RÖPORTAJ: SEVİL İREVANLI

Vizyon Üniversitesi (Kuzey Makedonya Gostivar.)

Eylül başlarında İstanbul’da bulunduğum sırada değerli aile dostumuz Dr. Yusuf Gedikli vasıtasıyla Sultanahmet’te bulunan Boğaziçi yayınlarını ziyaret etme imkânım oldu. Boğaziçi yayınlarının genel yayın yönetmeni Gazi Hocayla da o sırada tanıştım ve hoş sohbetini dinledim. Yayınevinden ayrılırken Gazi Beyin Osman Hoca (Kocaoğlu) ve eşi Halime Hanım hakkında söyledikleri oldukça dikkatimi çekti. Çünkü demir perdenin olduğu dönemlerde Türkistan’daki olaylar, özellikle de Buhara Cumhuriyetinin Bolşevikler tarafından işgali konusundaki bilgiler çok kısıtlıydı. Hem Türkiye’de hem de Azerbaycan’da bu konuların üstü çivili (kapalı) kalmıştı. Hatta Sovyetler Birliği döneminde Azerbaycan’da bu konuda yazı yazmak bile yasaklanmıştı.

Bu düşüncelerle Boğaziçi yayınlarını ikinci kez ziyaret etmeyi planladım. Ziyaretimin amacı sadece kitap almak değildi. O dönemde (1920) Buhara Halk Cumhuriyetinin cumhurbaşkanı olan Osman Hoca (Kocaoğlu) ve eşi Halime Hanım hakkında daha çok bilgi edinmek ve bir söyleşi gerçekleştirmekti.

S. İrevanlı: Gazi Hocam, sizi tanımaktan çok memnun oldum. İlk sorum, yayın hayatına ne zaman ve nasıl başladınız?

Gazi Altun: Yayın hayatına 1972 yılında başladım. Ben İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulu ve İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi mezunuyum. 70’li yıllarda askerî idare okul ve üniversitedeki dernekleri kapatmıştı. Ben o dönemde Çapa Yüksek Öğretmen Okulunun öğrenci derneği başkanıydım. Derneğimiz adına “Pınar” diye bir dergi çıkarıyorduk. O dergi özellikle bizim Yüksek Öğretmen mezunu olan ve Türkiye’nin dört bir yanına dağılan öğretmen arkadaşlarla aramızda çok güzel bir bağdı, bu sebeple aramızda yazışmalar başlamıştı. Öğretmenler öğrencilerinin yazılarını seçer, bize gönderirlerdi. O suretle onların yazıları bize gelirdi.

Gelen seçme yazılar arasından bir seçme de biz yapar, onları yayımlardık. Dergiyi çıkardığımızda onlara gönderirdik. Bu böyle devam eder giderdi. İşte bu şekilde dergicilik yoluyla ben basın yayın hayatına girdim. 1973’te fizik hocası oldum. Talabeliğimin son dönemiydi. Bazı şeylere aşina değildim.

Dergimizi okuyan bir edebiyat öğretmeni yaz tatilinde Afyon – Dinar’dan bizi ziyarete geldi. “Dergiyi çok seviyorum, öğrencilerime okutuyorum” dedi. Bu dergi “hasbi mi çıkıyor?” dedi; doğrusu ben fizikçi olarak “hasbi” kelimesini bilmiyordum. Cevap vermeme fırsat kalmadan kapının zili çaldı, “bir saniye hocam” dedim, hemen kapıyı açtım, arkadaki kütüphaneden sözlüğü buldum. Sözlükte hasbi sözünün “tamamen isteyerek, benimseyerek, ideal edinerek, gönüllü, karşılıksız çalışarak yapılan iş ve işlemler” olduğunu anladım. Hasbi sözünü öğrendikten sonra hemen içeriye döndüm. “Evet hoca hanım, tamamen hasbi” dedim. Öyle deyince “ben zaten bunu anlamıştım” dedi. “Her şiirinde, her yazısında ben bunu hissediyorum” dedi. “Öğretmenlik maaşımı aldım, 29 tane talebemi abone ediyorum, bu da parası” demek suretiyle bize derginin ne kadar hissedildiğini, beğenildiğini ve anlaşıldığını gösterdi. Bu da güzel bir hatıra oldu benim için.

Böylece dergiciliğe, yayıncılığa başlamış olduk. 1977 yılının sonuna kadar ben o işlerle uğraştım. Sonra Türk Edebiyatı Vakfının dergisinin yazı işleri müdürü oldum. Türk Edebiyatı Vakfının başkanı rahmetli Ahmet Kabaklı Hoca Yüksek Öğretmenden bizim hocamızdı. Kendisi de Yüksek Öğretmenlidir.

Bir müddet Büyükşehir Belediyesinde Kültür AŞ’nin müdürlüğünde bulundum. Sonra Cağaloğlu’ndaki Boğaziçi yayınlarına bizi davet ettiler. Boğaziçi yayınları 1973 yılında İstanbul Üniversitesindeki hocalarımızın, ağabeylerimizin, büyüklerimizin kurduğu bir yayıneviydi. Başında yine şahsen tanıdığımız, bizden bir nesil önceki büyüklerimiz, ağabeylerimiz vardı. Onlardan biri olan rahmetli Ergun Göze’nin vefatından sonra Boğaziçi yayınlarını bize teslim ettiler; on iki yıldır fiilen Boğaziçi yayınlarının yönetim kurulu başkanıyım.

S. İrevanlı: Hocam, Boğaziçi yayınlarından çok değerli kitapların yayımlandığını biliyoruz. Bu yakınlarda Dr. Yusuf Gedikli’nin bin sayfalık bir kitabını basma arifesinde olduğunuzu işittim. Bu kitap da çok önemlidir. Kitap ne zaman basılacak, tarih belli mi?

Gazi Altun: Bu kitabın bir an önce çıkmasını istiyoruz. Çünkü söylediğiniz gibi Yusuf Gedikli’nin çalışması bin sayfalık, önemli bir çalışmadır. Gedikli’nin Dillerin Şifresi kitabı 2015’te yine bizim Boğaziçi yayınlarından çıkmıştı. Size takdim etmiş olmalıdır. Dolayısıyla bu çalışma da onun devamı niteliğindedir. Şu an sanırım son düzeltmeleri, son çalışmaları yapıyor. Niyetimiz kitabı bir an önce bilim dünyamıza kazandırmaktır. Çünkü bütün dillerin kökeni, kuruluşu, işleyişi, özellikleri konularında Yusuf Gedikli kardeşimiz gerçekten son derece emek sarfetti. Ömrünü tüm dillerin özellikle Türkçenin yapılarıyla, kökenleriyle ilgili çok geniş bir çalışmaya adadı, harcadı. Dolayısıyla kitabı bizim için de çok önemlidir.

Boğaziçi yayınları daha çok akademik yayınlar yapan bir yayınevidir. Biraz önce arzettiğim gibi 70’li yıllarda başta Muharrem Ergin olmak üzere İ. Kafesoğlu, F. K. Timurtaş vb. altmışa yakın hocamızın eserlerini basmıştır. Ayrıca İstanbul Üniversitesinin en yetkin hocalarının eserleri Boğaziçi yayınevinde basılmıştır. Kitapların birçoğu tekrar tekrar basılıyor. Şu ana değin 600’e yakın eser bastık. Bu eserlerin bazıları 10, hatta 11 cilttir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin kurucu cumhurbaşkanı rahmetli Rauf Denktaş’ın 10 ciltlik hatıralarını da yayımladık. Ayrıca 11 ciltlik Ebussud Tefsiri’ni yayımladık. Daha buna benzer bir çok dinî, milli, tarihî eser burada yayımlanmaya devam ediyor. Yusuf Gedikli’nin sözünü ettiğimiz eserini de basacağız. Arkadaşımız son düzeltmeleri yapmak ve dizin çalışmalarını bitirmek üzere. Bize söylediğine göre bir haftaya kadar bitecek. Artık sona geldik. Bugün de kendisiyle konuştuk. “Tamam” dediği anda biz hemen baskıya geçmek arzusundayız.

S. İrevanlı: İlk ziyaretim sırasında Osman Hoca (Kocaoğlu) ve eşi Halime Hanım hakkında söylediklerinizden yola çıkarak birkaç soru sormak istiyorum. Onlar hakkındaki hatıralarınızı bir daha anlatır mısınız? Osman Hoca’nın Kurtuluş Savaşı’na gönderdiği yüz bin altın için “Rusya’nın Bolşevik lideri Lenin tarafından gönderildi” diye yazılıp çizilmekte. Bu konuda neler söylersiniz? İkincisi geçen konuşmanızda Osman Hoca’nın eşi Halime Hanıma Türkiye Cumhuriyeti’nin yaptığı yardımdan bahsetmiştiniz. O konuda bilgi verebilir misiniz?

Gazi Altun: Türkiye’nin Kurtuluş Mücadelesi veya Milli Mücadele tarihi bizde çok fazla bilinmiyor. Çok kısaltılmış, çok özet, kimseye sataşmayan bir tarih bilgimiz var. Kendi tarihimizi bütün yönleriyle ortaya koyan bir tarih yazamadık, yurttaşımıza böyle bir tarih okutamadık. Tahsilimiz boyunca gerektiği gibi bir tarih öğretim ve eğitimi alamadık. Bazı şeyleri hatıraları okurken veya dikkatimizi çeken tarihsel eserleri okurken öğrendik. Milli Mücadelenin yapıldığı dönem veya hemen ondan önceki dönemde eğer zihnim beni yanıltmıyorsa imparatorluğun 39 milyon nüfusu vardı. İstiklal harbinden sonra, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra yapılan ilk nüfus sayımında 13 milyon 650 bin nüfusumuz olduğu görülüyor. Yani Türkiye Cumhuriyeti devletinin ilk nüfus sayımında nüfusun 13.5 milyondan biraz fazla olduğu tespit ediliyor. 13 milyon 650 bin kişinin 7 milyon 66 binini kadınlar, 6 milyon 584 binini erkekler teşkil ediyor. Bu nüfusun önemli bir kısmının çocuk ve yaşlı olduğunu da unutmayalım. Kalan kısmı da devleti idare eden asker, polis, memurdur; bir kısmı da mevcut toprakların ekilmesi, biçilmesi, halkın beslenmesi, ürünün vergiye dönüştürülmesi için çalışıyor ki, bunların hepsinin toplam sayısının 4-5 milyon olduğunu tahmin edebiliriz. Kısaca Türkiye Cumhuriyeti 4-5 milyon kişiyle işe başlamış durumda.

Peki ondan önceki 39 milyon insan nereye gitti. Balkanlarda kaldı, Irak’ta, Suriye’de kaldı, Kafkaslarda kaldı vb.

O zamanlar İstanbul’da çıkan bir dergi Doğu Türkistan’da okunuyordu, Kafkaslarda, Azerbaycan’da, Avrupa’da okunuyordu (Tercüman gazetesi gibi; S. İ.) İşte böyle bir hâl vardı. Sonra dünya Sovyetler ve Amerika’nın nüfuz bölgelerine bölündü. Türkiye ancak kendi sınırları içerisinde, kendiyle meşgul olmaya başladı. Gerçi nüfus azalmıştı, ancak devletin iki bin, üç bin yıllık aklı vardı. Dolayısıyla Türkiye devlet aklıyla, devlet geleneğiyle, sınırlarının dışında kalan Türk unsurlarıyla irtibatı kaybetmedi. Onlarla zaman zaman, fırsat buldukça irtibatlar kurdu, görüşmeler yaptı, konuştu, yazıştı. O dönemde başka ülkelerin egemenliği altında kalan Türk unsurları Türkiye’nin İstiklal harbinde Türklere yardım ettiler. Yardım gönderdiler. İşte Buhara Halk Cumhuriyetinin cumhurbaşkanı olan Osman Hoca (Kocaoğlu) da Türkiye’ye yardım yollayanlardan birisiydi.

Kendisi benim okumalarımdan öğrendiğime göre Türkiye’ye yardım etmek maksadıyla 100 bin altını Lenin’e teslim etti. Lenin bu 100 bin altının ancak 20 binini Türkiye’ye gönderdi, gerisini maalesef göndermedi. Tabi ki devletimiz yardımın kim tarafından gönderildiğini bilmiyordu. Sonra Sovyetler Osman Hoca’yı Buhara’dan uzaklaştırıyor. Devlet erkânı can korkusuyla farklı ülkelere gidiyor. Osman Hoca sonra Türkiye’ye geldi. Türkiye’de ömrünü sürdürdü. Sovyetler Osman Hoca’yı Türkiye’den dışarı çıkarma taleplerini Türkiye’ye ilettiler. Gidenler daha sonra siyasi hava değişince tekrar Türkiye’ye döndüler ve Osman Hoca burada vefat etti.

Biz bunları ne zaman öğreniyoruz? Bir gün yayınevimize Kıbrıs gazisi emekli bir general geldi. Biz onun doçent olan kızının kitabını basmıştık. O vesileyle ziyaretimize gelmişti. Daha evvel de tanışıyorduk. O general şöyle anlattı:

“Biz 1980 ihtilalinden sonra Genelkurmay ve Cumhurbaşkanlığında çalışan insanlar olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne geçmişte hizmet etmiş olan kimler var; onları tespit etmek istedik. Maksadımız devletimize hizmet edenlere devletin vefasını göstermekti.

Araştırırken Osman Hoca’nın adı geçti. Vefat ettiğini öğrendik. Hanımı nerede yaşıyordu, çocuğu var mıydı? Araştırdık. Hanımının yaşadığını, çocuğunun üniversetede çalıştığını öğrendik. Böylece onun hanımına bir yardımımız olsun, bir vefamız olsun diye asker kökenli İstanbul belediye başkanına emir verdik. 'Osman Hoca’nın hanımını bulun, onun ihtiyaçlarını karşılayın’ diye talimat verdik. Belediye başkanı da zabıtayı harekete geçirmiş, aramış taramış, bulmuşlar; bakmışlar ki küçük bir evde tek başına yaşıyor. Ona önce birkaç hafta yiyecek içecek, pazar malzemesi, gıda vb. götürmüşler. Sonra yine Ankara’daki heyet demiş ki, ‘biz kendi aramızda şahıslar olarak para topladık. Bunu da bir zarfa koyun, kendisine teslim edin”. Parayı göndermişler. Başkan o zarfı da hanımefendiye yollamış. Kapalı zarf içerisindeki parayı teslim etmişler. Zarfın içinde ne kadar para olduğu belli değil. Zarfı götürmüş, kendisine vermişler. İkinci hafta geldiklerinde görmüşler ki paraya hiç dokunulmamış, yastığın üzerinde duruyor. El bile sürülmemiş. Yani bu kadar hassas, bu kadar dikkatli, bu kadar asaletli bir davranışla karşılaşmışlar.”

Bunu o emekli paşamız bana anlattı. Ondan sonra ben Osman Hoca’nın peşine düştüm. Timur Kocaoğlu bizim üniversiteden tanıdığımız bir arkadaşımızdı. Türk Edebiyatı dergisinin yazı işleri müdürü olduğum zaman yanıma gelmişti. O zaman daha yakın sohbet ettik. Sonra beraber gezilerimiz oldu. Facebook gündeme gelince ben Osman Hoca’nın oğlu Timur Kocaoğlu’na bir nebze bunları anlattım, “böyle böyle” dedim. O da biliyorsunuz Amerika’daydı, emekli oldu. Türkiye’ye geleceğini söyledi. Babasıyla ilgili olarak Özbekistan’a gitmiş. Buhara’da babasının yaşadığı kendi evlerinin otele dönüştürüldüğünü, 25 dolar vererek orada misafir kaldığını anlattı; hatta bunları bir roman haline dönüştürme fikrinin olduğunu söyledi. Ben de kendisine “bu romanı Boğaziçi yayınları olarak biz yayınlamak isteriz” dedim. O da “olur” dedi. Böyle bir ön görüşmemiz oldu. Gelmesini bekliyoruz. İnşallah gelir. Çünkü onun hayat hikâyesi benim için çok değerlidir, çok dil bilen, Türkçenin birçok lehçesini bilen dostumuz, kardeşimizdir. Dolayısıyla onun yazacağı hatıralar benim için çok önemli, ülkemiz için Türk dünyası için çok önemli. Gelmesini, tasarladığı romanını yazmasını bekliyoruz. Türk dünyası hakkında fikir söyleyen büyüklerimizin hepsinin anılması lazım, hatırlanması lazım. Onların tarihteki yerlerinin unutulmaması lazım. İşin doğrusu budur. Milletimize hizmet eden bireylerimizi unutmamamız, onlara değer vermemiz, onları anmamız lazım. Millet olmanın gereklerinden biri de budur.

S. İrevanlı: Hocam Azerbaycanla ilgili yayınlarınız var mı? Azerbaycan’dan kimleri tanıdınız?

Gazi Altun: Türk Edebiyatı Vakfında yazı işleri müdürü iken Bahtiyar Vahapzade ile tanıştım. Bahtiyar Vahapzade’nin Ahmet Kabaklı Hoca ile de yakın dostluğu vardı. Yolladığı mektupları ben açar okurdum. Türk Edebiyatı dergisinde şiirlerini, makalelerini yayımlardık. Bunlar yakın zamanlardaydı. Ondan önce Sovyetler döneminde bizim Azerbaycan’la ilgili sık sık söylediğimiz o ünlü türkümüz vardı: Çırpınırdın Karadeniz türküsü. Bu bizim gönlümüzü en fazla okşayan, Azerbaycan’la olan yakınlığmızı en iyi ifade edebileceğimiz bir türküydü. Pek çok toplantıda bunları dillendirdiğimi hatırlıyorum.

Bir hatıramı daha nakledeyim. Türk Edebiyatı dergisinin yazı işleri müdürü iken bir kişi telefon etti. “Nazım Hikmet’i nasıl bilirsiniz?” diye sordu. Nazım Hikmet, Türkiye’de sol düşüncenin adamı diye bilinirdi ve millilikle sol birbirine biraz mesafelidir. Dolayısıyle ben de milli bir dergiyi temsil etiğim için o şahsın kasten böyle bir şey sorduğunu, maksatlı sorduğunu hemen anladım. “Neden soruyorsunuz?” dedim. “Siz Nazım hakkında kısa düşüncenizi söyledikten sonra ben kimliğimi açıklayacağım” dedi. “Nazım, Türkçenin dünya çapında tanınan bir şairidir” dedim. “Allah razı olsun” dedi. “İşte ben bu cevabı duymak istiyordum. Ben Azerbaycan konsolosluğunda çalışan birisiyim. Biz Türkiye sevgisini Azerbaycan’da Nazım Hikmet’ten öğrendik ama Türkiye’ye geldik onun vatan haini olduğunu işittik. Bu nasıl iştir?” Ben o şahısa “teşrif edin gelin oturalım konuşalım” dedim.

Nazım Hikmet Azerbaycan’a toplantıya gittiğinde iki konuyu dile getirmiş:

Birincisi, “Anayasanızda resmi diliniz Türkçe, neden bunu hemen uygulamıyorsunuz?” demiş. Toplantıya katılan heyettekiler birbirlerine bakmışlar; “evet” demişler, “yarından itibaren uyguluyoruz” demiş ve uygulamaya başlamışlar.

İkincisi bir küçük el altı kağıdına; “dilinizi, folklorunuzu katiyen unutmayın” diye bir not yazmış, altına imza atmış ve o arkadaşa vermiş. Telefon eden arkadaş onu bana getirdi.

Ben Nazım Hikmet’in Sovyetler döneminde Bulgaristan maceralarını da yine Bulgaristan’da yaşayan İbrahim Tatarlı diye bir profesörden dinledim. Yani Rusya’nın onu nasıl takip ettiğini, Sovyet örgütlerinin kendi sınır bölgelerinde bulunan Türk unsurlarını nasıl gözetim altında tuttuklarını, nasıl yönlendirdiklerini onunla uzun uzun konuştuk.

Nazım Hikmet’i Bulgaristan’a davet etmişler ve Nazım Hikmet’in Bulgaristan’da verdiği konferansta yer yerinden oynamış. Oradaki Türkler de büyük heyecana kapılmış. Nazım sonra “Beni bir daha Bulgaristan’a da Azerbaycan’a göndermediler” demiş. Nazım Hikmet.le ilgili  hatıralarını yazanların da düşünceleri bu yöndedir. Doğrusu biz sağ sol çekişmeleri yaşadık. Bizim dışımızda olanlar da bizi bu tartışmalara kasten çekerek bizi tartışmamıza yol açtılar, birbirimizle kavga ettirdiler. Böylece yüz yıldan beri süren bir siyasi tartışmanın içinden geçtik ve bunun en azından elli yılına şahidiz.

S. İrevanlı: Rahmetli Turan Yazgan Hocamızı bana hatırlattınız. Sizin fikir ve düşünceleriniz de onun fikirleriyle örtüşüyor. Turan Yazgan Hocamız demişti ki “Azerbaycan Türk dünyasına, Balkanlara açılan bir köprüdür.”

Gazi Altun: Evet Turan Yazgan Hocamızı da rahmetle analım; onunla çok hatıralarımız var. Ruhu şad olsun. Bunların da yazılması, kitaplaştırılması gereklidir.

S. İrevanlı: Gazi Hocam, sizi tanımaktan çok büyük mutluluk duydum; çoğu kimsenin hiç bilmediği değerli fikir ve düşüncelerinizi, hatıralarınızı bizlerle paylaştığınız için çok teşekkür ederim.

Gazi Altun: Ben de teşekkür ederim.