İbrahim Güray AYTEKİN Özel haber – Araştırma
Yunanlıların yakıp yıkarak geri çekildikleri Mihalıççık Camii Kebir Camii, 1302 (m.1886) yılında Sivrihisarlı Hacı Süleyman tarafından yaptırılmıştır. Mihalıççık o tarihlerde Sivrihisar’a bağlıdır. Yunan işgalinde, Yunan askerleri Mihallıççık’ı yakıp yıkıyorlar. Bu arada cami de yakılarak harap ediliyor, kullanılmaz hale getiriliyor…
“Atatürk, Erzurum Kongresi’nden ölümüne kadar her zaman yanında ve hizmetinde olan Mihalıççıklı emir çavuşu Ali Metin aracılığıyla kendi bütçesinden 5 bin lira gönderip, ( Ulu Önder Atatürk’ün can yoldaşım dediği ve soyadını METİN olarak bizzat kendisinin verdiği Mihalıççıklı Ali çavuş ) Yunanlılar’ın işgali sırasında yakıp yıktıkları ve imkanları olmadığı için Mihalıççıklılar’ın yaptıramadığı kasabanın tek camisini yeniden yaptırmıştır.
Atatürk’ün tüm masraflarını bizzat karşılayarak yaptırdığı bu cami, bugün Mihalıççık’tadır ve Aşşağı Cami veya Mihalıççık Atatürk Camii olarak bilinmektedir. Diğer taraftan ’18 Mart 1933’ tarihli bir kanuna göre de Eskişehir’deki üç şerefeli caminin sıva tamirinin yapılması kararlaştırılmıştır. 1922 yılında ise Bakanlar Kurulu’nun ilk toplantısında konuşan Mustafa Kemal, Yunan çekilişi sırasında birkaç bin caminin yakılıp yıkıldığını belirtmiş ve ‘Bu camileri yenilemek görevimizdir.’ demiştir.”
Meclis açılışı
1 Mart 1923 tarihinde Meclis'in 4. toplantı yılını açış konuşmasında: "Efendiler! Geçen sene zarfında Evkaf Vekâleti din ve hayır işleriyle ilgili binaların tamirat ve inşaatında oldukça mühim bir faaliyet göstermiştir. Vukû bulan tamirat yekûnu, memleketin muhtelif noktalarına ait olmak üzere 126 cami ve mescid-i şerif ile 31 medrese ve mektep; 22 suyolu ve çeşme, 175 akar ve 26 hamama ulaşmıştır…"
Yıl 1931… Japon Elçisi Torijori Yamada, Türkiye’ye gelip Atatürk’ü ziyaret eder… Atatürk’e Tokyo’ya bir cami yaptırması konusunda Japon Kralının ricasının olduğunu iletir… Atatürk’ün mükemmel Fransızcasının yanında az da Japonca bilmektedir. Mustafa Kemal Harp Akademisinde okurken kısa bir süre için Büyükelçi Torijori Yamada Japonca derslerine girdiğinden tanışmaktadırlar.
Torijori Yamada’yı “ hocam” diye karşılayan Mustafa Kemal Atatürk, büyükelçiye şunları söyler; “Daha savaştan yeni çıktık… Ülkem çok fakir… Borç harç içindeyiz, devlet parasıyla cami yaptıramam, ancak bu camiyi ben kendi maaşımdan biriktirdiğim paramla yaptırırım” dediğinde Japon diplomat hayrete düşer!
Mustafa Kemal Atatürk’ün burada gösterdiği üstün liyakat ve feraset, devletini yüceltme ve dinine sahip çıkma düşüncesinin doruktaki yaşanmışlıktır… İşte o günden itibaren Mustafa Kemal Atatürk devletten aldığı maaşıyla Yamada’ya verdiği sözü tutar Tokyo Camii’ni yaptırır…
Torijori Yamada, Ankara’yı ziyaretinden bir yıl sonra 1932 yılında vefat etmiş ama Atatürk verdiği sözü tutar ve Tokyo Camii’ni yaptırır. Cami, Atatürk’ün ölüm yılı olan 1938 yılında tamamlanır…Mustafa Kemal Atatürk’ün ebediyete intikal ettiği yılda bu caminin bitirilmiş olması da son derece anlamlıdır. Ve Tokyo Camii ibadete açılır… Gazi Paşa’nın ruhuna de Fatihalar ve Mevlit okunur…Bu caminin en büyük özelliği ise her gün sabah ilk ezanın bu camide okunmasıdır.
Fransa’daki, Paris Camii de (la mosquée de paris) Mustafa Kemal’in yardımlarıyla tamamlanmıştır…Mustafa Kemal, 1919- 1938 arasında her yıl Paris Camii’nin yapımı için “Bizim de katkımız bulunsun” diyerek yıllık onar bin frank para göndermiştir. Atatürk’ün ölümünden sonra bu yardım kesilmiştir. Bilgiyi veren; Paris Camii ve Enstitüsü rektörü Abbas Bencheikh El Hocine’dir. Caminin şeref defterinde II. Abdülhamit ve M. Kemal Atatürk’ün Paris Camii’nin inşasına maddi ve manevi katkıları olduğu belirtilmektedir. Bu caminin ayrıca bir özelliği de şudur ki Fransa’daki ilk camidir.
Atatürk birçok camide halkla toplantılar yaparak milli mücedele ateşini yakmayı başarmıştır."Efendiler… Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmak lâzım geldiğini düşünmek danışmak için yapılmıştır. Millet işlerinde her kişinin zihninin başlı başına çalışması lâzımdır. İşte biz de burada din ve Dünya için geleceğimiz ve istiklalimiz için ve en çok millî egemenliğimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. Ben yalnız kendi düşüncelerimi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşündüklerini anlatmak istiyorum. Millî ülküler, millî irade yalnız şahsın düşmesinden değil, tüm millet fertlerinin ülkülerinin toplamıyla yaratılır…"
"Efendiler; camiler mukaddes minberleri halkın rûhânî, ahlâkî gıdalarına en âlî, en feyyaz membâlarıdır. Binâenaleyh camilerin, mescitlerin minberlerinden tenvîr ve irşat edecek kıymetli hutbelerin muhteviyatının halka ittilâ imkânını temin, Şer'iye Vekâlet-i Celîlesi'nin mühim bir vazîfesidir. Minberlerden halkın anlayabileceği lisanla ruh ve dimağu hitap olunmakla Ehl-i İslâm'ın vücûdu canlanır, dimağı saflanır, îmânı kuvvetlenir; kalbi cesaret bulur. Fakat buna nazaran hutebât-ı kirâmın hâiz olmaları lâzım gelen evsâf-ı ilmiye, liyâkat-ı mahsûsa ve ahvâl-i âleme vukuf hâiz-i ehemmiyettir."
Atatürk kendi el yazması ile yazdığı metinde ‘’Türkiye Cumhuriyeti'nde herkes Allah'a istediği gibi ibadet eder. Hiç kimseye dinî fikirlerinden dolayı bir şey yapılmaz. Türk Cumhuriyeti'nin resmî dini yoktur. Türkiye'de, bir kimsenin fikirlerini zorla başkalarına kabul ettirmeye kalkışacak kimse yoktur ve buna müsaade edilmez…’’ demektedir.
"Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır." Diyen Ulu önder ATATÜRK Tarikatların şıhlık ve şeyhlik gibi doğmatik makamların halkı sömürme aracı olarak kullanıldığının farkındaydı…
Atatürk Selçuklu İmparatorluğunu da Osmanlı İmparatorluğunu da yıkan parçalayan halkın içine kin ve nefret tohumları ekenlerin sahte dinci prensiplere bağlı bağnaz ve yobaz gelişimler tarikatlar ve zararlı cemaat oluşumları olduğunun bilincindeydi "Artık Türkiye, din ve şeri'at oyunlarına sahne olmaktan çok yüksektir. Bu gibi oyuncular varsa kendilerine başka taraflarda sahne arasınlar." Sözleri ile fikirlerini irdeleyerek yeni nesillere ışık tutup yol gösteriyordu.
Kurulan Genç cumhuriyetin bilim ve akıl ile aydınlandığını ifade eden Atatürk "Bâzı yerlerde kadınlar, görüyorum ki başına bir bez veya bir peştamal veya buna mümâsil bir şeyler atarak yüzünü, gözünü örter ve yanından geçen erkeklere karşı ya arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu tavrın mânâ ve medlûlü nedir? Efendiler, medenî bir millet anası, millet kızı bu garip şekle, bu vahşî vaziyete girer mi? Bu hâl milleti gülünç gösteren bir manzaradır. Derhâl tashîhi lâzımdır’’ derken Müslümanlık adı altında Türk insanı ve kadınının düşürüldüğü gülünç ve vahşi durumu ortaya koymaktaydı. Bu durum din dışıydı ve asla kabul edilemeyecek bir durumdu
Atatürk ve Mevleviler
1933, Cumhuriyet Bayramı açılış konuşmasında Yine Yüce Önder Atatürk Ulusuna seslenirken "Ben, manevî miras olarak hiçbir âyet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında belki gayelere tamamen erişemediğimizi, fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar." Diyordu..
"Biliriz ki Allah, Dünya üzerinde yarattığı bu kadar nîmeti, bu kadar güzellikleri insanlar istifade etsin, varlık içinde yaşasınlar diye yaratmıştır. Ve âzamî derecede faydalanabilmek için de bugün, Kâinat'tan esirgediği zekâyı, aklı insanlara vermiştir.’’
"Ey arkadaşlar! Tanrı birdir, büyüktür, ilâhî âdetlerin görüşlerine bakarak diyebiliriz ki, insanlar iki sınıfta, iki çağda incelenebilir, tik çağ insanlığın çocukluk ve gençlik çağı, ikinci çağ, insanlığın erginlik ve olgunluk çağıdır. İnsanlık birinci çağda tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi yakından ve maddi vasıtalarla kendisiyle ilgilenilmeyi gerekli görür. Allah, kullarının gerekli olan olgunluk noktasına ulaşmasına kadar, içlerinden vasıtalarla, kullarıyla ilgilenmeyi ilâhî gereklilik saymıştır. Onlara Hz. Adem’den itibaren kaydedilmiş, kaydedilmemiş sonsuz denecek kadar çok peygamber ve elçi göndermiştir. Fakat peygamberimiz aracılığıyla en son dini ve medeni hakikatları verdikten sonra artık insanlıkla aracı yoluyla temasta bulunmaya gerek görmemiştir. İnsanlığın anlama derecesi, aydınlanma ve olgunlaşması her kulun doğrudan doğruya ilâhî ilhamlarla temas yeteneğine ulaştığım kabul buyurmuştur. Bu sebepledir ki Hz. Peygamber, peygamberlerin sonuncusu olmuştur ve kitabı, en mükemmel kitaptır."
"Ey millet, Allah birdir, şânı büyüktür. Allah'ın selâmeti, âtıfeti ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz efendimiz hazretleri, Cenâb-ı Hak tarafından insanlara hakayık-ı dînîyeyi tebliğe memur ve resûl olmuştur. Kanûn-i Esâsî'si cümlemizce mâlumdur ki, Kur'ân-ı Azîmüşşan'daki husustur. İnsanlara feyz rûhu vermiş olan dînimiz, son [hak] dindir. Ekmel tevâfuk ve tetâbuk ediyor. Eğer akla, mantığa ve hakîkate tevâfuk etmemiş olsaydı, bununla diğer kavânîn-i ilâhiye beyninde tezat olması îcap ederdi. Çünkü bilcümle kavânîn-i kevniyeyi yapan Cenâb-ı Hak'tır."
"Türkiye Cumhuriyeti'nde, her yetişkin dinini seçmekte hür olduğu gibi, belirli bir dinin merasimi de serbesttir. Yani, ibadet hürriyeti vardır. Doğal olarak ibadetler, güvenlik ve genel yaşama aykırı olamaz; siyasal gösteri biçiminde yapılamaz."
Atatürk 11 Şubat 1924, Tanin gazetesi tarafından yapılan bişr röportaj "Türk milleti daha dindar olmalıdır. Yani bütün sadeliğiyle dindar olmalıdır demek istiyorum. Dînimize, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum. Şuura muhalif, ilerlemeye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor. Halbuki Türkiye'ye istiklâlini veren bu Türk milleti içinde daha karışık, sun'î, bâtıl îtikatlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bunları benimsemiş olan câhiller, âcizler, sırası gelince tenevvür edeceklerdir. Onlara ziyâya takarrüp etmezlerse kendilerini mahv ve mahkûm etmişler demektir. Onları kurtaracağız." Demektedir.
"Unutulmamalıdır ki milletin hâkimiyetini bir şahısta yâhut mahdut eşhâsın elinde bulundurmakta menfaat bekleyen câhil ve gâfil insanlar vardır. Hükümdarlar, kendilerini mevhum bir kuvvetin mümessili tanırlar ve bundan zevk alırlar. Fakat onların etrâfındaki menfaatperestler, bunu din kisvesine büründürerek bütün milleti iğfâle, idlâle çalışırlar. Nitekim şimdiye kadar çalışmışlardır. Nihâyet milletin kulağı bu terennümât ile dolar ve o telkînâtı îcâb-i din ve hakîkat-ı mahz telakkî eder. Bu gibilerine mürtecî ve hareketlerine de irticâ derler. Fetvâ ile veyahut şu ve bu gibi telkînâtla milleti irticâya sevk etmek isteyenlerin yeri zindan olacaktır. Kat'îyetle ve bilâpervâ söylerim ki, hâkimiyet-i milliyemizin bir zerresini şu veya bu sûretle takyit etmek isteyenler en koyu mürtecîdir. Öylelere karşı milletin yapacağı şey, onları parçalamaktır."
"Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin saadet ve bedbahtlık telâkkileri bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur."
17 Aralık 1927'de Mustafa Kemal Atatürk Mecliste şunu diyor: "Efendiler, biz tekke ve zaviyeleri din düşmanı olduğumuz için değil; bilakis, bu tip yapılar din ve devlet düşmanı olduğu, Selçuklu ve Osmanlı'yı bu yüzden batırdığı için yasakladık. Çok değil, yüz yıla kalmadan, eğer bu sözlerime dikkat etmezseniz göreceksiniz ki bazı kişiler bazı cemaatlerle bir araya gelerek bizlerin din düşmanı olduğunu öne sürecek, sizlerin oyunu alarak başa geçecek ama sıra devleti bölüşmeye geldiğinde birbirine düşeceklerdir. Ayrıca, unutmayın ki o gün geldiğinde her bir taraf diğerini dinsizlikle suçlamaktan geri kalmayacaktır." Tarihe altın harflerle kazınan bu sözleri Atatürk’ün 1 asır sonrasını nasıl bir öngörü ile tahayyül edebildiğinin muazzam bir örneğidir.
1 Mart 1922 tarihinde Büyük Atatürk Konya'ya teşrif etmişlerdi. Çelebi Efendi ve dervişler tarafından istasyonda karşılandıktan sonra Kavaklı Medrese olarak adı kalan kültür yuvasına geldiler. Maarif Camiası içinde Konya İdadisi Öğretmeni olarak ben de bulunuyordum.
Kendilerini bahçede Meresim birliği şeklinde karşıladık. Her birimizi dikkatle süzdükten sonra, “Efendiler Devlet Nedir?” Sorusunu ani olarak bize yöneltti. Arkadaşlar Bayraktır, Anayasadır, Paradır gibi cevaplar verirlerken bendeniz cevap arz edeceğimi işaret ettim. İzin verdiler.
Devletçiliğin geniş anlamını emsalsizce tarif eden, Büyük Kitabımız Kur'an-ı Kerim'de yer alan ve her Cuma Hutbelerinin sonunda hepimizin her zaman duyduğu “İnnallahü Ye’kmürü Bil adli Vel ihsan..” suresini okudum. Bendenizi takdir edip sırtımı okşayarak taltif ettiler.
Büyük Atatürk'ün Din ve Devlet anlayışı benim anılarımda böyle yer etti. Kendileri gerçekçi din adamlarının büyük dostu ve inananların öncüsü idi.
Büyük Atatürk Allah'a inancını şu cümleyle ifade etmiştir. “Beşeriyetin idrak derecesi, nurlanması, mükemmelleşmesi her insanın doğrudan doğruya Allahın imanıyla temas kabiliyetine erişmesiyle mümkündür.”
Büyük Atatürk İslam Dinini şu cümleleri ile tarif etmiştir. “Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uygun olması lazımdır. Bizim dinimiz en makul ve en tabii dindir. Eğer dinimiz akla, mantığa, hakikate uygun olmasaydı bununla diğer ilahi kanunlar arasında ayrılık olması icap ederdi. Çünkü bilcümle tabiat, kâinat uzay oluşumu kanunlarını yapan Cenabı Hak'tır.”
Maylızade Mustafa (Çaltaşı) Effendi
Cumhuriyetin 50. Yılında Konya, 1973 İl Yıllığı Atatürkten anılar bölümünden aldığım Dedem Maylızade Mustafa Hoca Efendinin anısını da siz değerli okuyucularıma nakletmek istedim.