Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, mensubu olduğumuz İslam medeniyeti, her türlü lokal ayırımcılığı reddeder. Bunda İslam'ın evrensel olmasının yanı sıra, mahlukat aleminde kesin sınırlar tanımayışının da rolü vardır. Topraktan yaratılmış olan insan, bu yönüyle bütün yaratılmışlarla akrabadır. İnsanlar arasında ise bir hat ile ayırım mümkün değildir. "Adem Baba-Havva Ana" müşterekliği vardır.  

İslam'ın söylediği tek ayırım "Hak - Batıl" ayırımıdır ki, her ikisi de lokal olmayıp evrenseldir. Her yerde Hak'ı bulmak da mümkündür, Batıl'a saplanıp kalmak da.  

Kur'an emrine göre Hak yolunda Müslüman'a düşen "sadece tebliğdir". Batılda kalmakta ısrar edene ise, "senin dinin sana, benim dinim bana" denecektir.  

Böyle bir medeniyetin takdir edersiniz ki, Doğu-Batı ayırımı yapabilmesi mümkün olamaz. Zaten bir medeniyet tanımlaması olarak "Batı" kavramı, bizim coğrafyamıza bir düşmanlık ifadesi şeklinde değil, bir hayranlık ifadesi şeklinde geldi. "Doğu-Batı" kutuplaşması, zamanla dışımızdaki "Batı" ile içimizdeki "Batıcı" olanların tutumlarından doğdu.  

Önceleri Avrupa ile aramızdaki farklılık, dini inanç ekseninde görülürdü. Eski ABD Başkanı Nixon'un da "Zamanı Yakalamak" isimli kitabında (Milliyet Yayınları-1993) kabullendiği gibi, aramızdaki din savaşlarının "hepsi de Hıristiyanların başının altından çıkmıştı".  

Din farklılığından dolayı savaşmak arzusu, Avrupalıların iliklerine o kadar işlemişti ki; Modern Çağ düşüncesinin öncüsü sayılan İngiliz filozofu Bacon, tarihteki gibi Türklere karşı bir haçlı seferi açılması gerektiğini söylüyordu. Alman filozofu Leibniz de Hıristiyanların birbirlerini kırmalarını önlemek için dönemin Fransa kralını, Osmanlı İmparatorluğu'nu işgal ve paylaşmaya teşvik ediyordu.  

On sekizinci yüzyılın ikinci yarısında "Medeniyet" (Civilisation) kelimesi önce Fransa'da, sonra İngiltere'de ve diğer batı ülkelerinde kullanılmaya başlandı. Bazı coğrafî ve teknik buluşların getirdiği ilerlemeyle nihayet, On sekizinci yüzyılın sonlarında bütün Avrupa'da, dışındakilerden ayrı bir medeniyete sahip oldukları kanaati yerleşti. Aynı kanaat, daha sonra bizde de taraftar buldu.  

İşte Tanzimat bizde bir medeniyetten bir diğerine geçmenin, yani "Batılılaşma"nın başlangıcı olmuştur. Askeri alandaki modernleşmelere de mühendishane, tıbbiye gibi eğitim kurumlarına da dindar halkın, hatta medrese hocalarının hiçbir itirazı olmamıştır. Aksine medrese hocaları, yeni ilimleri öğrenip öğretmekte pek istekli olmuşlardır.  

Batılılaşmaya karşı tepkiler, sosyal ve özel hayata müdahale edilmeye başlanmasıyla olmuştur ki, İkinci Mahmud'a "Gâvur Padişah" dedirten o yöndeki çabalarıdır.  

Zamanla, Batılılaşmacı yerli "aydınlarımızdan" gelen; İslam'ın geri kalış sebebimiz olduğu, Hıristiyanlığa geçmek, bayrağa haç ilave etmeyi istemek gibi fikirler, dini inançları güçlü olan halkımızın tepkilerini artırıyordu.  

Bu arada tabiatıyla dini çevrelerde aşırı radikal görüşler de doğuyordu. Bu tepkiler, batıcılar tarafından bilim ve teknolojiye muhalif "gerici, yobaz" faaliyetler olarak gösterilmiştir. Halbuki bunlar, değerleri savunmak adına, sosyal bir savunma mekanizmasının, öfke unsuruyla birleşerek aşırılığa kaçmasından başka bir şey değildi.  

Bu sebepledir ki Cemil Meriç, "Yobazlık, Şark'ın nefis müdafaasıdır" der.  

Kemal Tahir (1909-1973), Batılılaşmaya karşı çıkmış, sol düşüncedeki aydınlarımızdandır. Osmanlı'nın ve Cumhuriyet'in en büyük yanlışının batılılaşmak olduğunu, doğu toplumlarının bireysel hürriyete Batı'dan çok daha önce ve farklı şartlarda ulaştığını belirtir. "Batılılaşma serüvenine girdiğinden beri, Türk toplumu çift gerçekli bir toplum haline geldi" der.  

Gerçekten de, "din savaşları" gündemde olduğu zaman batıya karşı halkıyla tek vücut olmuş Osmanlı münevverleri arasında, "Batı medeniyeti" gündeme gelince kendi milletinin dinine saldıran "aydınlar" çıkmıştır.  

Japon aydınları ise, modernleşme süreci içerisinde, kendi milli kültürleriyle mücadeleye gerek görmemiş ve bu yüzden de hiçbir şekilde vakit kaybetmeden, ilerleme yolunda dev adımlar atarak dünyanın en kalkınmış milletleri arasına yerleşmişlerdir.  

Bizim aydınlarımızın "Batılılaşmak" niyetiyle, Atatürkçülük ve Laiklik isimlerini kullanarak, ateist ve materyalist dünya görüşleriyle halkımızın huzurunu bozmaktan ne zaman vazgeçeceklerini merakla bekliyorum.  

Onlar, batıda tek tür inanç ve görüş olduğunu mu sanıyorlar?  

Halbuki orada dindarlık ta dinsizlik te, çok değişik felsefi inançlar da hep olmuştur ve halen vardır. "Laik, Çoğulcu ve Katılımcı Demokrasi" orada, bir uzlaşma sistemi olarak bu yüzden kabul görmüştür. Bizde de öyle.  

Yoksa yanılıyor muyum?