bunları yaparken de “kendinin peşinde giden” bir adam olduğunun ızdırabını yaşar…
Tanpınar kendi huzursuzluğunu işlediği ve adını yaşadığı huzursuzluğun tam tersine “Huzur” koyduğu romanı, bir yandan bir şehri/ülkeyi medeniyet ekseninde ele alırken, diğer yandan bireyin iç sıkıntılarını işler. Aslında Huzur’daki huzursuzluk Tanpınar’ın kendi yaşamındaki huzursuzluktur. Cemil Meriç onun bu durumuna İnce Mehmet ile Huzur’u karşılaştırırken değinir: “İnce Memet’in haydudu Batı’yı seçmiş, Huzur’un kişileri ise Batı ile Osmanlı arasında bir tereddüdün romanını yaşamıştır.”
Şahsiyeti ve sanatçılığı gelenek ve modernite bağlamında ele alınan ve bazılarına göre modernist, bazılarına göre gelenekçi olduğu söylenen Tanpınar, aslında bunlardan hiçbiri değildir, zira bu ikisi arasında bir yerde “arafta” duran bir sanatçıdır. Küfe’lilerin Hz. Hüseyin’e “gönlümüz senden kılıcımız Yezit’ten yana” dediği gibi Tanpınar da gönlüyle doğulu, zihniyle batılıdır. Bu durumunu üstadı Yahya Kemal’i tanımlarken dışa vurur. Günlüğünde inanç bağlamında Yahya Kemal’i “İnanmayan, fakat korktuğu için inanan adam” diye tanımlarken, aslında kendini tanımlamaktadır. Cemil Meriç’in deyişiyle “inanmayan bir adam”dır. Tanpınar burada inanmayan adam benim ama korktuğum için inanıyorum demek istemiştir. Yahya Kemal ile Tanpınar’ın bu durumunu en güzel Necip Fazıl tanımlamıştır. Necip Fazıl, Yahya Kemal için “O kovanız içindeki balı tutmuş ama tatmamış kişidir” demiştir. Bu ifade Yahya Kemal’in öğrencisi Tanpınar için de tam yerinde bir ifadedir.
Huzur romanın bir yerinde; “Ne kadar garip… İki dünyam var. Tıpkı Nuran gibi, iki âlemin, iki aşkın ortasındayım. Demek ki bir tamlık değilim. Acaba hepimiz böyle miyiz?” diye yazar. Aslında yazdığı bu cümlede Tanpınar’ı en güzel tanımlayan kavram “demek ki bir tamlık değilim” cümlesidir. Tanpınar, varoluş sancısı çeken bir sanatçıdır. Bu yüzden bütün eserlerinden bir içkinlik vardır. Hep içe, derinlere doğru inmeye çabalar. Gözlemleyen ve sorgulayan adamdır. Tamamlanmamış bir şahsiyet sahibidir. Özellikle günlüklerini okuduğunuzda onun tamamlanmamış bir şahsiyet olduğunu görürsünüz. Çünkü günlüğünün her satırında çevresindekileri düşman görür, kıskanır, korkulu ve şehvetli rüyalar görür, parasız, hastalıklı ve açtır. Kadına aç, aşka aç, paraya aç, şöhrete aç… Bütün bu açlıklar onun tamamlanmamış kişiliğini daha da somutlaştırır.  Bir defa henüz çok küçük yaşlarda annesini kaybetmiştir. Yetim büyüyen Tanpınar, anne sevgisinden mahrum kalmıştır. Bu yüzden kişiliğinde daha çocuk yaşta başlayan bir eksiklik vardır. Tanpınar’ın ilgisini varoluş felsefesinin çekmesi belki bu yüzdendir. Varoluş felsefesinde insan kendi kendini gerçekleştirendir. Tanpınar’da kendi kendini gerçekleştirmeye çabalayan bir sanatçı olmuştur. Yazdığı romanlarda bir yanıyla sosyal diğer yanıyla ferdi açmazlara dikkat çekmiştir.
Aslında Tanpınar’ın sıkıntısı kişiliğinden kaynaklandığı kadar yaşadığı devrin ruhundan da kaynaklanır. İmparatorluğun son döneminde doğmuş, Cumhuriyetin kuruluşuna tanıklık etmiş, bir yanıyla gelenek, öbür yanıyla modern bir hayat içinde yaşamış, Tanpınar hep ikilemde kalmıştır. Sanatçı devrinin ruhunu veren adamdır ve Tanpınar, devrinin ruhunu yüreğinde fazlasıyla hissetmiş ve onu eserlerine yedirmiş müstesna bir yazardır. Cumhuriyetin ilk dönemindeki aydın ve sanatçı tiplerine baktığımızda hepsinin Tanpınar gibi ikilemler yaşadığını, arafta kaldıklarını görürüz. Hatta diyebiliriz ki, cumhuriyetin ilk kuşağının yaşadığı ikilemi başka bir kuşak yaşamamıştır.
Tanpınar günlüğünün bir yerinde “Yunus diye bir şairim, Nabi diye acayip bir şairim var. O halde niçin bilmeyeyim.” diye yazar. Tanpınar batılı ve doğulu sanatçıları vardır ama Yunus ile Nabi’yi zikretmesi bence oldukça anlamlıdır. Yunus halk duyarlılığıyla, Nabi irfani duyarlılıkla içe dönüktür.  İç sıkıntısı yaşayan, inanmak ve inanmamak arasında kalan, batılı gibi yaşayıp, doğulu gibi olaylara bakan Tanpınar, içinin sıkıntılarını giderek şair ve yazarlar aramıştır her zaman. Bu yüzden aşkın şair ve yazarlara sığınmıştır. Mevlana, Yunus Emre ve Nabi işte bu türden yazarlarıdır. Burada Nabi üzerinde durmak yerinde olacaktır. Zira Nabi divan şiirine hikmeti getirmiş büyük bir şairdir. Arafta olan, ikilem yaşayan ruhları ancak irfanı, hikemi ve aşkın şeyler tatmin edebilir. Tanpınar, Yunus ve Nabi’yi zikrettikten sonra kendi kendine bir soru sorar. Bu soru da önemlidir. Ve der “Bilmesem rahat edebilir miyim?” Elbette bilmezse rahat edemez! Peki, bilse rahat edecek mi? Yine rahat edemez! Çünkü bilmek de acı çekmektir…
Tanpınar, her büyük sanatçı gibi arafta kalmış, ama yaşadığı cehennemi bu durumu sanata dönüştürebilmiş ender yazar ve şairlerdendir. Yaşamı boyunca tamamlanmamış duygusuyla kitaplara ve yazıya sarılmış, kendine bunlardan oluşan bir dünya kurmuştur. Onun yaşadığı sıkıntı Tanzimat’tan buyana toplum ve birey olarak yaşadığımız sıkıntıdır. Tanpınar’ın yaşadığı dönemden daha çok okunması, o sıkıntıların halen devam ettiğinin göstergesidir. Bu yüzden daha çok Tanpınar üzerine konuşup ve yazcağız…