AKPINAR Kültür, Sanat ve Edebiyat Dergisi Sâhibi ve Sorumlusu, Şair ve Yazar Av. İSMAİL ÖZMEL röportajının üçüncü ve son bölümü Dilde sadeleştirme ve ortak dil konuları ‘RUHUMUZU ÜMİTSİZLİK VE ISTIRAPTAN KORUMAK MI İSTİYORUZ, YOKSA ZAMANI ÖYLE VEYA BÖYLE TÜKETMEK Mİ? YOKSA HER KONUDA KUSURLARDAN ARINMAK MI? NEYİ İSTEDİĞİMİZİ BİLİYOR MUYUZ?’ İsmail Özmel Oğuz Çetinoğlu: Nesiller arasında olduğu kadar, farklı dünya görüşlerine sâhip insanlar arasında da ortak dil kalmadı. Anlaşmakta zorlanıyoruz. Ortak dil nedir, nasıl olmalıdır? Av. İsmail Özmel: Ortak dil Türk halkının kullandığı ve konuştuğu dildir. Dilin mihengi halktır, millettir. Bu dil bütün tarihi boyunca kültürümüzün ve oluşturduğumuz büyük medeniyetlerin dilidir, ifâde vâsıtasıdır. Ona hizmet eden, ona bilinçli olarak bir kelime, bir mısra, anlamlı ve âhenkli bir cümle ilave edenden Allah razı olsun derim. Ama artık ayan beyan belli ki, okullarımızda çocuklarımıza standart diyebileceğim Türkçe’yi öğretmiyoruz. Bu standart Türkçe Yahya Kemal’in, Cemil Meriç’in, Refik Hâlit Karay, Peyami Safâ gibi ustaların Türkçe’sidir. Sözlüksüz bir edebiyat öğrenimi mümkün değildir. Eğer böyle sözlüksüz bütün bir edebiyatın mahsullerini öğrenmek ve tadına varmak mümkün diyen varsa, bu tür karalamalar yalınkattır, bedii güzellikler yönünden fakirdir, hayâle ve yoruma imkân vermez, yâni zihnî gelişmemizi sağlamaz. Sanatkâr duygu ve düşüncelerini, hayallerini ifâde için hangi kelimenin yardımını istiyorsa onu kullanır ve biz de bu güzellikleri icap ederse sözlükler vâsıtası ile bazı noktalarına ışık tutmak mecburiyetinde kalabiliriz. Bu konuda alarm zilleri çalmaktadır. Biz çocuklarımıza Türk edebiyatının suyunun suyunu öğretebiliyor muyuz? Nasrettin Hoca’nın bir çorba hikâyesi vardır, bilirsiniz. İki komşusunu tavuk çorbası içmeye dâvet eder, ama bir de bakar ki, iki kişi olmuş on kişi. Hoca mutfağa girer hanım, çorbaya yeteri kadar su kat, misâfirler on olmuş der ve çorbalar sofraya gelince, herkes çorbaya kaşığı daldırır, tavuktan iz işâret yok, Hoca nedir bu hal derler, Hoca da siz misafirin misafirini getirirseniz, çorba da suyunun suyu olur der. Acaba öğretmen yetiştirmemizde bir problem mi var? Öğretmen yetiştirmenin standartlarını mı kaybettik? Öğretmen kavramı mı erozyona uğradı. İnsanlarımızın mantığı mı arızalandı, Türk Dili ve Edebiyatı böyle de matematik, fizik, kimya, astronomi, felsefe dersleri çok mu iyi veriliyor? Bilemem. Sözün kısası, eğitim meselemiz her kademede mercek altına alınmalı ve bu çok önemli meselemizi sorgulamalıyız, çözümler üretmeli ve ortak aklı meseleye hâkim kılmalıyız. Şimdi bir de yeni neslin rahat okuyup anlaması gereken eserleri, sâdeleştirme veya yalınlaştırma adı altında tahrip edilmesi modası çıktı. Bir Cemil Meriç, bir Peyami Safâ nasıl yalınlaştırılır, onun üslubu, dili kullanış biçimi ve yakaladığı ahenk ne olacak, anlam ne olacak?... Bu o kadar kavranması zor bir mesele değildir. Orta seviyede birikim sâhibi bir kimse, bir sanatkârın kaleminden çıkan eserin tadının, lezzetinin ancak onun orijinalinin okunması sureti ile alınmasının mümkün olacağını bilir. Bilmiyorum bu konuda daha başka bir söz söylemeye lüzum var mı? Çetinoğlu: Türk dilbilgisi kurallarına aykırı yöntemlerle üretilen, daha doğrusu uydurulan kelimeler, kullanıla kullanıla, ortak dilin malzemeleri hâline gelebilir mi? Özmel: Kendiliğinden türetilmiş hatta uydurulmuş kelimeler, ancak yazarların, şairlerin kendi eserlerinde kullandıkları ve bu yolla topluma teklif ettikleri kelimeler olabilir. O yeni kelimeyi eserinde şiirinde kullanır, o kendi takdirindedir. Bunun dışında Üniversitelerin, Türk Dil Kurumunun teklif ettikleri kelimeler ilmî bir süzgeçten geçmiş kelimelerdir. Her okuyup yazan bu kelimelerin nasıl üretilip türetildiğini bilmeyebilir, ancak bu işin erbabı bunu bilir ve sezer. Bu konuda öyle başını almış giden bir başıboşluk olduğunu sanmıyorum. Yalnız mevcut mekanizmaların da yetmediği de bir gerçek. Tamamen Türk Dili üzerinde çalışacak bir uzman kadronun üniversite camiası içinde veya TDK’ya bağlı veya onunla ahenk içinde çalışacak bir Akademi kurulması bir zaruret hâline gelmiştir. Hem yeni kelimelerin yapımı, hem de yabancı dillerden gelen kelimelere ve kavramlara karşılıklar bulunması, hem de dilimizin tarihi ve özellikleri ile ilgili araştırmaları yapacak, yayınları gerçekleştirecek bir kurula ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Böyle bir kurulun süzgecinden geçen yeni kelimelere, karşılıklara, itirazlar da azalır sanıyorum. Kelimelerin yaşama ölçüsü genel bir kabule mazhar olmasıdır. Kullanıla kullanıla kelimeler bir takım gelişmelere ve değişimlere uğrar ve zaman içinde dilin aslî unsurları arasına girebilir diye düşünüyorum. Çünkü milletimizin o tecrübeli hançeresi; nasıl Cebe Ali’yi Cibali yapmışsa; gul’u gül yapmışsa, zaman içinde, o kelimeyi genel âhenge uydurabilir, onu Türkçe’nin diğer kelimeleri ile uyum içinde yaşayan bir ferdi hâline getirebilir. Ben bir dil uzmanı değilim, ama Türkçe’nin bâzı sırlarını kavradığımı sanıyorum. Bu sebeple dil konusunda karamsar değilim ama bir silkinmeye de şiddetle ihtiyacımızın olduğunu düşünüyorum. Çetinoğlu: Kelime üretmenin şartları nelerdir? Bu işi kimler yapmalı? Özmel: Kelime türetmek bir ihtiyaçtan doğar. Bir duygu, bir hayal veya bir fikri açıklıkla ifâde etmek isteyen yazar, dilinin ucuna gelen kelimeyi yeterli bulmayabilir, o ânın ilhâmı ile bir kelime türetebilir, hatta uydurabilir. Yazar kendi eserinde kullanacağı için bu konuda kendisini hür hissetmesi normaldir. Ama başkalarının da bu kelimeyi kullanmasını, ısrarla istemesi, normal değildir. Ama Türk Dil Kurumu’nun kelime türetirken Türkçe’nin kurallarını göz önünde tuttuğunu kabul etmemiz gerekir. Değilse bunun neden yanlış olduğunu ve doğrusunun nasıl olması gerektiğini de ortaya koymak durumundayız. Burada ilmî kuruldan, bir akademiden bahsetmek, daha geniş katılımlı ve konunun uzmanlarını bir araya getiren kurumların oluşması veya mevcut kurumla uyum içinde çalışması düşünülebilir. Yukarıda da belirttiğim gibi bir an önce Türkçe’nin cevherlerinin işlenmesi, yeni kelimeler kazandırılması, başka dillerden gelen kelimelere karşılıklar bulunması konularını kapsayan, daha geniş katılımlı, ilmî ve edebî kurulların oluşturulması gerekir. Kanun koyucu bunu en kısa zamanda yapmalıdır diye düşünüyorum. Bu uzun zamandır aydınların dile getirdiği ve topluca duyduğumuz ve tekrarladığımız bir ihtiyaçtır. Çetinoğlu: Sizce insan ruhunu en iyi anlatan, duyguların ifâdesine en uygun biçim, şiir midir, nesir mi? Özmel: Bu soru o kadar zor bir soru ki, bazı zamanlar vardır, dilinize bir mısra dolanır âdetâ beni yaz der, siz hazırlıklı iseniz hemen bir kâğıda kaydedersiniz. Değilse uçup gider ve siz bir söz geliminde neydi o mısra, içinde bulunduğum ruh hâlinin âdetâ resmi idi dersiniz. Nesir de böyle ilhamla yazılan çok parça vardır. Kalemi eline al diye kolunuza bir dürten olduğunu sanırsınız, sağa sola bakarsınız kimse yok ama kalbiniz kalemi al diyor, alırsınız. Hayatını okumaya, düşünmeye ve yazmaya veren insanlar sanırım bâzen şiirin mısra uçurtması ile göklere uçmayı, bâzen de nesrin süslü gondollarıyla kıyıların en güzelinde gezinmeyi ister. Bu tercihi besleyen insanın o andaki rûhî hâlidir, her ikisi de bulunduğu noktanın hakkını verebilir. Ama fikir ve hayal konuları, ruh tahlilleri nesirde daha kolay yakalanabilir diyebiliriz. Şiirde bu noktaları, zirveleri yakalamak daha zordur. Bana sorarsanız, nesrin koridorlarında gezinmek, onun ışıklı kalemi ile insanın, düşünce iklimlerinin ve ruh gösterilerinin lâbirentlerinde gezinmek, intiba ve yorumlarımı yazmak bana daha câzip geliyor. Daha eski yıllarda bunu mısralarla yapıyordum. Sayın Oğuz Çetinoğlu, bütün bu harfler, bu kelimeler, bu çığlıklar inanıyorum ki ilk insanın ilk çığlığının zaman içindeki tekâmülünden başka bir şey değildir. Gözlerimize veya hafızamıza, muhayyilemize kendini göstermek isteyen cisim veya hal benim resmimi, benim uyandırdığım rüzgârı kaleme dök dercesine hayatınıza karışır. Artık onunla âdeta nikah kıymışçasına her türlü nazına ve edâsına uymak durumda kalırız. Geçim ehli olanlar şiirle nesir arasında bir tercih yapmazlar, özledikçe onlara misâfirliğe giderler, bir sayfiye değiştirir gibi ikisinin de gönlünü kırmazlar diye düşünüyorum. Çetinoğlu: Şiirde Yahya Kemal Beyatlı’dan ve Necip Fâzıl Kısakürek’ten, nesirde Refik Hâlid Karay’dan ve Peyâmi Safâ’dan sonra geldiğimiz durumu, sebepleri ve sonuçları ile tahlil eder misiniz? Özmel: Ben bu arada yayınlanacak bir kitabımda ‘Yahya Kemal Türkçe’si’ diye bir bahis açtım. Yahya Kemal şiirimizin yüz akı, sözlük hamulesi yüklü seçkin şairlerimizden birisidir. Nesirleri de yabana atılmayacak derinlikte ve güzelliktedir. Bu kadar zengin kelime hazinesine sâhip olan Yahya Kemal, ‘Kendi Gök Kubbemiz’ adını verdiği şiir kitabında bir Türkçe kullanmıştır. Buna ben ‘Yahya Kemal Türkçe’si’ diyorum. Nasıl 13. yüzyıldaki Türkçe’ye ‘Yunus Emre Türkçe’si’ diyorsak. Bu şahsiyetler; dönemlerinin kuyruklu yıldızlarıdır; yâni döneminin sembol şahsiyetleri, sanatkârlarıdır. Bilmekle kullanmak arasındaki farkı orada görebilirsiniz. Mesela ‘Eski Şiirin Rüzgârıyla’ yazdığı şiirlerinde eski dönemlerin söyleyişini ve kelime kadrosunu kullanmış ve iki şey söylemiştir, birisi ben eski dönemlerde yaşasaydım şiiri yine böyle başarı ile yazardım, ikincisi şiirde bir gelenek böyle yaşatılır demek istemiştir. Ama biz onu Kendi Gök Kubbemiz’deki şiirleriyle ve kelime kadrosu ile, daha çok hatırlıyor daha çok seviyoruz. Necip Fâzıl insan ruhunun hafakanlarını, ruh sarsıntılarını hem yaşamış, hem de şiirlerinde başarı ile terennüm etmiştir. Türkçe’ye derinlikler kazandırmıştır. Nesirleri de yabana atılmayacak zenginlikte ve güzelliktedir. Refik Hâlid ve Peyami Safâ millete mal olmuş kalem sâhipleridir. Türkçe endamını, etki alanını bu kalemlerle belirgin hâle getirmiş ve çocuklarımıza vereceğimiz örnek eserler bu kalemlerin ve benzerlerinin eserleridir ve Türk Edebiyatının hüccetleridir. Ama çocuklarımızın kahvaltı sofralarında, öğle ve akşam yemeklerinde bu emsalsiz gıdaları yeteri kadar sergileyebiliyor muyuz, onların bünyelerini güçlendirecek bu gıdalarla besleyebiliyor muyuz, mesele buradadır. Dönüp dolaşıp çocuklarımıza ne okutuyor, ne öğretiyoruz, neyi ne kadar öğretebiliyoruz noktasına gelip dayanıyor. Bu konuda ben de sizin gibi dertliyim. Ama bir çözümü de umuyor ve bekliyoruz. Çünkü bunun zamanı geldi, ihtiyaç da ayan beyan ortadadır. Çetinoğlu: Dili olmayan bir insan düşünülemez. Peki dili yozlaşmış bir millet düşünülebilir mi? İçerisinde bulunduğumuz durumu nasıl yorumlarsınız? Özmel: ‘Dili yozlaşmış millet’ sözünü biraz ağır buluyorum, biz Türkçe’nin şaşaalı sahnelerini çocuklarımızın gözleri önüne sermedikçe, bu dertlenme devam edecektir. Bakınız İngiliz edebiyatında Şekispir deniyor ve orada söz bitiyor. Ama Niğde gibi bir şehirde yaşamış yirminin üzerinde tiyatro eseri vermiş bir Ali Mustafa Soylu’dan edebiyatçılarımızın haberi var mı? Ben size de bir nüsha takdim ettiğim Niğdeli Şair ve Yazarlar kitabımda, ‘Ben Türk Şekispiri’yim’ diyen bu insanın sekiz tiyatro eserinin ilk sayfalarını naklettim. Eserlerinin listesini verdim ve hangi kütüphanenin hangi numaralarında kayıtlı olduğunu yazdım. Biz büyük bir edebiyat birikiminin üzerine oturmuş, Türkçe’nin hâli ne olacak diye dertlere batıyoruz. Dertlenmeye lüzum yoktur. Yöneticilerimizi ikaza devam edeceğiz, onlar bir gün bizim çığlığımızı duyacaklar ve okullarımızda Türk dili ve edebiyatının nasıl ve ne kadar okutulduğunu inceleyecekler ve çözümler üreteceklerdir, ben buna samimiyetle inanıyorum. Onun için benim gönlüme hiçbir zaman ümitsizlik kuşu yuva yapmamıştır, yapmaya kalkarsa buna müsaade etmem, kovalarım.. Çetinoğlu: Milleti oluşturan kültürdür. Dil, kültürün önemli bir unsurudur. Meseleye bu açıdan baktığımızda, milletimizin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Özmel: Elbette kültürümüz ve onun en önemli unsuru dilimizin mâruz kaldığı çevirme hareketinin er geç akamete uğrayacağına inanıyorum. Çağlar öncesinden başlayan bu dilimize ve kültürümüze karşı hareketler her zaman hüsrana uğratılmıştır, bundan sonra da aynı direnci ve toparlanmayı yapacağız, dilimiz ve kültürümüz zenginleşerek varlığını sürdürecektir. Kendine güvenen, ağırbaşlı ve sebatlı çalışmalar onun başarısını çabuklaştıracaktır. Sessiz çoğunluk dediğimiz millet fertleri her şeyimizin olduğu gibi kültürümüzün ve dilimizin de sâhibidir ve bekçisidir. Bize düşen ilgilileri en münâsip şekilde uyarmak, uyandırmaktır. Çalışıp üretmek ve bütün yurt sathındaki gayretleri takdir ederek geliştirmek ve zenginleştirmektir, bizden kültürümüzün ve dilimizin isteği budur. Onu en güzel şekilde konuşmak, en güzel şekilde yazmak ve yeni nesillere; bütün güzelliği ve zenginliği ile; öğretmektir. Millet olarak bizde bu enerji ve birikim fazlasıyla vardır. ANADOLU İKLİMİ Şiir, edebiyat, sanat, kültür derken yol büyük bir kapının önüne geldi durdu. Bu kapı seviyeleri çok yüksek tutturulmuş, üst kuşağı dâima daha yükseklere kaldırılabilir bir yapıda kurulmuş. Gelenler ne kadar yüksek, ne kadar havaleli yükle yüklü ise ona geçit verecek kadar yüksek ve geniş kapı. Anadolu kapısına gelip de bu büyük kapıyı ve bu yüksek yapıyı fark etmeyen bir fikir adamı, bir filozof, bir seyyah gördünüz mü? (İsmail Özmel. (Sihirli Zaman. Salkımsöğüt Yayınları Ankara–2006, s:121–122) Çetinoğlu: Söyleşimizi güncel bir sanat konusu ile bitirelim: Kültür ve Turizm Bakanlığının kültür, sanat ve edebiyat konularındaki tutumunu nasıl buluyorsunuz? Özmel: Kültür ve Turizm Bakanlığının tiyatro ve film desteklerini nasıl yaptığını bilmiyorum. Elbette bunun için bir yönetmelik çıkarmış ve onu uygulamaktadır. Fakat dergi gibi yayınlara abonelik konusunda çıkardığı bir yönetmelik olmadığını biliyorum. Çünkü Akpınar’a abone olunması için 2008 yılı Aralık ayında bakanlığa müracaatta bulunduk. Geçen yılki aboneleri yeniledik, bu sebeple talebiniz kabul edilmedi diye bir cevap verdiler. Biz tekrar Bakanlığa dilekçe ile müracaat ettik; ‘Dergiler nasıl değerlendiriliyor, hangi kıstasla abone kaydediyorsunuz, lütfen bildiriniz.’ Dedik, cevap verilmedi. Anlaşılıyor ki dergi abonelerinde bakanlığın tespit edilmiş kriterleri mevcut değildir ve gönüllerinin istediklerini abone yapıyorlar, istemediklerini abone yapmıyorlar. Tabii ki bir hukuk devletinde bu gibi işlerin bir kritere, bir yönetmeliğe bağlanması gerektiğini görevlilere kim öğretecek bilemiyorum. Kültür Bakanlığının şair ve yazarları tanıtan bir internet sayfası var. Burada kimlerin tanıtıldığına bakınız, bunun neresinde adalet vardır. On sekiz eser vermişiz, orada adımız bile geçmez, böyle bakanlık olur mu? Bir de batı dillerine aktarılacak eserlerin seçilmesinde nasıl bir kıstas uygulandığını bilmiyoruz. Bu eserler içinde; İstanbul dışında oturan yazarlardan seçilen eserler de var mıdır? Sorulması gerekir diye düşünüyorum. Çetinoğlu: Sayın Özmel, verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür eder, Türk kültürüne, sanatına ve edebiyatına hizmet maksadıyla çıktığınız çileli yolda size kolaylıklar dilerim. Özmel: Çok teşekkür eder, size de kolaylıklar dilerim. İSMAİL ÖZMEL 18 Aralık 1933’te Niğde merkez, Ahipaşa Mahallesi Ahi Sokak (Şenol Sokak) 20 numaralı evde doğdu. Babası Birinci Cihan Harbi ve İstiklâl Harbi gazilerinden terzi Bekir oğlu Ahmet Özmel, Annesi Altuncu ailesinden Huriye Özmel’dir. Niğde Dumlupınar İlkokulu (1946), Niğde Ortaokulu (1949), dört yıla yakın İstanbul’daki lise öğrencilik yılları (1949- 23.6.1953), sonra Niğde Lisesi (1955), Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi (1959) mezunu. Bir süre öğretmenlik yaptı. (1962-1967). Genelde serbest avukat olarak çalıştı. İsmail Terzioğlu, İsmail Bekiroğlu ve Mızrap takma adları ile de yazan İsmail Özmel, İLESAM ve Türkiye Yazarlar Birliği üyesidir. İlk şiiri 1952 yılında ‘Türk Sanatı’ dergisinde ve Elazığ Uluova (23/24 Haziran 1953) gazetesinde yer aldı. Lise son sınıfa Niğde’ye geldiğinde, Niğde’nin Sesi günlük gazetesinde başyazı yazmaya başladı. (1954-55) Kırk yıla yakın bu gazetede yazdı. Diğer yazı ve şiirleri Şûle, Millî Işık, Boğaziçi, Türk Edebiyatı, Türk Dili, Yesevi, Kayseri Erciyes, Filiz, Kültür ve Sanat dergileri ile Tercüman, Son Havadis, Kayseri Hâkimiyet, Bursa Hâkimiyet, Hür Anadolu gibi gazetelerde yayımlandı. Ona yakın şiiri bestelendi. Ansiklopedilere maddeler yazdı. Arısoy ailesinden Melâhat Hanımla evli ve Dr. Selçuk Özmel ve Mak. Müh. Bekir Serdar Özmel’in babasıdır. Yayın hayatına Ocak-Şubat 2006’da başlayan Akpınar isimli, iki ayda bir yayımlanan, kültür, sanat ve edebiyat dergisinin imtiyaz sâhibidir. Dergi; 24. sayıya ulaşmıştır. Yayınlanmış Eserleri: ŞİİR: Bir Daha Yaşamak (1969), Zaman Kuşun Kanadında (1984), Çağır da Geleyim Güzel İstanbul (1986), Her Mevsim Bahar (1995), Türkçe’nin Rüzgârında (2004), Bütün şiirleri (2006). BİYOGRAFİ: Adana Halk Şairi Sâdık Çavuş (1996), Dünden Bugüne Niğdeli Şair ve Yazarlar (1. Cilt: 1990, 2. Cilt: 2001) DENEME – İNCELEME: Özdeyişler (1970), Türk Musikisi ve Kültürümüz (1988) Dil ve Edebiyat Yazıları (1997), Kültür ve Tarih Sohbetleri (1999), Sihirli Zaman (2006). Bindallı Yazılar (2007), Türk Musikisi ve Kültürümüz (2. Baskı–2007), Niğdeli Şair ve Yazarlar. Üç cilt birada, (İlaveli ikinci baskı). Tekten Matbaası.2009-Niğde. (Av. İSMAİL ÖZMEL RÖPORTAJININ SONU.)