“Neyi aradığını bilmeyen yolunu bulamaz.” Konfüçyüs

“Aradığın şey seni arıyor.” Mevlâna

“Dünyada görmek istediğin değişimin kendisi ol.” Gandhi

Hepimizin elleri göklerde, bazen öfke bazen acı bazen isyanla adaleti aradığı günler olmuştur. Kimimize göre adaleti, bizden yüce olan bir evrensel güç sağlar, kimimize göre adalet ancak ve ancak devletin yaptırım gücüyle ve yasalar aracılığıyla sağlanır, kimimizin ise kendimizden başka hiçbir şeyin adaleti sağlamasını bekleyecek tahammülü yoktur.

‘Adaletsizliğin içinde adaleti aramak’ teması, günümüzde hangi kara parçasına ayak basarsak basalım, ötekileştirmenin getirdiği farklı çıkarların çatışmaları nedeniyle karşımıza çıkacaktır.

Adaleti aradığımızı iddia ederken gerçekten ne aradığımızı bilmek, -diğer aranılan her şeyde olduğu gibi- ona ulaşmak için büyük önem taşır. O halde bizler ‘adalet’ diye tanımlarken aslında gerekten neyi arıyoruz? 

Kendimize uygun düşeni, emeğini verdiğimizin karşılığını, doğru ve gerçek olanı arıyoruz, değil mi? Bunları istemeyen, duyduğunda yüreği titremeyen var mıdır aramızda? Pekiyi, ‘adil bir yaşam düzeni’ gibi herkesin ortak amacı olarak nitelendirilebilecek bir hedefin gerçekleşmesi neden bütünü tatmin edecek bir düzeyde sağlanamıyor?

İnsanız, bir çeşit dilemma ile yaşıyoruz hepimiz. Bir yandan eşsiz güzellikte bir ruh ve onun üflendiği kaynağa ulaşıp mana bulma çabası, diğer yandan kendini tek sanan, tüketime yönelen, zarar veren seçimler yapan bencil bir ego, bulanıklık yaratan akıl oyunları, kalbin görülmeyi ve eğitilmeyi bekleyen sonsuz arzuları… Bu iki kutba ayrışmanın içinde bizler, kendimize hep iyiyi, güzeli yakıştırır; kötü ve yanlış bildiğimiz her şeyin bizi hiç bulmayacağını düşünür, ötekileştiririz. İşte bu yüzden adalet gibi bir kelimenin savunuculuğunu yaparken yakıştırıveririz yanına, ‘meydanlarda üç-beş tanesini sallandırmak’ trajedisini. İşte bu yüzden cihattan anca başkasına zülüm anlarız. İşte bu yüzden hep suçluluğu yakalayabildiğimiz bir ikisine indirir, onlar için insanlık dışı cezaların taraftarlığını ‘adalet’ olarak ortaya sunarız. 

Bu ayrışmayı besler, bugün sistemler. Ayrışmadan doğan eksik kalma hissini, kendi gerçekliğini bilmemekten, sahiplenmemekten doğan yoksunlukları; edinilen/tüketilen şeylerle, fanatikçe parçası olunan sözde ideolojilerle tamamlayabileceğimizi, bütün olabileceğimizi empoze ederler bilinçaltından ağır ağır ve ustaca. Böylelikle, tüm dünyayı tanırken, farklı eğitimlerden bir diğerine koştururken, standartları yüksekken insan, hala kendini bilmez, kendi diye tanımlanan şeyleri benimser. Kendini bilmeden kendine ulaşmaya çalıştığı bu tanımlamalarında da seçici olur. Kendini bile taraflı, kasıtlı seçici gören bir insan; hak, emek ve doğruluk konularında nasıl tarafsız olur, nasıl bir adalet arıyor olabilir? 

Aradığımız çoğunlukla bize göre hak, bizim için adalet, bizim çıkarlarımızı besleyen doğruluktur. Sürekli dışarıdan manipüle edilen bir akılla ancak o kadarına ulaşılabilir. İnsanın doğasını, gerçeğini anlamak adaletsizliğe çözüm getirilmesinde kilit bir noktadır. Var olanları görmezden gelmeyi, ötekileştirmeyi bırakmak, cezanın suçu ortadan kaldırmadığını, ağır ceza yaptırımları olan ülkelerdeki suç oranlarına bakarak görmek iyi bir başlangıç noktasıdır. 

Neyin adalet neyin adaletsizlik olduğunu ve belki başka bir deyişle suçu besleyen toplumsal yapı ve alışkanlıklardır. O halde adaletsizliği besleyen toplumu oluşturan bireylerden her biridir ancak bir-iki şahsa indirgeyip cezalandırmak sadece egomuzu rahatlatan yüzeysel bir çözümdür. İnsan nefse yenilir, insan sınavlarını bazen geçemez. Ve hangi sınavları geçip geçemediği; yaşadığı topluma, yetiştirilme şartlarına, büyürken atlattığı travmalara oldukça bağlıdır. Adaletin çarpıklıkları ve boşlukları da toplumsal yapı ve algıdan beslenir.

‘Bebeğin’, ‘çocuğun’ ne olduğunu bilmeyen, kadına saygısı olmayan bir toplumda, hiç sendelemeden kendini/ruhunu yeniden bulabilecek bireyler pek düşünülemez. Çünkü bu toplumlar, ruhunu kaybeden nesiller yetiştirirler, sistemlerini ruhlarını hatırlatmamak üzere kurarlar, cezalar bireyin ruhunu yeniden yakalamasından çok, bireyin ruhundan ve toplumdan tamamen kopması ve bunun diğerlerine de ibret teşkil etmesi üzerine oturtulur.

Bugün, tüm insanların sonsuz potansiyele ve bunu açığa çıkarmak için tüm olanaklara sahip bir ruhu vardır dediğimizde, herkes ellerini kaldırır, bu cümleye aidiyet hisseder. Kendini bulamamış tüm insanların içinde de nefse yenik düşecek, kendini ve toplumu olumsuz etkileyecek tercihler yapabilecek bir potansiyeli de vardır dediğimizde, ellerini kaldırmaya cesaret edecek kişi sayısı sınırlıdır, bu cümlenin ifade ettiğinden korkulur. Bu durum adaletsizliğe büyük ölçekli etkiler yapabilmemizi etkiliyor. 

Bireysel düzeyde yapılabilecek yerinde adımlardan ilki, adaleti arıyorsak yine kendimizin ne kadar adil olabildiğini incelemektir. Seçimleri ile hayatını yarattığını, her şart altında yeni bir seçim şansı olduğunu ve seçimlerinin sorumluluklarını idrak eden bir bireyin, yasalarla ehlîleştirilmeye pek de ihtiyacı yoktur. İnsanın içinde, ruhunda, bir vicdan mahkemesi kurulmadıysa, dışarıda kurulan bir mahkemenin sorunun kaynağına pek de bir etkisi olmaz, yüzeydekini geçici olarak temizler. 

Adaletsizliği kendi içimizde ve tercihlerimizde ne kadar besliyoruz?

Adaletsizlikle olan bağımızdan ne ölçüde kaçıyoruz?

Adaletsizliği yaratan kendimiz olunca, evrene etkisinin küçücük olduğu sanrısında, başkaları olduğunda ise kocaman olduğu önyargısında mıyız?

Tanımak ve fark etmek, mücadele etmektir başlı başına. Sonra alternatif geliştirmek onu takip eder. Fakat bu yol zor ve fakat bu yol acılarla doludur. İşte o yüzden her yeni gün adaletsizliği dışarıda arayıp onunla cezalar ve başkalaştırmalarla ‘mücadele etmeye’ diğer yandan da içeride gizlice onu sulayıp büyütmeye devam ederiz.