Kırbacımız; açlık sefalet yoksulluktu…  

Deniz, gece, bank, iki adam, yağmur, ay ışığı ve birbirini yeni gören, 

“Hayallerinin toplamı sıfır olanlar…” 

Ben, bayram, rüzgâr üç kişiyiz “arsız dünyamda.”

-Denize yakın duran adam, yüreklere yakın olan adamdır… Dedi. “Bayram. “  

“Bayram “konuşmaya devam etti. Sen babamı hiç tanımadın, annemi de tanımadın… Benim gibisin sanırım. Belli ki ortak yanımız rehbersiz yetişmişiz… Bari biri olsaydı… Tek ayakla zıplayarak yetişirdik…Hayatla, iki ayaksız nasıl kavağa edelim. Yaşama nasıl yetişelim?

-Kapalı fıçılarda yol bulmaya çalışan sıçanlara benzemiş halinle. Bekleyenim var diyecek, Ölümü seveceksin. Dedi Babam. (Uzaklarda birinin kendisine bir şeyler fısıldıyor gibi konuşuyordu. Nereden babasına gelmişti. Denizin büyük dalgaları geri getirmesinde ki geri çekilişi gibi iç çekerek konuşmaya devem etti.) 

 Kulağımda çınlıyordu…dedi “Bayram.” 

“Rüzgârın.” Kendisine bakmasına izin vermeden… 

-Bana bakma!  Seninle göz göze gelmek istemiyorum.

-Bilemedim “rüzgâr” yaşamın ipinin bedenimden erken ayrılacağına…Babamı ve annemi gördüğümde beş yaşında bir “firiktim” …Her gece beni dürtükler, öpücükleri ile yıldızlarımı kondururdu. Sonra erken hareketlenen horoz gibi yüreklerin eşlik ettiği bir melodi başlardı. Sözleri herkes bir ağızdan söylerdi. 

Yaşamak için.

Emek için.

Ekmek için. 

Herkesi seçeriz. 

Herkesi üzeriz. 

Herkesten vazgeçeriz. 

Bizim yönümüz insan. 

Bizim yönümüz adalet. 

Bizim yönümüz hak.

Bu türküleri ancak sabahın dördünde kalkıp, ırgat olanlar duyar. Duyduktan sonra artık yaşadıkları her ilişkilerindeki iletişim kanalı bu türkü ile örülür.

Türkü ile annem babam ve bütün sokaklar hareketlenirdi. Oturduğumuz yerler, kentleri çevreleyen ırgatların oturdukları varoşlardır. Her bir sokakta belli elçilerin “yaşamak zorunluluğuna gebe bıraktıkları” (bu işi borçlandırarak yapardı.) işçiler otururdu. 

Bizim elçimizin ismi “yanık Osman’dı.”  Elli beş kilo ağırlığında, leğen kemiğine iki baston sokulmuş gibi bacakları ile o içi bomboş sallanan şalvarın içinde bacaklar ayakta duran elektrik kablo yuvası gibi görünüyordu. 

Yüz renginin derisi, sobanın sisten oluşan kurutlarını andırıyordu. İki tane ineğin gözü gibi büyük bir göz, araya, bende olmalıyım diyen, küçük bir devenin hörgücünün yüze monte edilmiş şekli olan burnu, ağız yerine sadece ustura ile kesilmiş ancak açılınca fark edilen bir ağız, kafası büyütülmüş yumurta, pamuk çırpılan nar çubuğu gibi kolları, gömlekte kol belli belirsizdi. Kolun varlığının tek kanıtı, elin yerçekiminden dolayı yere düşmemesiydi… Yüzünde, aksi bir mimiği yapışık kalmış olan yanık Osman… Allah tarafından gülmesi men edilmişti. Bizim gecemizin meleği yanık Osman’dı.  Cebrail Azrail ve bütün melekler bizimle işini yanık Osman üzerinden görürdü. Canımızı aldıracaksa yanık Osman bizi faize boğar, ekmeğimizi aşımızı vermez ve bizi ölüme terk ederdi. Yanık Osman hiç sabah güneşini sevmediğini biliyordum.  Belki bu yüzden böyleydi. Sabah güneşi demek “geç kalmaktı.” Ağadan azar işitmekti. O çok buna kulak asmazdı fakat parasının kesilmesi demekti. Para onun için fazladan bir gün daha yaşamaktı… 

Sabahları yüreklerde söylenen türkü ile uyanırdık…dedi “Bayram” 

Kırbacımız; açlık sefalet yoksulluktu. Dedi  

“Rüzgâr” gözleri kıpırdamamdan tek mermisi kaldığını bilen kaçağın polisle karşı karşıya kalmasındaki çaresizlikle,

-Yaşamı aşk gibi yaşadığımız için; Aşkta, “mubah” cennetidir ve af edicidir…

Saygıyla 

Abdulkadir DESTAN