Allah-Kâinat-İnsan veya Mâbûd-Mâbed-Abd mefhûmları birbirine girift, içiçe dairelerdir. Bu üç küllî mefhûmu açıklamıya çalışacağım. Çünkü bunların her biri, birbirini tedaî ettiriyor/çağrıştırıyor.

 

Tıpkı eserin ustadan haber vermesi gibi.. Eser varsa, ustası muhakkaktır. Usta varsa eseri olmaması muhâl/imkânsız... Çünkü her cemâl/güzellik ve kemâl/olgunluk sâhibi görünmek ve bilinmek ister.

 

Bu istek kendisinde mündemiç/var olan kabiliyetlerin zuhûrunu/ortaya çıkmasını gerektirir. Bu zuhûrat, bu güzellikleri görecek, beğenecek gözlerin varlığını da arzu eder. "Küntü kenzen mahfiyyen../Mahlûkatı yarattım ki, bana bir âyîne olsun ve o âyînede cemalimi göreyim." hadîs-i şerîfinin sırrını düşünelim.

 

Tabir caizse, işte birbirinden kopup ayrılmaz olan üç mefhûm: Allah-Kâinat-İnsan, başka bir ifade ile: Usta-Eser-Seyirci...

 

Velhâsıl, bu üç lâfzın her biri okyanus-vâri ilimlerin bir hülâsası, özlü bir toparlaması, ifade ettikleri bilgilerin çekirdeği hükmündedirler. Çözüldükçe daha çok çözülmeleri kaldıracak, neticede, kitaplar ortaya çıkartacak kadar veciz ifadelerin yer aldığı çok yönlü, çok yüklü, çok mânalı bir fikirler demeti, ilimler buketidir.

 

Bizim anladığımız, daha doğrusu anlıyabildiğimiz, devede kulak kabîlinden şeyler. Bunları tam mânasiyle açıklamak seviyemin çok üstünde... Söyliyeceklerim Hakk'tan Mülhem/ilham aldığım şahsî hakîkat arayışının kırıntıları ancak.. Kısaca isabetlerim Hakk'tan, hatalarım bendendir.

 

*

 

Mahlûk/Yaratılan, Hâlikı/Yaratılanı ihata edemez/kuşatamaz. Zihnen, fikren, hayâlen ve tasavvuren kavrayamaz. Zât'a yol yok. Çünkü ne düşünse, ne tasavvur etse mahlûk cinsinden.. Çünkü "O'nu gözler idrâk edemez. O ise gözleri idrak (ihata) eder. O, Latîfdir, Habîr'dir. "(En'am:103). "İnsan ne düşünürse, Allah, onun başkasıdır." (Hadîs meali). "O'nun hiçbir benzeri yoktur." (Şûra:11).

 

Balık, hava âleminden uzak.. Balığa, elden ayaktan bahsedemeyiz. Hattâ sudan bile. İki balığı, su hakkında konuşuyor kabul etsek, biri: "Su diye birşeyden bahsediyorlar, ne dersin?" diye soracak olsa, diğeri: "Ben öyle bir şey görmüyorum.. Bunun için su diye de bir şey kabul etmiyorum diye cevap verecektir. Halbuki suyun görünmeyişi, balığın suyu göremeyişi, suyun varlığının şiddetinden, heryanı kuşatmasından dolayıdır. Akvaryumdaki durgun ve hareketsiz suya baktığımızda sanki su yok ve balıklar boşlukta duruyor gibi sanırız.

 

Tahtadan, ustasını -farzı muhal- soracak olsak, tatanın aklına meşe vesaire gelir. Çünkü dünyası, ağaçlar âleminden ibarettir. Hayvanlardan Rabbini soracak olsak, onların aklına fil veya arslan gelir. Kuşun aklına, bu hususta kartalın geleceği gibi. Serçe kuşu, insanı ne kadar tarif edebilir.

 

İnsanın yaptığı da, insanı idrak edemez/algılayamaz. Daha doğrusu, yapılan yapan ihata edemez/kucaklayamaz. Zira yapılan yapanın cinsinden değil. Buzdolabı, insanı, parçalarından birine benzetebilir ancak. İnsan da Rabbini cisim olarak düşünecek olsa, ancak insan olarak düşünebilir.

 

Nitekim Yunan ilâh ve ilâhelerinin insan olarak düşünülmesi, öyle sanılması ve kadın erkek heykelleri olarak güya benzerlerinin yapılması.. Vahiy ışığından mahrum kalblerin yaratıcıyı ancak cisim olarak düşünmelerine yol açar.. Çünkü kâinatta insandan daha muhteşem, daha mükemmel ve kabiliyette, başka bir mahlûk yoktur.

 

Kaldı ki, "Ahsen-i Takvîm"/En güzel şekilde yaratılmış olan insandan başka mahlûk olmadığından, Yunanlılar, Allah'ı ancak insan olarak düşünmek zorunda kalmışlar, var edişleri insanı eline vermişlerdir. İran'da iki tanrının, iyilik ve kötülük diye zuhuru da, yine aynı düşüncenin farklı bir tezahüründen/görünüşünden başka birşey değildir.

 

*

 

İnsan, küçük bir kâinat, kâinat büyük bir insan.. İnsanın maddesi, kâinatın maddesinden/şehadet âleminden.. insanın mânası, gayb âlemlerinden haber veriyor. Hafızamız Levh-i Mahfuz'dan; hayalimiz Alem-i Misal'den; aklımız Akl-ı Küll'den haber verdiği gibi. Fakat ne hâfıza, ne hayâl, ne de akla; akıl erdiremiyoruz, varlığını biliyor, mahiyetine yol bulamıyoruz.

 

Demek mahiyetini bilmemek, varlığını inkârı gerektirmiyor.

 

"İdrak-i meali bu küçük akla gerekmez

 

Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez."

 

hükmünce, ruhun bu fonksiyonlarında ruha yol bulamadığımız gibi, gayb âleminin varlığından da onların zâtına, dolayısiyle Allah'ın zâtına asla yol bulamayacağımızı idrak ediyor/anlıyor... İdraksizliğimizi idrak etmenin idrakine varıyor, ulvî/yüce bir hazla gayş oluyor/kendimizden geçiyor, mahiyetine geçemiyeceğimizin anlayışı içinde "Süphanallah" demekten başka çare bulamıyoruz.

 

Fakat bazen anlamanın, anlayamamanın da ilim olduğunu derk ediyor/kavrıyor "Elhamdülillah" diyoruz. Evet bâzen bilmiyorum demek ilmin ta kendisi oluyor. Ne mutlu, yerinde ve zamanında "Bilmiyorum" diyenlere. İnsan kendisini aşamaz! Mahlûkiyet mertebesinden, Halıkiyet/Yaratan makamına çıkamaz. İşte bunu farkedişi en büyük idrak oluyor.

 

"Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbsehu."/Nefsini bilen Rabbini bilir, hükmünce Allah, insanı yeryüzünde halife olarak yaratmış, "Vekil, asıl gibidir." fehvasınca, Allah her şeyinden bir nebze de olsa bir şey, insanın mahiyetine dercetmiş/koymuştur.

 

Ta ki eserden, ustaya yol bulabilsin.. Nefsinden, Allah'ın zâtına (keyfiyet ve varlığına değil) varabilsin. Tıpkı "Kün feyekün"ün de kendisinde, ibda (ilk ve yoktan yaratış) ve inşa (ilk yaratılan maddeden yeni şeylerin tedrîcen yaratılması)nında şahsında mündemiç/mevcut olduğunu farketsin, nefsine konulanlardan, onları koyana yükselebilsin.

 

*

 

Görülenle gören arasında mânevî bir irtibat/ilişki kurmak yâni görülenin ve görenin farkına varma hassası sadece insana verilen bir meziyet. Hayvan bakar, insan ise görür, yâni farkeder. Zaten insanın vasfı, FARK EDEN'dir.

 

İnsan bakıp da gören, işitip de duyan, bilip de anlayandır. Yoksa, papağanın da sözü insan sözüdür ama, özü insan değildir. Şüphesiz, hayvanların kendine has bir dünyaları varsa da, insan, hem kendi, hem de dış ve dışardakilerin dünyalarıyla da alâkadar olan küllî bir varlık...

 

Esmâ-i Hüsnâ-sında/Allah'ın güzel isimlerinde sereyan, cevelan ve deveran ediyor/dolaşıyor. Her bir ismin bin bir mertebesinde, basamak basamak esmanın tecellîlerini müşahede ediyor. Meselâ bin bir çiçekte, Allah'ın cemâl ve kemâlini görmesi gibi.

 

Kendimizde mevcut akıl, vicdan, tefekkür, tahayyül, tezekkür ve tasavvurların başkalarında olduğunun da farkına varıyoruz. Fakat bu varış, kendimizde olduğundan ötürüdür. Bu mefhumlar bizde olmasaydı, sadece başkalarından işittiğimiz takdirde bunları kesin şekilde reddedecektik. Uydurma ve hezeyan sanacaktık.

 

İşte bu vicdanen bilişler, başkalarında da var olduğu gerçeğine bizleri ulaştırıyor. Tıpkı Allah'ın varlığını, ilimlerin vasıtasiyle zâtına, keyfiyetine, iç yüzüne yol bulamayacağımızı biliş çerçevesinde bir nebze anladığımız gibi. Eğer gözümüz olmasa Allah'ın basar/görücü, kulağımız olmasa Allah'ın semî/işitici v.s. sıfatlarını anlayamayacağımız gibi..

 

*

 

Bedenin organları neyse, rûhun da uzuvları var.. Fakat zuhuru için imkân ve meydana muhtaç.. Tıpkı uçağın inmesi için hava alanına ihtiyaç olduu, elektriğin tecellîsi için ampule gerek bulunduğu gibi, ruh da bir arşa/alana muhtaçtır ki o da bedendir.

 

Aslında bedenin bütün hareketleri, rûhun kıpırdamalarından tecellîsinden/cilvelerinden başka birşey değildir. İslâm düşünce tarzında, bizzât rûhtan bahsetmeyip de İlm-i Ahvâl-i Rûh/Rûh Hâllerinin İlmi diye söz etmesinde, bu incelik var.. Bundan dolayı "Psikoloji"/Rûh İlmi ifadesi yanlıştır. Zira Allah'ın zâtına yol olmadığı gibi, Emir Alemi'nden, Allah'dan olan rûhun da zâtına yol yok...

 

*

 

Cisim mânaya muhtaç, mânası olmasa olmayacak yâni yaratılmayacaktı. Vücûd da mânaya yâni rûha muhtaç.. Aynı şekilde rûh da vücûda muhtaç.. Vücûd olmasaydı, görünemeyecek, kabiliyetlerini sergileyemeyecekti.. Adeta madde, mânaya âyîne/aynadır. Zaten ayna, göstermek için, yâni kendisi için değil de, başkası için var edilmiştir. Aynayı kendisi için değil, başkalarını gösterdiği için nasıl alıyorsak, maddelere de, mânaları için değer veriyoruz.. Demek her şey hikmeti; ondan beklenen gâye, hedef ve maksadı için vardır ve var edilmiştir.

 

"Hikmet, mü'minin kaybolmuş malıdır. Nerde görse almalı." mealindeki hadîsten anlıyoruz ki, dünyanın neresinde ve hangi zamanında olursa olsun iyi, güzel ve doğru Hakk'tandır, O'nun kalıntısıdır. "Tebeddülü esma ile hakaik tagayyür etmez."/İsmin değişmesiyle, hakîkat değişmez, hümünce onlar bizim isimsiz olan, başka libaslara bürünmüş bulunan öz malımızdır..

 

Bu her sâha için geçerlidir. Kötü, çirkin ve yanlış ise beşerîdir. Nitekim bütün hukuklarda ve bütün çağlarda, -bugün olduğu gibi- ırz, nâmus, can ve mal v.b gibi mefhumların mukaddes/kutsal oluşu, hakkın öz ve rûhunun dipdiri, ayakta oluşunun göstergesidir. Zamanın ilcaatiyle/geçmesiyle ayrıntılar, mecrasından çıkmış.. O Asl'a, farklı kalıplar giydirilmiş, değişik görüntü ve görünüşler kazandırılmıştır, ki o başka mes'ele..

 

Yapılacak olan, onları aslî mecralarına oturtmak, Hakk olan gerçek kaynağını göstererek, bu mefhumları Hakk bilenlere, Hakk'ın yolunu ve Tevhîd'i göstermeye çalışmaktır.

 

*

 

Hakîkat, uzaklarda değil, her yanımızda, çevremizde, en yakınımızda, ötelerde aramaya hâcet yok.. Hakîkatin ta kendisiyiz.. Mesaj yüklü maddeyiz. Maddemiz, vücûdumuz gerçeğin ta kendisi; eserin ta kendisi.. Ustasını aksettiriyor. Seyircinin ta kendisi..

 

Bir düşünse, bakan kim, görülen kim, gözlerinden gören kim? Hakîkat ne? Bakılan, bakan, bakmak ne? Velhâsıl görenedir görene, köre ne?

 

Bir ve Tek olanın muhît/her şeyi kuşatıcı ilminden, şehadet âlemine; gayb/görünmez âlemden görünen âleme; mâna diyarından, madde dünyasına zuhûr ettirilmiş "Ete kemiğe büründüm, Yûnus diye göründüm" mısraında, veciz ifadesini bulan O'ndan olan fakat asla O olmayan, binbir varlıklarız biz.. "Heme O'st" değil, "Heme ezost" yâni O'ndanız ama O değiliz.

 

Santraldaki tek kaynağın şehirde binbir şekil ve renklerde, çeşitli kalıplarda, ampullerde görünüş, oluş, bulunuş, tecellî edişleri misâli.

 

Bir göz hatırı için çok gözler sevinir.. Çünkü bir olandan zuhûr etmiş çoklarız biz.. Şehirdeki bütün ışıkların, bir olan santraldan neş'et ettikleri/çıktıkları gibi.. Bundan dolayı "Yaratılmışı severiz, yaratandan ötürü" diyor, muhabbet fedaileri olmanın, husûmete zaman bulamamanın bilincine varıyor.. Yûnus-vâri:

 

"Ben gelmedim dâvi için

 

Benim işim sevi için."

 

düstûrunu şiar ediniyoruz.

 

*

 

İnsan yok olmayı, hiç olmayı, eskimeyi, bitmeyi, tükenmeyi istemiyor, sevmiyor, doğru bulmuyor.. Demek ki "Vermek istemeseydi, istemek vermezdi" hükmünce, tatile çıksa, biteceğini bilmek, zevkini alıp götürüyor; ütü yapsa, kırışsın istemiyor; yeni elbise alsa, eskisin, yıpransın istemiyor; velhâsıl insan ebed diyor, ebedi istiyor.. Faniyim, fâni olanı istemem derken "Ebedînin sâdık dostu ebedî olacak." müjdesi imdadına yetişiyor.

 

*

 

Vücûd, Hakk'ın tecellî ettiği yer, arş, meydan.. Vücûd, rûhun bir mânevî uzvu mesâbesinde/yerinde olan vicdanın aks ettiği âyinedir. Öyleyse her nesneye mâna-yı harfiyle/başkasını göstermesi hesabına bakmak ilim; mâna-yı ismiyle/kendi hesabına bakmak cehl-i mürekkeb/tam bir cehalet..

 

Çünkü esbâb/sebepler dâiresinden Hâlikıyete yükselememiş oluruz. "Her şeyi maddede/sebepte arayanların/görenlerin akılları gözlerindedir, göz ise mâneviyatta kördür." Çünkü bir de basîret denen mâna, akıl, kalb ve feraset gözümüz vardır.

 

Maddeyi gören baş gözüyle, mânayı gören kalb gözü iş birliği yapmadıkca; dıştan gelen duyum ve görüşler kalbin tasdikinden geçmedikçe; görüşler rûhsuz, bakışlar yavan, anlam mânadan yoksun kalır. Hikmetten/İlâhî gâye ve maksattan uzak, bir mâlumat edinmiş oluruz ki, bu ilim değildir. Çünkü Yaratanı işaret ettiği idrak edilmeyen bir şey ilim değildir. Zira ilmin asıl mânası, O'na işaret eden, O'nu gösteren demektir.

 

*

 

Madde, Mâna ile, Vücûd, Rûh ile; Dünya, Çekim kanunu ile ilişkilidir. Önce mâna, sonra madde/ibda.. Ama önce madde zuhur ediyor/inşâ.. Mîmârın kafasında önce tasavvur, tahayyül, plân yâni kader var.. Zuhurât sonra.. Kader'in plân, Kazâ'nın tatbik yâni plânın gerçekleştirilmesi gibi.. Ama biz sonrakini gördükten sonra; öncekine varıyor ve anlıyoruz. Adeta mâkûsen mütenasib/ters orantılı...

 

Halbuki önce, sonra anladığımız vardı.. Her madde önce gaye/hedef ve maksat olan mânasından dolayı var olmuştur. Mânasız bir madde yoktur. Ama gözümüz hep maddeyi görmekte, çok zaman mânayı ihmal etmektedir.

 

Çekim kanunu maddenin dağılmasını; Rûh, vücudun çözülmesini önlüyor. Harç misâli.. Her ikisi de karışım olan maddeleri, terkip hâline getiriyor. Kum-Kireç-Çimento vs.. yığını karışımdır. Ufak bir rüzgârda dağılmaya mahkûmdur. Beton kalıbı ise terkibdir/yeni bir oluşumdur.. Kendisini meydana getirenlerden farklı bir durum arzeder.. Bu yüzden asla dağılmaz.

 

İşte, vücûda giren değil de, ondan tasarruf eden RUH, bunu sağlıyor. Çekimin de âhengi temîn etmesi gibi.. Nitekim rûh çekilince vücûddan; insanın yığılıp kalması.. Kâinatın rûhu mesabesinde olan çekim, aradan çekilince de insan-ı ekber/büyük insan olan Kâinatın başına Kıyamet'in kopması misâli...

 

*

 

Hâsılı kelâm, Kâinat mektup; öyleyse kâtibi/yazanı var.. Mektup ise gönderildiği kimseden, okunması istenen; sonra gerekeni yapması beklenen; sonunda mükâfat veya cezası icap ettirecek olan mesajlar demetidir.

 

Kâtip Allah'a, Mektup Kâinat'a, Muhatap ise İnsan'a işaret ediyor. Aslında herşey mektup; mektubu okuyabilen yegâne malûk olan insanın kendisi de mektup.. Ama muhatap olmaya lâyık bir mektup. Dikkat edersek; Kâtip, Mektup ve Muhatabı; Mektup, Muhatap ve Kâtibi; Muhatap, Katip ve Mektubun varlıklarını gerektiriyor.. Demek her biri, diğer ikisini lüzumlu kılıyor..

 

Bu örnekten Allah-Kâinat-İnsan mefhumları arasındaki ilişkiyi, insanın oluş keyfiyet ve yükümlülüklerini çok güzel anlıyoruz.

 

Başa dönersek; gerçekten Mâbûd: İbadet edilen yüce Allah; Mâbed: İçinde ibadet edilen güzel Kâinat; Abd ise: İbadet eden sevgili insan olmuyor mu?