GİRİŞ: Ankara’nın Sincan İlçesi’nde, tankların ana caddede yürütülmesi suretiyle Necmettin Erbakan’ın Genel Başkanı olduğu Refah Partisi ile Tansu Çiller’in Genel Başkanı olduğu Doğru Yol Partisi tarafından oluşturulan koalisyon hükümetinin düşürülmesi süreci başlatıldı. 28 Şubat 1997’de yapılan Millî Güvenlik Kurulu Toplantısı’nda, ‘rejim aleyhtarı irticaî faaliyetler’ olarak adlandırılan gelişmelerin önlenmesi için bir dizi kararlar alındı. Bu kararların önemlileri şunlardır: *Anayasamızda cumhuriyetin temel nitelikleri arasında yer alan ve yine anayasanın 4’üncü maddesi ile teminat altına alınan laiklik ilkesi büyük bir titizlik ve hassasiyetle korunmalı, bunun korunması icin mevcut yasalar hiçbir ayrım gözetmeksizin uygulanmalı, mevcut yasalar uygulamada yetersiz görülüyorsa yeni düzenlemeler yapılmalıdır. *8 yıllık kesintisiz eğitim, tüm yurtta uygulamaya konulmalı. *Temel eğitimi almış çocukların, ailelerinin isteğine bağlı olarak, devam edebileceği Kuran kurslarının Millî Eğitim Bakanlığı sorumluluğu ve kontrolünde faaliyet göstermeleri için gerekli idari ve yasal düzenlemeler yapılmalıdır. *Yurdun çeşitli yerlerinde yapılan dînî tesisler belli çevrelere mesaj vermek amacıyla gündemde tutularak siyâsî istismar konusu yapılmamalı, bu tesislere ihtiyaç varsa, bunlar Diyanet İşleri Başkanlığı’nca incelenerek mahallî yönetimler ve ilgili makamlar arasında koordine edilerek gerçekleştirilmelidir. *İrticaî faaliyetleri, disiplinsizlikleri veya kanun dışı örgütlerle irtibatları sebebiyle TSK’dan ilişkileri kesilen personelin diğer kamu kurum ve kuruluşlarında istihdamı ile teşvik unsuruna imkân verilmemelidir. *TSK’ya aşırı dinci kesimden sızmaları önlemek için mevcut mevzuat çerçevesinde alınan tedbirler; diğer kamu kurum ve kuruluşları, özellikle üniversite ve diğer eğitim kurumları ile bürokrasinin her kademesinde ve yargı kuruluşlarında da uygulanmalıdır. *T.C. Anayasası, Siyasi Partiler Yasası, Türk Ceza Yasası ve bilhassa Belediyeler Yasası’na aykırı olarak sergilenen olayların sorumluları hakkında gerekli yasal ve idârî işlemler kısa zamanda sonuçlandırılmalı ve bu tür olayların tekrarlanmaması için her kademede kesin önlemler alınmalıdır. *Kıyafetle ilgili kanuna aykırı olarak ortaya çıkan ve Türkiye’yi çağdışı bir görünüme yöneltecek uygulamalara mâni olunmalı, bu konudaki kanun ve Anayasa Mahkemesi kararları tâviz verilmeden öncelikle ve özellikle kamu kurum ve kuruluşlarında titizlikle uygulanmalıdır. *Kurban derilerinin, mali kaynak sağlamayı amaçlayan ve denetimden uzak rejim aleyhtarı örgüt ve kuruluşlar tarafından toplanmasına mâni olunmalı, kanunla verilmiş yetki dışında kurban derisi toplattırılmamalıdır. *Alınan kararlar arasında maddenin tam metni, Türkiye’nin milletlerarası ilişkilerini ilgilendirdiği için kamuoyuna duyurulmamıştır. Sayın Bakanım, 28 Şubat 1997’den bu yana, 12 yıl geçti. Ülkemizde büyük bir ekseriyet, o günleri; ‘Millî irâdenin oluşturduğu gücün, farklı maksatlarla oluşturulan başka bir güç karşısında sindirildiği dönem’ olarak hatırlıyor. 28 Şubat’ı anlatan ‘Belgeler Konuşuyor Milli Görüşte Kırılma’ isimli eserinizin yayınlanması sebebiyle, sizinle o dönemi konuşmak istedim. Röportaj teklifimi lütfedip kabul buyurduğunuz için teşekkür ederim. Oğuz Çetinoğlu: Önce ‘28 Şubat’ı isimlendirelim. ‘Post modern darbe’, ‘Demokrasiye ince ayar…’, ‘Sincan harekâtı…’ ve benzeri isimlendirmeler var. Siz nasıl adlandırıyorsunuz? Av. İsmail Müftüoğlu: Öncelikle bana vermiş olduğunuz bu imkândan dolayı, ben size teşekkür ediyorum. 28 Şubat 1997 harekâtı hukukî açıdan ele alındığı zaman, hukuk dışı bir kalkışma olduğunu görüyoruz. Millî irâdeyi gölgeleyen yarı askerî ve sivil payandalı bir operasyondur. Bu kalkışmanın dış dinamikleri olduğu gibi, iç işbirlikçileri de bulunduğunu bugün herkes çok iyi bilmektedir. Bu hareket Row Angel projesinin sonucu, Fransız Büyük Mason Locasının talimâtı, içteki masonların iştirâki, bazı Anayasa kuruluşlarının açıklamaları, sendika ağalarının da desteği ile oluşturulan ABD ve İsrail’in tetiklediği bir hareket olup, asla millî bir harekat değildir. Demokrasi ile alakası olmayan, hukuk devleti ile bağdaşmayan, Anayasa suçu teşkil eden 28 Şubat 1997 harekâtı milletin zararına olmuş, harekât sonrası bankaların içi boşaltılmış, 200 milyar dolar buharlaşmıştır. Her ne kadar bâzıları harekâtın zaruriliğinden bahsetse de, bu doğru değildir. Zira Refah-Yol hükümetini devre dışı tutmanın hiçbir siyâsî, sosyal ve ekonomik gerekçesi yoktur. Nitekim bahis konusu hükümetin memur, işçi, esnaf ve zürraya yaptığı iyileştirme ilaveleri hiçbir hükümet döneminde yapılamadığı gibi, bugünkü hükümet olan AKP de kenarından geçebilmiş değildir. Bu harekâta bulaşanlar ülkenin ekonomisini çökerttiler, çeteleri, arsızları, soyguncuları azdırdılar. Dolayısıyla harekat bu açıdan da ülkenin zararına olmuştur. Bu açıklamalardan sonra diyebiliriz ki; 28 Şubat sürecine demokrasi açısından puan vermek mümkün olmadığı gibi, millî irâdeyi gölgelediği için balans ayarı safsatası da geçerli değildir. ‘Balans Ayarı’ kavramı Bill Clinton yönetiminin bulup, Türkiye’ye ihraç ettiği bir husustur. Çünkü ABD, RP’nin 1995 seçimlerini kazanması hâlinde ve hükümet kurması durumunda bu hükümetin askerî darbe yerine sivil darbe ile uzaklaştırılması talimâtını vermiştir. Yâni 28 Şubat 1997 süreci ne demokratik bir ayarlama, ne de demokrasiye balans hareketidir. Bu süreç milletin karabasanıdır, millî irâdenin Frankeştaynıdır. Çetinoğlu: Bu adlandırmanın ardında, gizlenmiş bir ‘Demokratik gidişata müdâhale’ anlamı aranabilir mi? Müftüoğlu: Elbette. Zira yapılan seçimlerde % 21.38 oy alan ve hükümet ortağı olan, Meclisten güven oyu alabilen bir hükümeti devre dışı bırakabilmek için, zamanın Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı’nın, Kede Kuvvetleri Komutanı Hikmet Köksal’ın, Deniz Kuvvetleri Komutanı merhum Güven Erkaya’nın, Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Çevik Bir’in, Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak’ın o dönemde yaptıkları toplantılar sonucundaki açıklamaları dikkate alındığında, demokratik gidişâta alenen müdâhale ettikleri görülür. Refah-Yol hükümetini tehdit yanında, yeni hükümet kurma çalışmaları içinde olduklarını da biliyoruz. O kadar ki, zamanın Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Teoman Koman, sayın Hasan Celal Güzel’e; ‘Hükümetin gidişatını, tutumunu iyi görmüyorum. Sanmasınlar ki sessiz kalırız. Çok açık söylüyorum, böyle devam ederse darbe dahi olabilir.’ Demiştir. İsmail Hakkı Karadayı da; ‘Mesut’a altın tepsi içinde hükümeti teslim ettik.’ Demiştir. Çetinoğlu: 28 Şubat’a gerekçe olarak gösterilen olayları irdelediğimizde neler görürüz? Müftuoğlu: 28 Şubat’a gerekçe olarak gösterilen olayların tamamı manüpilasyondur. Zira Ali Kalkancı- Fadime Şahin, Fadime Şahin-Müslüm Gündüz hâdiselerinin düzmece hâdiseler olduğu bugün gün yüzüne çıkmıştır. Nitekim Tamer Korkmaz 02.03.2005 tarihli Zaman Gazetesi’ndeki makalesinde ‘Müslüm Gündüz’ün bir kamu kurumunda serbest memur olarak çalıştığını… Baskın gecikince Gündüz, polisi telefonla arayıp; Yahu! nerede kaldınız? diye sorduğunu, polisin de televizyoncu arkadaşlardan biri gecikmiş, gelmek üzere, gelir gelmez oraya intikal edeceğiz.’ Cevabını verdiğini yazarak, durumu vuzuha kavuşturmuştur. İrtica meselesine gelince; 54. hükümet dönemindeki istatistiklere baktığımızda irtica faaliyetlerinin dibe vurduğu görülmektedir. Bir takım provakatif olaylar devamlı gündem konusu yapılarak milletin tedirginliği sağlanmış, sanki böyle bir tehlike var imajı TV ekranlarında hep yayınlanıp durmuştur. Aslında 28 Şubat 1997 hareketinin arkasında, iyi bir araştırma yapıldığında, ABD ile İsrail’in olduğu görülür. Nitekim Yahudi asıllı Daniel Pipes’in yazdığı makaleye göre; Sincan olayı ve 28 Şubat 1997 MGK toplantısı, amaca varmak için bir tiyatro idi. Çetinoğlu: 28 Şubat öncesi olaylarının bir kamuoyuna yansıtılma şekli var, bir de gerçek yönü. Olayların tam içerisinde bulunan kişi olarak gerçeklerle yansıtılanlar arasındaki farkları, örneklendirerek açıklar mısınız? Müftüoğlu: 28 Şubat öncesi olayların tamamı gerçek dışı olup, manüpilasyondan ibârettir. Yukarıda belirttiğimiz gibi devamlı gözler önüne serilen rezâletlerin arka planında Millî Görüş’ün siyâset dışı bırakılması çabaları yatmaktadır. Zira Refah Partisi’nin ortak olacağı bir hükümet, ABD ve İsrail’in hiç işine gelmiyordu. Sebebi ise Başbakan Erbakan’ın hem anti Amerikancı ve hem de ırkçı emperyalizme karşı olmasıdır. Millî Görüş yetkililerinin ve Erbakan’ın gerek ekonomik politikaları ve gerekse dış politikaları, ABD ve İsrail’in çıkarlarına uygun düşmüyordu. Çünkü sömürü musluklarının kapatılacağını biliyorlardı. Onun için ABD’den tutun İsrail’e kadar, 500. Yıl Vakfı Başkanı Jack Kamhi’den tutun, o dönemin İsrail Cumhurbaşkanı Ezer Weizmann’a kadar, Generaller İsmail Hakkı Karadayı’dan Teoman Koman’a kadar, Çevik Bir’den Güven Erkaya’ya kadar, RP’li bir hükümetin kurulmasını istememekte ve kurulmaması için de çırpınıp durmaktaydılar. Bill Clinton da böyle bir hükümetin kurulması ile can damarlarının kesileceği düşüncesinde idi. Çünkü Erbakan dış politikada Müslüman ülkelere yönelmiş, dönemi içerisindeki ticârî anlaşmaların bir çoğunu İslam ülkeleriyle yapmış ve ticâreti İslam ülkelerine yönlendirmiştir. Bu gidişatı gözlemleyen Amerikan Yahudisi Makovsky, Erbakan’ın dış politikasını enine boyuna eleştirmiş ve Erbakan’la mücâdele yollarını da göstermiştir. Dıştaki bu gayretlerin içteki uzantıları da böyle bir hükümetten memnun olamayacaklarından dolayı, 54. hükümete karşı hasmâne açıklamalar yapmış, Sivil Toplum Kuruluşlarını da bunun gerçekleştirilmesi için devreye ve eylemlere sokmuşlardır. Bu konuda detaylı malumat kitabımızda bulunmaktadır. Çetinoğlu: 28 Şubat müdâhalesi, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)’nın emir-komuta kademesinin kararı ile mi, yoksa bir grup üst rütbeli subayın tasarladığı emri vâki ile mi gerçekleştirildi? Müftüoğlu: 28 Şubat 1997 harekâtı münâsebetiyle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tamamını itham etmek asla doğru değildir. RP’nin önünü kesme harekatı 1985 seçimlerinden önce tezgahlanmış, ama o seçimlerde istediklerinin tam aksi olmuştur. Çünkü RP birinci parti olarak seçimlerden çıkmıştır. Bu başarıyı batı basını hazmedemediği gibi, iç mihraklar da hezimetin acısını duyduklarından, her vesile ile ihtilalden bahseder hâle gelmişlerdir. TSK’nin üst kademesinde görev yapan İsmail Hakkı Karadayı, Hikmet Köksal, Güven Erkaya, Çevik Bir ve diğer yetkililer, dıştan gelen yönlendirmelere teşne olmuş ve hükümet kurma meselesine dahi karışmışlardır. Nitekim o dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, zamanın Meclis Başkanı Mustafa Kalemli’yi arayarak RP-ANAP hükümetinin kurulmamasını talep etmiş, aksi halde ‘Sayın başkan, bu koalisyon kurulursa hiç hoş olmayan şeyler olur.’ Diyebilmiştir. TSK’nin üst kademelerinde kaynayan siyâsî cadı kazanından, alt birliklerin haberdar olduğu söylenemez. Bu kalkışmada yer alanların, TSK’nin tamamını temsil ettiği de düşünülemez. Nitekim dönemin üst kademesinden emekliye ayrılanların yaptıkları açıklamalar bizi teyit etmektedir. Bunun aksini düşünmek mümkün değildir, çünkü askerin bir disiplin içerisinde, bir bütün olarak kalkıştığı eylemin adı ihtilaldir. 28 Şubat 1997 tarihinde böyle bir eylemin olmadığı, ancak üst kademe komutanların hükümeti zor duruma düşürecek kanun dışı eylemlere giriştikleri ve hükümeti devre dışı bıraktıkları görülmektedir. Tabii ki bunun demokrasi ve hukuk adına tasvip edilebilir tarafı yoktur. Çetinoğlu: 28 Şubat’ın günümüze yansıyan etkilerini değerlendirir misiniz? Müftüoğlu: 28 Şubat 1997 kalkışmasının günümüzdeki yansıması, son günlerdeki askerî planların ortaya çıkması ve bu planları yapanlar hakkında adlî kovuşturmaların başlamasıdır. Ancak unutulmaması gereken, 28 Şubat 1997 sürecine dâhil olanlar hakkında hiçbir işlem yapılmadığı gibi, suçlarını yaptıkları açıklamalarla ikrar ettikleri halde ellerini kollarını sallayarak etrafımızda dolaştıklarıdır. Bunların sorgulanması yapılmadan, sadece Ergenekon Operasyonlarına bakarak değerlendirmelerde bulunmak asla doğru değildir. Suçunu ikrar edenler dışarıda dolaşırken, suçunu ikrar etmeyenlerin tutuklanmaları hukukî kalıplarla izah edilemez. Siyâsîlerimizin rant düşüncesi içinde bu meseleleri malzeme yapmaktan uzak durmaları gerekmez mi? Devamlı insanlarımızın bam teline basarak, olayları ajite ederek sonuç almaya çalışmak doğru mudur? Elbette ki suçlu olanlar mahkeme sonucunda tebeyyün edecektir. Ancak o zamana kadar tevkif edilenler sadece şüphelidir, yâni hükümlü değildir. Türkiye’deki hukukî görüntüler ve uygulamalar son derece rahatsız edicidir. Bir nevi hukukî terör estirilmektedir. Bu hal, hukuk devleti anlayışı ile bağdaşmaz. ‘Adâlet mülkün temelidir.’ Tamam da, geciken adâletin adı da zulümdür. Bunu herkesin bilmesi gerekir. Bugün ülkemizde tedirginlik, bir kâbus gibi çökmüş durumdadır. İnsanlarımız cihet-i askeriye ile hükümet arasında sıkışıp kalmıştır. Haklıyı haksızdan ayırmada zorlanmaktadır. (BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU. İKİNCİ BÖLÜM YARIN VERİLECEKTİR.)