BİR TATAR AYDINININ KALEMİNDEN BALKAN FELÂKETİMİZİN SOSYAL RÖNTGENİ: İSTANBUL MEKTUPLARI (5)
Oğuzhan SAYGILI
...önceki günden devam
Yazar, görüştüğü ama ismini açıklamadığı bir kişinin, aşağıda anlatılan fikrini mantıklı ve tutarlı bulur. Balkan Savaşı’nda Türklerin yenilgisinin sebeplerini irdelerken, idealizm eksikliğinin ve askerlerin gözünün evinde olduğu için kaybettiğini buna karşın Bulgar askerlerinin nasıl daha başarılı olduğunu anlatır: “Bulgar askerleri rahatça savaşıyor, evi, ailesi, dükkânı, ticareti konusunda gönlü rahat. Kendisi savaşta ölüp gitse çocukları için o kadar kaygı duymayacak. Çünkü onun karısı gerektiğinde çift sürebilir, ekin ekebilir, ürünü toplayabilir veya ektirir, toplattırır. Dükkânı varsa eşinin yerine bunu kendisi çalıştırabilir. Çocuklarına bakar, onları okutur. Mekteplerin usullerini bilir, nizamlarından faydalanabilir. Hâsılı erkek gibi işini yürütebilir. Hâlbuki Türk askerlerinin bütün kaygıları evlerinde, köylerinde. Onların karıları çift sürmeyi de bilmiyor, ekin ekmeyi de, ürün toplamayı da. Ticaret de elinden gelemiyor. Gelse de Müslüman kadınına böyle işler uygun görülmüyor. Devletin kanun ve nizamlarından da yararlanamıyor. Çocuklarını yetiştiremiyor. Kocasız kaldı mı Müslüman ailesi perişan oluyor. İşte bu yüzden Türk askerleri ailelerini, köylerini düşünmekten savaşası gelmiyor, ölümü göze alamıyor. Binaenaleyh savaşta yenme ve yenilmenin sebepleri arasında sadece top ve tüfek değil kadınlar ve aile meselesi, kadınların yüzlerine örtülen çarşaflar da çok büyük rol oynamaktadır.”(s.216)
Yazar, Amerikan Kız Koleji’nde son birkaç yılda okuyan Müslüman kız çocuklarının yaklaşık yüze ulaştığından bahseder. Bununla ilgili şu ilginç yorumu yapar: “Avrupalılaşmaktan korkan Müslümanların İngilizleşmekten korkmamaları, çocuklarını halis Müslüman terbiyesi veren bir mektepte okutmaktan korkan Müslümanların halis Hristiyan terbiyesi veren bir mektebe göndermekten korkmamaları taaccübe şayan değil midir?”(s.14)
Yazar, kız çocuklarının okutulmamasının ne gibi aksaklıklar, sefalet ve sıkıntılar doğurduğuyla ilgili ilginç tespit ve gözlemde bulunduğunu belirterek kadınların okutulmasının ne kadar elzem olduğunu bakın ne güzel anlatır: “Bugünkü günde ticaret, sanat, iktisat cihetlerince Türkler Türkiye’deki Hristiyan milletlerin hepsinden daha geridedir. Çünkü Hristiyan milletlerin bütün gövdesi, yani erkekleri ve kadınlarının hepsi canlı, hepsi hareket halinde ve hepsi çalışıyor. Türk milletinin ise sadece yarısı, sadece erkekleri çalışıyor, sadece yarısı canlı. Gövdelerinin yarısı mefluç. Bir erkeğin kazancını beş on kişiden meydana gelen bütün bir aile tüketiyor. Diğerleri hiç para kazanamıyor. Çünkü şeriat mı diyeyim, âdet mi diyeyim, bunların önünü kapatıyor. Bunları kara çarşaflara sokuyor, ağızlarına temiz hava girmiyor. Bunları kafesli pencereler içindeki dört duvarın arasına tıkıyor. Yüzlerine güneş ışığı bile düşmüyor. Bunlar sadece kocalarının üzerinde ağır bir yüktürler. Hayatın acı dakikalarında bunlar kocalarının kaygılarını paylaşamıyorlar, eşlerine teselli vermiyorlar. Bin türlü tezellül ile hükümet memuriyetinde çalışan eşleri, babaları, çocukları bir ay hastalanıp maaş alamasa veya işinden çıkarılsa veya ölüp gitse bütün aile için kıyamet kopuyor, bütün aile sefalete mahkûm oluyor.” (s.216)
YAZARIN İTTİHATÇI- İTİLAFÇI ÇEKİŞMESİ HAKKINDAKİ MÜTALASI
Balkan Savaşları’nda mağlup olmamızın en önemli sebeplerinden birinin, orduya siyasetin karışması ve komuta kademelerinde fırkacılığın had safhada olması olduğu konusunda tarihçi ve tarih araştırmacılarının çoğunluğu hem fikirdir. Yazar bu konuda özellikle cephe gerisinde, İstanbul’da toplumun kamplaşmaları bölünmesini, her iktidar değişikliğinde sil baştan kadroların yenilenmesini şöyle anlatır: “İstanbul’daki iki yüz, üç yüz aydın ve siyasî beyefendiler hiç durmaksızın fırka oyunu oynuyorlar. Bir fırkanın biri üste çıkıp iktidarı eline alıyor bir diğeri. İktidara gelen fırka valiliklere ve bütün memuriyetlere kendi adamlarını atıyor. Bunlar iş yapmaya, bir şeyler düşünmeye çalışırken diğer fırka iktidara geliyor ve önceki memurların hepsini görevinden uzaklaştırıp kendi adamlarını getiriyor. Bugün İstanbul’da kaldırım taşı sayısınca sabık nazır, sabık vali, sabık mutasarrıf var. İşsiz güçsüz dolaşıyorlar.”(s.200) Kerimî’nin İstanbul’da kaldığı kısa süre zarfında dahi birkaç iktidar değişikliği olmuştur. Her iktidar değişiminde rakip fırkanın siyasetçi ve yazarının taciz edildiği, tevkif edildiğini, karşı tarafın gazetelerine sansür uyguladığını özellikle belirtir. Örneğin Ağayef Ahmet ile görüşmesini cezaevinde yapmıştır. Yazar, Babıâli Baskını’nı yaşayanların arasında bulunmuştur. Bunları bütün ayrıntısı ile anlatır. İttihat ve Terakki Fırkası işbaşına gelince muhalefet aktörlerinden İkdam muharriri Ali Kemal, sabık Maliye Nazırı Abdurrahman Bey, Dâhiliye Nazırı Reşit Bey, Kamil Paşazade Sait, Şeyhülislamzâde Muhtar Bey, sabık mebus Rıza (Nur) Bey gibi yazar ve aydınların soluğu Avrupa’da aldığını belirtir. Kamil Paşa sadrazam olunca Tanin Gazetesi yazarı ve sabık mebus Hüseyin Cahit (Yalçın), Maliye Nazırı Cahit Bey, İsmail Hakkı Bey, Asım Bey, Meclisi Mebusan’ın eski Reisi Ahmet Rıza Beylerin rakipleri gibi Avrupa’ya kaçtığını anlatır. Böyle kara günde, enerjilerini düşmana değil de birbirlerine kullanmalarına yazar çok üzülür. Çıkan yangınlardan, olan zelzelelerden dahi fırkaların birbirini suçladığını belirtir. Fırkaların birbirine karşı düşmanlığı o kadar fanatizm boyutundadır ki yazar bakın nasıl anlatır: “Gerçekten parti ihtilafı o kadar ileri derecededir ki, söz gelişi şimdi İttihat ve Terakkiciler işbaşına gelince bütün düşman askerlerini hudutlarının dışına atacağı apaçık malum olsa bile, buna muhalif parti mensupları razı olmazlar. İttihat ve Terakkiciler vasıtasıyla kurtulmaktansa Balkan Islavları tarafından yutulmayı tercih ederler.”(s. 20)
İSTANBUL’DA MEŞRUTİYET’İN İSTİSMARI
II. Meşrutiyet’in ilanından sonra devrimin sloganlarından “Hürriyet, Müsavat, Adalet” kavramlarının çoğunluğunun gayrimüslimler ve bir kısım Türkler tarafından nasıl istismar edildiğinden ve popüler hale getirildiğinden Kerimî, şöyle bahseder: “Bu parlak ve güzel sözler burada o kadar çok istimal edildi ve edilmektedir ki, nereye baksanız bu sözler gözünüze ilişir. Sokağa çıkmanla birlikte karşına çıkar. Lokantaya gidersin, “Meşruiyet yemeği” var. Rum dükkânına “Adalet Bakkaliyesi” adını verilmiştir. Ermeni, “Uhuvvet-i Osmaniye Berberi”nde Türklerin sakallarını keser. Bulgar sütçünün dükkânının kapısı üzerine “İttihad-ı Anasır Sütçüsü” diye yazılmıştır. Tepebaşı’nda “Bristol Oteli”nin altında “Kanun-i Esasi Birahanesi”, Galata’ da “Adalet Oteli”, yanında “Adalet Lokantası” ve “Hürriyet Birahanesi”nin tabelaları yan yana dizilmişlerdir. Nikelden yeni basılan Türk paralarının bir yüzüne de “ Hürriyet, Müsavat, Adalet” yazılmıştır. Sandalye, porselen eşya ve tabaklara kadar her şeyin üzerine bu sözler nakşedilmiştir.
Şişli Caddesi’nden Kâğıthane yoluyla İstanbul’ un dışına çıkınca gayet büyük ve güzel bir yerde Bulgar Papaz Okulu ve hastanesinin yanında Hürriyet-i Ebediye Tepesi de var. Güzel bir bahçe yapılıp etrafı çevrilmiş. Bunun ortasında 31 Mart Vak’ası’ndan sonra İstanbul’a gelip hürriyeti yeniden kazandıkları sırada şehit olan fedakâr subayların kabirleri var. Bunun üzerince mermer taştan güzel ve büyük bir kaide ve onun üzerine de yine mermerden top gibi büyük bir şey yapılmış. Bu mermer sütunun dört yanına Türkiye’de hürriyetin ilan edildiği tarih ve Sultan Mehmet Reşat Han hazretlerinin ismi nakşolunmuş. (s. 152)
Bilindiği üzere Balkan Savaşları öncesi Osmanlı Devleti, Trablusgarp Savaşı sonucunda Kuzey Afrika topraklarından çekilir. Kerimî, bu toprakların elimizden çıkmasına karşılık halkta hiçbir tepkinin, üzüntünün olmamasından çok etkilenir. Bu toprakların kaybından dolayı yüreği yanan hiçbir kişiyle karşılaşmamış olması yazarı çok şaşırtır. Bu konu hakkında şu gözlem ve değerlendirmelerde bulunur: “Trablus Müsalahası, yani Trablus’un Türkiye’nin elinden çıkması buradaki Türklere hiç tesir etmedi. Bunu düşünen de, konuşan da yok. Sanki Trablus Savaşı hiç olmamış, Trablus elden çıkmamış. Ben buna fevkalade şaşırdım. Hatta renkli kartpostallar yaptılar, bunlarda İtalya Kralı ile Padişahın resmini yan yana koydular. Bir Arap kızı suretinde olan Trablus İtalya Kralına baş eğip temenna etmektedir. İtalya Kralı ile Padişahın başları üzerine barış alameti olan yeşil ağaç dalları konulmuş ve altına da “Mesalih-i umumiyenin hüsn-i cereyanı için Trablus Müsalahası akdedilmiştir.” diye yazılmış. Bu kartpostallar kitapçıların vitrinlerine konulmuş, satılıyorlar. Bunların niçin Türklerin yüreklerini sızlatmadığını aklım almıyor. Şimdi Bulgar Müsalahası da, Trablus Müsalahasından çok farklı olmayacaktır. “Mesalih-i umumiyenin hüsn-i cereyanı için” diye yazıp asarlar.”(s.37)
devamı yarın...
Yorumlar