Bu ay ki konuğumuz Mehtap Arslan; onun yılmayan mücadeleci kişiliği, kendine koyduğu hedeflere yürüyüş kararlılığı, ben de hep saygı uyandırmıştır.

Kendisinin yaşadığı zorluklar hakkında hiçbir şey bilmesek bile, mesleki başarısı ve hayatında aldığı cesur kararları, ruhsal gelişimine yaptığı yatırımları ile onu burada konuk edebilirdik ama bu kez hassas bir olaya ve onun hayatı üzerindeki etkilerine, dönüşüm yolculuğuna değindik.

***

Mehtap Aslan kimdir?

Dünyaya adapte olmaya çalışan bir canlıdır.

Neye adapte olmaya çalışıyor?

Çocukluğumdan beri hayatı, başlangıcı ve sonu olan bir oyun gibi gördüm. Bana ait hiçbir şey olmadığına, sahip olduğum her şeyin geçici olduğuna inandım. Benim olmayan bir şey için hayıflanmamayı öğrendim ve yaşadığım şeyi de bir öğreti olarak tecrübe etmeye çalıştım.

Ne zaman ve nasıl oldu kaza? Hayatını nasıl etkiledi?

1983 yılıydı, 9 yaşındaydım. Ramazan Bayramı arifesinde, iki araba İstanbul’dan yola çıkmıştık, Erzincan’a, yolu bilenin önde liderlik ettiği, bizim arkadan takip ettiğimiz bir sistemle. Yolu bilen ilk araç, hızlı gitti ve onları kaybettik. Yolu bulmaya çalışırken uzattık. Babam da gece yolculuğu yapmadığı için gece, Sivas’ta konaklayıp sabah erken tekrar yola çıktık. En öne geçmek istedim, annemin yanına; geçtim. Emniyet kemerimiz takılı değildi. Önde oturduğum için her şeyi net gördüğümü düşünüyorum ama önde üç kişiyiz, her birimiz farklı şeyler anlatıyoruz.

Bize, senin gördüklerini anlat…

Yol; rampa, tek şeritli, eski bir yoldu. Biri büyük, biri küçük iki araç, birbirini sollayarak geliyordu. Onları gördüğümüzde, tepedeydik ve oldukça hızlıydık. Araçlardan birinin yoldan çıkması gerekiyordu yoksa çarpışacaktık. Babam birden zikzak yapmaya başladı ve şarampole kayıp takla attık. Diğer iki araç gitti, kim olduğunu bilmediğimiz başka bir araç durdu.

Benim sol kolum, arabanın altında kalmıştı. Çocuk olduğum için, birisinin gelip arabayı kaldırması gerektiğini düşünemeyip kolumu arabanın altından çektim, ciddi anlamda sıyrıldı. Etlerin koptuğunu görebiliyordum ama kolum kopmamıştı, parçalanmıştı. O yoldan gelip duran kişi, babamın mendilini buldu ve parçalanan yerin üzerinden kolumu, kangren olmasın diye bağladı. Sonra en yakın hastaneye gittik, o arabayla. Yolda, anneme -o dönemlerde engelli insanları çok bilip görmediğimiz için şu an enteresan bulduğum- bir şey söylüyordum; “Anne, kolumu kesecekler ama beni bayıltsınlar, acımasın.” Annem de “nereden çıkarıyorsun” diye panikliyordu. Arife ve erken saat olduğu için hastanede cerrah yoktu. Uzun beklediğimizi sanıyorum, sonra bir cerrah geldi ve -kangren olmasın diye muhtemelen- hızlı bir karar verip kolumu kesti.

Gözümü açtığımda beklediğim şeyle karşılaşmıştım; direk koluma baktım ve yoktu. Bir hafta ben, hiçbir şeyim yokmuş gibi çevremdeki insanları, üzülmesinler diye, teselli ettim, neşeliydim. Herhalde bu reddetme evresiydi. Bir hafta sonra İstanbul’a dönünce, gerçeklerle karşılaştım. Eve gelen ziyaretçiler arasında, 7 yaşlarında bir kız çocuğu vardı. Ziyaretçilerime kolonya dağıtıyorum ve o kız benim uzattığım kolonyayı almadı. “Ben senden kolonya almam, senin kolun yok”, dedi.  Sonrasında da zaten hep böyle devam etti; “kıza bak kolu yok!”. Çocuklar acımasız oluyor. Ailem, arkadaşlarım ve öğretmenlerim bana hiçbir şey olmamış gibi davrandı. Konusunu dahi açmazlardı. Sanıyorum ki, bu bazı şeyleri kapattı bende.

Neleri kapattı?

Hiçbir şey yokmuş gibi davranmak, aslında görmemeye çalışmak. Bence yanlıştı ancak annem doğru bir müdahale yapıp beni, 2 yıl boyunca her Perşembe, grup terapisine götürdü. Grupta, benim yaşımda çocuklar ve oyun odaları vardı, oyun oynardık. Doktor gider gitmez, anneme kızmıştı. “Bu kıza ne yapmışsınız” dedi. Önce onların sonra da benim kabullenmem gerektiğini söyledi ve bir ayna koydu önüme. “Buraya bak ama uzun bak” dedi, “senin kolun yok, bunu kabul edeceksin”.

Kazanın hayatında ne gibi bir anlamı olduğunu ne zaman sorgulamaya başladın?

Ben zaten hep sorgulayan bir çocuktum. Çocukluğumdan beri kişisel gelişim kitapları okurdum. Baştan beri, benden yüce bir varlığa inançlıydım ve söyle düşünüyordum; her şey bir emanet, bu vücut da. O nedenle bana emanet olan şeyler, elimden alındığında isyan etme hakkım yok ve onları, son gününe kadar iyi bir şekilde değerlendirmem gerektiğini düşünüyorum. Bir dönem “neden ben?” dediğim zamanlar oldu ama isyan etmedim.

Tabi ki yaşananlar, 35 yaşından sonra hep daha farklı sorgulanıyor. Esas olgunluğa, 35’imden sonra vardığımı düşünüyorum. Aslında yaptığım birçok şeyin, beni ne kadar yıprattığını o zaman anladım bunda da anne-babanın etkisi çok önemli. Ben bugün varsam ve bu durumdaysam, tamamen ailemin desteğiyle.

Neden?

Annem, çok destekleyici bir anneydi ve hiç merhametli olmadı. Muhtemelen içten çok merhametliydi ama belli etmezdi. Örneğin, ben bir şeye elimi atardım, babam hemen atılırdı, “Dur! Sen yapamazsın, annen yapsın” derdi. Annem itiraz ederdi, “Hayır, yapabilir” diye. Büyürken annem babam, benim üzerimde sürekli bu savaş halindeydi. Benim de karakter olarak hep mücadeleci bir tavrım oldu, hep meydan okunmasını sevdim. Yapamazsın denen her şey de içime bir hırs oldu ve her şeyi zorladım yapmak için. Ama bu ölçülü değildi, ‘ispat etme’ seviyesindeydi. Hep “ben de senin gibiyim”, “ben de normalim (normal her neyse)” gibi ispata girmişim. 35 yaşından sonra bunun çok yorucu ve gereksiz olduğunu anladım. Bunun kaynağını biraz babam da buluyorum, fazla korumacıydı, arabayı kullanan o olduğu için yaşadığı suçluluğu, bana karşı hissettiği acıma duygusunu gözlerinden okurdum. Bir de bilinç altıma yerleşen ve beni olumsuz etkileyen öğütlerini keşfettim; “Senin okuman lazım, başarılı olman lazım, başka bir sansın yok. Eğer başarılı olmazsan, bu hayatta bu şekilde yaşayamazsın.” Böylelikle kendimi normal görmeyip oraya hep başarılı olabilirsem çıkacağımı düşündüm, hep başarılı olmayı hedefledim. Bu çok yorucuydu ve özel hayatı geri planda bırakmayı gerektiriyordu. Tabi ki bu beni başarılı kıldı ama götürdüğü de bir sürü şey var. Özel hayat dışında her şey tek taraflıydı, ne kadar çok şey yaparsan karşılığında o kadar şey alıyordun. Ama ilişkilerde her şey iki taraflı, vereceksin, alacaksın, alamaya da bilirsin. Alamadığın zaman acaba bu kolumdan dolayı mı diye düşünme riskin var. O yüzden ben özel hayata çok girmeyip çok şey kaybettiğimi düşünüyorum.

Nasıl bir dönüm noktası yaşadın, neyin yardımı oldu da bu farkındalığa ulaştın?

En son 43 ülkeden sorumlu olduğum, bir uluslararası şirkette çalışıyordum, çok seyahat ediyordum ve bavulumu, bilgisayar çantamı hep kendim taşırdım. O sıra, hafif dizüstü bilgisayarlar çıkmıştı, herkes talep ediyordu şirkette, ben onu dahi talep etmeyi yardım almak sayıp istememiştim. Bu tempo, iki sene devam etti, gece ağrılar çekmeye ama kimseye söylememeye, stresten de uyuyamamaya başladım.

Dönüm noktası şu oldu; cumartesi arkadaşlarımla buluşacaktım. Arabaya bindim, otomatiğe bağlanmış bir şekilde, ofisim karşı tarafta olmasına rağmen, kendimi ofisin önünde buldum. Bu şekilde devam edemezdi; bir döngünün içinde dönüp duruyordum. Başlangıçta yönümü biliyordum ama kurumsal şirketlerde zamanla hedefini unutuyorsun. Ben, zaten gazla çalışıyordum; “Bu zor ama sen yaparsın” dedikleri an, bende ki o “yaparım, başarırım” devreye giriyordu. Sonra bir bayılma ve kriz yaşadım, sinir krizi gibi bir ağlama hali. Yaşadığım bu aşırı yüklenme ile, bu böyle gidemez dedim. O sırada Dubai’de çalışma imkânım vardı ve apar topar Dubai’ye gittim. 32 yaşındaydım; dingin bir hayata geçince, o da bana iyi gelmedi ve başka bir yoğun şirket daha buldum. Orada bana, “biraz bir arkana yaslan, çok hızlı ilerliyorsun, seni yüksek lisansa falan gönderelim, dinlen” dediler. Hız, yine benim çocukluğumdan beri edindiğim bir şeydi. Durağanlıklardan hiç hoşlanmaz sürekli hareket halinde olurdum. O şirkette de bazı güven duyma sorunları yaşayıp çıkınca, 35 yaşlarım civarı, kendi işimi debelene debelene kurdum. Hep böyle konfor alanımın dışına çıktım, kurduğum şirketin adı da ‘step out’ idi.

Kendi işini kurma deneyimi, benim için büyük bir kendine dönüştü. O zamana kadar büyük şirketlerde, üst düzeylerde çalışmışım, yetenekler listesinde olmuşum, gazı en yüksek seviyede aldığım bir dönemde, her şeyi bırakıp işimi kurunca; kendime dedim “kimim ben? Çalışanım vardı, bir dünya para kazanıyordum, her ay düzenli geliyordu, ismim vardı oraya buraya gittiğimde, konuşmacıydım konferanslarda, şimdi oldum ‘sen kimsin?’, ‘step out, kim?’. Tek başıma, evde oturan biriyim”. Bu büyük bir şeydi, acayip bir egom olduğunu fark ettim, yüzleştim, ciddi bir depresyona girdim ve dibe vurdum.

Dipten nasıl çıktın?

Bir arkadaşım bana on günlük bir sessizlik meditasyonu önerdi. Hiç konuşmuyorsun ve her gün 10 saat meditasyon yapıyorsun. Ben de bırak konuşmamayı, yerinde şöyle hafif kıpırdamadan duramayan biri olarak gittim. İlk gün, herkes gözünü kapatıp oturuyordu, ben açıp gözlerimi etrafa bakıyordum. Kıpırdıyordum, ayağımı şöyle koyuyorum olmuyor, böyle koyuyorum olmuyor, ağrıyordu. Sonra guru “Kıpırdamayın!” diyordu. “Allah allah nasıl yapacağım” diye düşünüyordum.

Yedinci gün, tam o moda girdim ve hayatımda hiç yaşamadığım bir deneyim yaşadım. Saniyelerdi herhalde ama bana bir yıl kadar uzun geldi. O anda kalmakla alakalı, tamamen kendi içine odaklanıyorsun. O bilince giriyorsun. Kıpırdamamak çok önemli o noktada. Çünkü vücutta hisler dolaşıyor ama onları bilip hissedip gelip geçici olduklarını düşünerek müdahale etmiyorsun. Her şeyin gelip geçiciliğini hissetmeni hedefliyor.

Bir kalp çarpıntısı; kalbim yerinden çıkacaktı. “Bekle” diyordu kadın. Gözünü açmıyordun, bekliyordun. “Olduğu gibi kabul et” diyordu. Bekledim, sonra müthiş bir acı hissettim kolumda, omuzlarım ve boynumda ama öyle bir acı ki öleceğim zannettim. Bekledim. Sonra hepsi geçti ve dinginledi. O an fark ettim, ben de ‘olduğu gibi kabul etmek’ yoktu. Bana çok iyi geldi. Sonra sorgulamaya devam ettim kim olduğumu, egomdan nasıl kurtulabileceğimi, bu hiç kimse olduğum halimle, ne yapabileceğimi.

Kendi işim için tek başıma çok uğraştım ama planladığım bir şey olmadığı için de hiçbir zaman kendimi tam veremedim, yürümedi. Ancak birçok şey öğrendim mesela ben de alma-verme dengesi olmadığını. Sonra alıp vermenin ne kadar önemli olduğunu anladım. Dört yıllık bir süre boyunca küçük paralar alıp kısa vadelerde geri ödedim. Arabamı sattım, küçük bir eve geçtim vs.

İlk defa finansal zorluklar yaşadın diyebilir miyiz?

Benim babamın durumu çok iyiydi, sonra çalışma hayatımda da iyi paralar kazandım. İlk defa sudan çıkmış balık oldum, nakit akışı dönmüyordu. Buna rağmen evimin düzenini hiç ihmal etmedim, aile üyelerime desteğimi kesmedim ve o dönem sorgulamalarla geçti.

Hayatının bu noktasında alma-verme dengesi için neler yapıyorsun?

Artık yapabileceğim şeyleri, yapabileceğimi bilmem benim için yeterli. Yapmıyorum! Engelli olmamın bana verdiği hakların hepsinden yararlanıyorum. Ağır hiçbir şey taşımıyorum ama bunun en önemli sebeplerinden bir tanesi şu: 5-6 sene önce, bir gece uyuyamadım ağrıdan. İlk gittiğim doktor, o kolumdan ameliyata girmem gerektiğini ve 3 ay kolumu ameliyattan sonra kullanamayacağımı, ailemden birinin bana bakması gerektiğini söyledi. Günlerce uyuyamadım. Böylece hayatımdaki en büyük travmanın, birisine bağımlı kalmak olduğunu anladım. O ana kadar fark etmemiştim; özgür olmak, bağımsız olmak benim en büyük değerlerimdenmiş. Sonra arkadaşlarım başka doktora gitmemi önerdiler. O başka doktorda bana fizik tedavi başlandı, her yol denenecek en son ameliyat düşünülecekti. Bu tedavi, 3 yıl devam etti. Tek kolumu arkaya uzatıp kıyafetlerimi ilikleyemediğim anlarım oldu. Allaha şükür, geçti. Ve bana, hiçbir şeyin sonsuza kadar verilmediğini öğretti. Nasıl yoruyormuşum kolumu. Normal insanların bile zorlanıp destek aldığı şeyleri, herkese her şeyi yapabildiğimi ispat etmek için desteksiz yüklenmişim. Ve sonunda yardım almayı öğrendim.

Metaforum oldu benim; tüpsüz dalış yapan nefesini idareli kullanan insanlar. Baktım ki ortalama bir insan var olan nefesi ile 80 sene yaşayacaksa ben hayatımın ilk 30 yılında bunun oldukça büyük bir miktarını tüketmişim. Üzerine bir de diğer koluma da el konulabilir. Bu da başkasına bağımlı olacağım anlamına geliyordu ki en büyük korkum. O halde benim nefesimi idareli kullanmam ve yapabileceğim şeyleri bile yapmamam lazım ki bundan sonraki hayatımı uzatayım. Artık dikkat ediyorum.

Kendin için neyi arzuluyorsun, neye özlem duyuyorsun?

35’e kadar koştum hızlıca hedefe ve ulaştım ancak yolculuktan hiçbir zaman zevk almadım. Mesela arkadaşlarla İstanbul’dan İzmir’e giderdik. Yola dönüşümlü kullanacağız diye çıkardık, bir bakardık ben İzmir’e gelmişim. Hep durmadan, bir an önce giden bir insandım. Benim özlemim, anı yaşamak ve andan zevk almak. Hala çok yapamıyorum.

Hayatta hep bir ekstremden diğerine geçmek zorunda kalıyorsun, ortayı bulabilmek için. Ben şu an diğer ekstremdeyim ki hiçbir hedefim yok. Şimdi artık o eski benin enerjisini ve cesaretini, bu yolculuktan zevk alan olgunlukla oturtmak, dengeye getirmek istiyorum.

Benzer zorluklar yaşayan ama senin elde ettiğin başarılara henüz güç bulamamış okurlarımıza ne tavsiye edersin?

Birincisi her zaman elimdekilerin kıymetini bilmeye çalıştım. Ben hep kendimle yarıştım, başkasıyla kendimi kıyaslamadım, şikâyet etmedim. Bunların zehirli olduğunu düşünüyorum ve ben o zehri hiçbir zaman yaşamadım. Ben buyum, “elimdeki malzemeyle nasıl yemek yapabilirim, daha farklı, iyi, hızlı nasıl yapabilirim” e emek verdim. Kendimi bu konu da çok yaratıcı buluyorum. Benim A noktasından B noktasına gitmem için aklımda en az 3 alternatifim olur.

Bir de ben hiç vazgeçmedim. Düştüm ama hep kalktım, harekete geçtim. Kendimi iyi bildim, bana iyi gelen ne gerekiyorsa hemen onu yaptım. Kalmam gerekti kaldım, gitmem gerekti gittim, ilaç kullanmam gerekti kullandım. Oturup şikâyet edip birilerinin bana bir şey yapmasını beklemedim.

Son olarak yapabileceğime inandığım her şeyi yaptım. İnsan, inanırsa her şeyi yapabilir. Bu yapamayacağı bir şeye kendini inandırıp saplantı yapmak anlamında değil tabi. En çok alkışlamak isterdim mesela, iki elimle birbirine vurmayı. Ama yapabileceğim o kadar çok şey var ki buna takılıp saplantı haline getirmedim, mümkün olanlara odaklandım ve yaptım.