Bu ay ki konuğumuz Cemre Şahin Kazıcı;

Cemre’yi bir süredir basında takip ediyor olabilirsiniz, kendisi Türkiye’nin en genç mimarlar odası başkanı ve yaptığı keskin açıklamalarla oldukça gündeme geldi. Diğer yandan, birdenbire hesabında beliren yüklü miktarda altını iade edebilmek için verdiği mücadele ile de tanımış olabilirsiniz onu. 

Cemre’yi herkesten sonra bizim konuk ediyor olmamızın sebebi ise aramızdaki kan bağı. Mesleğin etiği gereği yakın bir akrabamı konuk almadan önce uzun uzadıya düşünmem, biraz zaman harcamam gerekti. Her yazar; kendi dönemini, çevresini ve sentezlerini yansıtır, o halde benim Cemre’de gördüklerimi sizlere anlatmamam, görevimi yerine getirmemek olacaktı ve bu röportajın çalışmaları nihayet başladı.

Cemre’yi bu ay konuğumuz yapan şey, kendi içinde şarkılar söyleyen çocuktan vazgeçmeyen, normlara uyma klişesinden uzak, aksine görevine kendi renklerini katan başarılı, cesur ve genç bir iş kadını olması.  Elbette her konuğumuz gibi, Cemre’nin ruhunu da elmasa çeviren zorlu günleri vardı. 

Buyurun birlikte dinleyelim.

Cemre Şahin Kazıcı kimdir?

1991 yılında İzmir’de doğdum, baba mesleğinden dolayı, çeşitli il ve ilçelerde öğretimimi aldıktan sonra Elazığ Fen Lisesi’nde lise öğrenimimi tamamladım. Lisansımı da burslu olarak Yaşar Üniversitesi’nde İzmir’de ve İtalya’da Universita di Cagliari’de tamamladım. Akabinde de Dokuz Eylül Üniversitesi’nde yüksek lisans eğitimimi tamamlamak üzereyim. 4 yıldır kendi mimarlık ofisimi işletiyorum bir yandan da oda yönetimindeki görevim devam ediyor. Bu sene ayrıca İtalya’da yeşil çevre için sürdürülebilir ürünler geliştiren bir tasarım markası ile de uluslararası arenada birlikte çalışmak üzere bir anlaşma imzaladık, birlikte ilerliyoruz.

Kendimi daha çok şöyle özetleyebilirim belki vicdanının sesinin izinden gitmeye ve iyi bir insan olmaya çalışırken içinde bulunduğu ortama da katkı vermeyi ana amaç edinen birisi. Her insanın, hayatını sürdürdüğü sürece bir katkı sağlaması gerektiğini düşünüyorum ve hayatta mücadelemi bunun için veriyorum.

Hayatının bu döneminde, bulunduğun ortama / insanlığa / evrene nasıl katkı sağlıyorsun?

Erken yaşlarda Lösev gönüllü üyesi olarak yaptığım çalışmalarda başka hayatlara dokunmanın getirdiği o müthiş huzuru tattım ve bu çalışmaların sosyal sorumluluktan ziyade toplumsal bir zorunluluk olduğuna inanmaya başladım. Bu inançla Lösev ile birlikte Bedensel Engelliler Dayanışma Derneği gönüllü üyesi ve gönüllü organ bağışçısı olarak insanlığa katkı sağlamaya çalışıyorum.  

Öte yandan küçük yaşımızda başlayan, neredeyse 18 yıl süren bir eğitim hayatımız var. Bu eğitim hayatı, karakterimizi şekillendiriyor, mesleğimize dönüşüyor ve neredeyse hayatımızın üçte birini kaplayan bir alan haline geliyor. Dolayısıyla artık meslek, bizim adımız gibi hatta adımızın bile başında yer alan bir niteliğimiz aslında. Bu nedenle mesleki alanda katkı sağlamak ve o alandakilere katkı sağlamak oldukça önemli. Ve ben, belki de mimarlık mesleğinin kendi dinamiklerinden dolayı, yaptıklarım için “evet, oldu; işte, şimdi, tamam” diyemeyeceğim, hep gelişiyor ve geliştiriyor olacağım kendimi ama “nasıl daha iyi bir sonuca ulaşabiliriz”, “daha iyi işler yapabiliriz”i bulmaya, mesleğin ortamını iyileştirmeye çalışıyorum ki bu da mimarlar odası başkanı olarak çabaladığım, gönüllükle ilerleyen bir alan. Bu görev de -başta söylemiş olduğum gibi- vicdan ile ilerlenmediğinde suiistimale açık bir konum. İyi niyeti korumak, mesleğe katkı sağlamak için bu görevi almak lazım, ben de böyle yapıyorum. 

Yakın çevremin bildiği, benim de farkında olduğum bir yönüm var ki stresli biriyim, bazen küçük şeylere bile gergin tepkiler verdiğim anlar olabiliyor, bu yanımı törpülemeye çalışıyorum. Farkında olduğum için önleyemesem de telafi edebildiğimi düşünüyorum. Hep daha olumlu ve ılımlı olmaya, empati kurmaya önem veriyorum böylelikle sosyal ilişkilerimi geliştiriyorum ve de aile yaşantım ile sosyal hayatıma katkı sağlıyorum.

Kulağa çok hoş geliyor; şu ana kadar ki mimarlar odası başkanlarının en genci ve bir kadın. Ülkemizde ve aslında dünyanın birçok yerinde genç olmanın ve kadın olmanın dezavantajları yaşanırken sen nasıl başardın?

Mesleğimi çok seviyorum ve üniversite hayatımın ilk yıllarından beri mesleğimde başarılı olmak için bir şeyler yaptım, çalışmalara ve öğrenci topluluklarına katıldım, hep İzmir Mimarlar Odası’nın içindeydim. Bu da odanın yaptığı etkinliklerin, mesleği ne kadar geliştirdiğini fark etmemi sağladı ve ben de bu alanda emek vermek istedim. 

Aydın’a geldiğimde de, mimarlar odasında etkinlikler olsun istiyordum. Sürekli isteyen, tepki koyan bir kişi olmak yerine, bizzat bunun içinde olarak istediklerimi yapmayı -istediklerimin meslektaşlarıma fayda sağlayacağından emindim- hedefledim. 2015’te ofisimi açmıştım, 2017’de de aday oldum. Belki de 2 yılda, mesleğimde yaptığım çalışmaların ya da duruşumun ya da insanlarla sosyal ilişkilerimin de katkısı olmuştur. Seçim sürecinde de kendimi iyi ifade edebildiğimi düşünüyorum. Meslektaşlarımın da beni bu göreve uygun görmesi benim için ayrıca bir mutluluk kaynağı oldu çünkü gençtim, kadındım ve bunlar Türkiye’de karşımıza hep dezavantaj olarak çıkan nitelikler. 

Aydın’a ofisimi açtığımda kimseyi tanımıyordum önce mimarlar odasına gittim, oradakilerle tanıştım. Aydın’da mimarlık yapan meslek büyüklerimi ziyaret ettim belki ekmeklerine pay olarak geliyordum ama asıl onlardan öğreneceğim şeyler olduğuna hep inandım ve hep onlara sorarak, danışarak mesleki hayatımı ikame ettim. Asla ‘burada tek ben varım’, ‘tüm işler benim olacak’ düşüncesindekilerden olmadım. Meslek büyüklerimin onayını almamın doğru olacağını düşündüm, onlar da benim bu görevi üstlenebileceğime olan inançlarını ifade etmişlerdi hep.

Bu tür konumlar tabiri caizse ‘kelin ilacı olsa kendi başına sürer’ şeklinde de ilerliyor, adaylığım öncesi iki senede mimarlık alanında doğru işler yapmış olmam da karakterime ve yeterliliğime inancı perçinlemiştir diye düşünüyorum. 

Seçildikten sonra yönetimde bazı kişisel hırsların ön plana çıkması ve mesleğe hizmetin geri planda kalması nedeniyle rahatsız olup istifa ettim ve erken seçime gidildi. Erken seçimde, meslektaşlarımız tekrar bana ve birlikte yola çıktığımız meslektaşlarıma oy verdiler. Bu beni hem gururlandıran bir şey oldu hem de omuzlarıma daha çok sorumluluk yükledi. Nitekim zaten böyle seçimle başa geçilen rollerde daha çok iş yapmak istiyorsunuz çünkü insanlar size güvenmiş, sizi desteklemiş oluyorlar ve onlara mahcup olmamak ve güvenlerini boşa çıkarmamak istiyorsunuz.

Biraz cesur ve de direkt buluyorum seni, basında takip ederken ve bunun arka planda atlattığın sağlık sorunu ile de ilgisi olabileceğini düşünüyorum. O sağlık konusundan bize bahsetmek ister misin?

Ben, o zamanlar üniversite öğrencisiydim. Şu an geri dönüp kanser olduğumu öğrendiğim ana ve tedavi sürecine baktığımda büyük bir şey atlattığımı fark ediyorum ama o anın içindeyken hiç önemsemediğimi görüyorum. Süreç de biraz karışık olmuştu, Aydın’da bir şeyimin olmadığı söylenmişti, İzmir’de ameliyat denmişti, sonra profesör, yakın bir aile dostumuz, telefonla takipteydi, o arayıp “Cemre, bu kanser pazartesi ameliyat olacaksın” dedi. O zamana kadar hiç öyle bir tanı görmemiştik. 

Ben de o sıra bitirme projemin üzerinde çalışıyordum, sanki hiç kanser olmamışım gibi “yazın olsam olmaz mı? Benim bitirme projem var, önce onu bitireyim” demiştim. Tabii ki kabul edilmedi. Öğrenciyken bir yandan mimarlık ofisinde de çalışıyordum ve bir projeyi yetiştirme sözüm vardı, ben de dizüstü bilgisayarımla hastaneye gittim ve ameliyata kadar çalıştım çünkü benim hasta olmam, onların problemi değildi bence. Onlar çok hassas davrandılar ama aldığın bir işi yerine getirme, bende sorumluluktan öte bir takıntıya dönüşmüştü galiba. O süreçte farkında olmasam da şimdi geriye dönüp baktığımda, bazen, “belki de bu yüzden kanser oldum” diyorum. Kendimi prensiplerimi yerine getirmeye çalışırken sağlığımı ikinci plana atıp çok fazla hırpaladığımı fark ettim. Ama diğer yandan bu beni değiştirmedi, yine aynı şekilde takılıyorum, kurtuldum diye herhalde [gülüşüyoruz].

Hiçbir şey değişmedi mi gerçekten?

Açıkçası evirilmedi hayatım bu hastalıkla çünkü ameliyattan iki hafta sonra normal hayatıma dönmüştüm. Yalnız radyoaktif iyot tedavisi uygulandı hatta onunla ilgili sosyal medyada bir paylaşım yapmıştım hala daha onunla ilgili benimle irtibata geçen insanlar oluyor. Çünkü üç gün boyunca hiç kimsenin giremediği, sizi göremediği bir atom odasında kalıyorsunuz. Hemşireler bile yemeklerinizi getirirken kapının önüne koyuyor, gidiyor, zile basıyor sonra siz gidip alıyorsunuz. Asıl sıkıntılı kısmı oydu ama hastalık bittikten sonra belki daha güçlü bir insan olmuşumdur.

O odada üç gün yalnızlık, sana ne getirdi?

Sanırım ben daha çok insan ilişkilerini irdeledim. O odada da çalıştım [gülüşüyoruz]. Bazı arkadaşlarım sabahın erken saatlerinde gelir penceremin aşağısına otururlardı, böylelikle muhabbet edebiliyorduk.

Şimdi ne zaman sıkılsam bunalsam, geriye dönüp baktığımda “Cemre, sen bunu 23 yaşında atlattın” diyerek “evet, bunu da yapabilirim” diyorum Bu hastalık süreci de beni bu yönde olumlu etkilemiş olabilir.

Bir de sürekli rantçılara baş kaldıran, onlara karşı mücadele eden bir mimar Cemre var. Nedir bu rantçılık, sen bu konuda ne istiyorsun?

Ben mimarlığı çok seviyorum ama mimarlık benim çocukluk hayalim değildi. Zaten ben insanların bu şekilde tutkuyla seçtikleri hiçbir meslekte de başarılı olabileceklerine inanmıyorum. Oluyorsa da o şans eseri bir kesişmedir. Az önce dediğim gibi hayatımızın üçte birini alan, 8 saatini kapsayan bir alan bu, tutkuyla ancak ‘katlanılabilir’ bir hal alacaktır ama insan kendi karakterini tanıdıktan sonra kendi karakterine göre bir meslek seçerse, mesleğin dinamikleri, çalışma şartları ya da yüklemiş olduğu sorumluluk ona uygunsa o, mesleği daha sürdürülebilir kılıyor, insan mesleğine ve meslektekilere katkı sağlayabiliyor. 

Ben önce derslerimde başarılı olup sınavımı geçeyim deyip, puanımı aldıktan sonra bu bölümü seçmiştim. Yani herkesin dediği çocuk hayali durumu bende yok. Ben bunu okullarda konuşmalara davet edildiğimde de öğrencilere bu şekilde anlatıyorum ve şaşırıyorlar çünkü her konuşmacı “çocuk hayalimdi, oldum” u önceliyor ve anlatıyor. Ben özetle bunu yanlış buluyorum.

Mimarlığın hem teknik bir yanı var hem de sosyal ve sanatsal yanları var. Bunun iki yanının da sizde tutması lazım ki bu meslekte doğru işler yapın ve doğruları söyleyin. Ben fen lisesinde aldığım teknik bakış açımla, çocukluğumdan beri gelen sosyal alanlarda bulunma hevesim ve heyecanımı birleştirdim. Folklor, masa tenisi, satranç, voleybol, şiir yazma, kompozisyonlar da ödüllerim olan alanlar ve bunlar mimarlığın sosyal, sanatsal yanını besledi. Ben mimarlığı seçtim ve mimar kelimesi söylendiğinde bile adım söylenmiş gibi hissediyorum. 

Dolayısıyla mimarlık alanında yapılan tüm yanlışlar, aynı çocuğumuza bir yanlış yapılıyormuş gibi rahatsız etmeye başladı beni. Kendim zarar görecek olsam bile bu noktada doğruları söylemem gerektiğine inanıyorum. Bunda aynı anne-çocuk ilişkisini buluyorum. Çocuğunuza bir zarar gelecek olsa durup kendinizi düşünmezsiniz, kendinizden ödün vererek bunun karşısında durursunuz. Ama bu konuda Beni çok uyaran oluyor. Sonuçta ben kamu kurumlarına, belediyeye ve müteahhitlere iş yapıyorum ancak onların yanlış yaptıklarını düşündüğüm konularda da sesimi çıkarabiliyor, basında da eleştirilerde bulunabiliyorum. İlgili kişilerin bu tür eleştirilerden memnun olması gerektiğini düşünürüm. Zarar göreceksem de göreyim, belediye projelerimi onaylamayabilir, müteahhitler bana iş vermeyebilir, bakanlıklardan başka çeşit zorluklarla karşı karşıya gelebilirim. Sonuçta ben mimarım, bu alanda iş yapıyorum doğruları söylemedikten, vicdanım rahat etmedikten sonra kendimi başarılı addetmem mümkün değil. Bunları söylediğimde vicdanım rahat oluyor ve ben de yapıyorum.

Müteahhitler yani inşaat sektörünün öncü rantçıları. Çoğunlukla maddi çıkarları uğruna iş yapıyorlar ama mimarlık çok daha farklı bir perspektiften bakıyor bu yüzden çatışıyoruz. Kenti ve Orada yaşayan insanı düşünmek, yapılı çevrenin insanlar üzerinde sosyal, psikolojik etkileri olabildiğini ve bu yüzden herhangi bir maddi kazanç uğruna har vurup harman savurulacak bir şey olmadığını bilmek gerekiyor.  Kendi projelerimde de deneyimliyorum ya da meslektaşlarımdan da dinliyorum; maddiyatı önceleyerek bir inşaat yapmak istiyorlar. Dolayısıyla ben bundan rahatsızım ve söylüyorum çünkü bilinçlenmesi gerek insanların. Bir müteahhit ulu orta gazetede çıkıp bunu teşvik eden onaylayan konuşmalar yapabiliyor, biz bir şey söylemediğimizde boş bırakmış oluyoruz sanki normal karşılıyormuşuz gibi bir izlenim veriyor ve halkta da normalleşiyor. Türkiye savaştan yeni çıkmış, nüfus yoğunluğu bol olan bir ülke olarak sadece “ev olsun, barınalım” mantığı ile yapı üretmiş bir dönemden geçti. Oysa içinde yaşadığımız mekânın, üzerinde yaşadığımız kentin, insan üzerindeki etkisi var. En basitinden Bir gün ansızın mutsuz uyanıp sokağa çıktığınızda mutlu olabilirsiniz. Mesela ben İtalya’da yaşadığımda hep hissederdim bunu belki Avrupa şehirlerinde daha yoğun yaşarsınız; mimarlığın insan psikolojisi üzerinde doğrudan bir etkisi var. İnsanların bunun farkına varması ve talep etmesi için ben, bilinçlendirmek amacı ile de karşı çıkıyorum.

Son olarak müziğin hayatındaki yerine değinmek istiyorum. Müzik senin için çok önemli bunu biliyorum, bize biraz anlatır mısın sana ne ifade ediyor müzik?

Müzikte başarılı olduğumu hiçbir zaman söyleyemem ama müzik hayatımda olduğu sürece farklı alanlarda başarılı olduğumu söyleyebilirim. Müzik yapıyorum yani amatör olarak gitar ve ukulele çalabiliyorum. Zaman zaman org ve piyano çalıyorum. Şarkı söylemeyi daha çok seviyorum ve şunu fark ediyorum; hani hep stresli bir yapım var diyorum ya şarkı söylemeye, kayıt yapmaya ya da bir şeyler çalmaya başladığımda bittikten sonra bakıyorum da tüm derdimi unutmuşum. Yemek yaparken, proje çizerken, tez yazarken sürekli aklımda dönen şeyler, müzik yaparken dönmüyor. Bu çok güzel bir şey ve müziğin mucizevi bir yanı gibi geliyor bana. Belki sanatçılar bunu daha yoğun hissediyorlardır ama ben bir amatör olarak da deneyimleyebiliyorum. O yüzden hep hayatımda olmasını istiyorum. Hatta sırf bu yüzden, ben hep tek başıma çalıp söylüyordum, eşim Hakan, bunu ortak bir alana dönüştürmek için kendi kendine ukulele çalmayı öğrenmiş, alıp bana sürpriz yapmıştı. Müziğin hayatımda, çevremdekilerin hayatını bile değiştirebilecek kadar büyük bir yeri var. Ben seviyorum inşallah dinleyenlere de keyif veriyordur.