“Ayağına kurşun sıkmak”, sahip olduğu gücü öldürücü bir şekilde kendi aleyhine kullanmak anlamına gelir. Devletler zaman zaman ellerindeki askeri, ekonomik veya siyasi imkanlara fazla güvenerek bunları tehdit haline getirmişlerdir. Örneğin 2006’da Rusya’nın kış ortasında Ukrayna’nın gazını kesmesi, Avrupa’yı dehşete düşürmüştür. Dolayısıyla mevcut müşteriler alternatif enerji yolları arayışına girerken Rusya’nın pazar payı gerilemeye başlamıştır. Bundan önemli dersler çıkararak mesela ilişkilerin kopma noktasına, hatta çatışma aşamasına geldiği Türkiye ile uçak düşürme krizi döneminde dahi gazı kesmeme garantisi verme ihtiyacı duymuştur. Moskova’nın bu süreçteki hedefi, Türkiye’nin hayati ihtiyacından çok kendi pazarının güvenliğini sağlamaktı.

F-35 ve S-400 anlaşmazlığı sürecinde Washington açısından pek dillendirilmeyen son derece önemli bir kara delik sözkonusudur. İki ülke arasındaki restleşmeleri aslında bütün NATO ülkeleri ve ABD’nin diğer silah müşterileri de izlemektedir. Herkes ona göre hesaplarının yeniden gözden geçirmektedir. Her silah müşterisi veya NATO müttefiki ittifak sözleşmesi veya ticaret kurallarıyla hiç de bağdaşmayan tehditlerinin yarın kendileri için de sözkonusu olabileceğini görmüştür. Bu arada Rusya’nın S-400 hava savunma sistemleri için de olabilecek en yüksek perdeden reklam yapılmaktadır.

Dışişleri Bakanının NATO toplantısında Ermeni soykırım iddiaları konusunda Fransız temsilciye “anlayacağı dilden” verdiği cevabı alkışlıyoruz. Bu dik duruşu Ege’de adalarımızı işgal eden Yunanistan’a karşı da kullanmasını istiyoruz. Uluslararası Hukukta gizli sözleşmenin yerinin olmadığını, ancak ayartmanın sözkonusu olduğunu, bunun da sözleşmeyi geçersiz kıldığını, adalarımızı Yunanistan’a peşkeş çeken önceki yetkilileri yargılama sürecini başlatmanın da kendi görevi olduğunu hatırlatıyoruz. Yine Sayın Çavuşoğlu, aynı dik duruşunu, daha gelmeden diplomatik teamül ve nezaket sınırlarını aşan ABD’nin yoldaki büyükelçisi David Satterfield’e karşı göstermeli, agreman verildiyse iptal edilmelidir.

Bir ülkeye büyükelçi atanmadan önce göndereni ülke alan ülkeye muhtemel temsilcisinin adını ve özgeçmişini verir. Alan ülke bu kişiyi araştırır ve uygun görürse gönderecek ülkeye bildirir. Buna agreman vermek denir. Agreman verilen diplomat gittiği ülke devlet başkanına itimatnamesini sunduktan sonra göreve başlar. Bundan sonra aykırı hareketler olursa Persona Non Grata (İstenmeyen Adam) ilan edilebilir. Anlaşıldığı kadarıyla Satterfield için Türkiye’den agreman verilmiştir. Kendi ülkesindeki prosedür gereği atanma sürecinde Senato’nun onayı istenmiştir. Gerekli oyu alabilmek için diplomat adayının Senato’da sarfettiği sözlerin Türkiye’de de dinlendiğini elbette bilmektedir. Satterfield, dostluk ve işbirliğini geliştirmek yerine Türkiye’ye ders vermeye, baskı yapmaya, bir anlamda tokatlamaya geliyor. Bu aşamada Ankara’nın yapması gereken henüz itimatname sunulmadığına göre agremanını iptal etmektir. “Büyükelçi olarak onaylanırsam Türkiye’ye doğru stratejik seçimi yapması için bastıracağım” ifadesini kullanan bir diplomatın itimatnamesi kabul edilemez. Türkiye’de insan hakları sorunu olduğu bir gerçek. Bunun başta darbe girişimi olmak üzere birçok sebebi var. Ancak müstakbel büyükelçinin bu konuda “meydan okumak için çalışacağım” ifadesi kesinlikle diplomatik teamüllerle bağdaşmaz. İtimatname sunmamış bir büyükelçi adayının Türkiye’nin savunmasını hangi silahlarla yapacağı konusunda ahkam kesmesi, hatta tehdit etmesi kesinlikle kabul edilemez.

Gerek ABD ile yapılan ikili anlaşmalar gerekse NATO ittifakı çerçevesindeki belgeler Türkiye’nin savunma ihtiyaçlarını karşılama konusunda bir kısıtlama getirmemektedir. NATO’nun Norveçli Genel Sekreteri Stoltenberg’in ittifak sözleşmesinin her ülkenin hangi savunma araçlarını kimden alacağı konusunda sınırlama getirmediği yönündeki beyanları Türkiye’yi rahatlatmıştır. Ancak bu süreçte ittifakın diğer üyeleri de ABD’nin tek taraflı, baskıcı, emredici tutumlarından rahatsızdır. Esasen Genel Sekreter bundan sonraki muhtemel baskılara karşı ittifakın diğer üyelerine de rahatlatıcı mesaj vermiştir. Türkiye’nin patriot savunma sistemleri almak için birçok girişimi olmuş, ancak talep karşılanmamıştır. Esasen ABD’nin istediği “parayı öde, gerisine karışma” politikasıdır. Yani milyar dolarlar Türkiye’nin kasasından çıkacak ancak ABD’nin istediği yerde kurulacak olan sistem, muhtemelen Rum kökenli ABD askerlerinin kontrolünde olacaktır.

S-400’lerin F-35’ler için tehlike oluşturduğunun hiçbir izahı yoktur. Halen birçok bölgede konuşlanmış olan S-400 sisteminin yakınında F-35’ler uçabilmektedir. Bazı örneklerdeki alan, Türkiye’de muhtemelen konuşlanacak mesafeden daha yakındır. Her fırsatta dile getirilen asıl sorun ise S-400’lerin NATO radar sistemine entegre olamayacağıdır. Türkiye’nin de zaten NATO’dan S-400’leri entegrasyon talebi yoktur. Dolayısıyla adı üzerinde “hava savunma sistemi” (saldırı değil) durumundaki bu araçların radar, iletişim, yazılım gibi unsurlarından kaynaklanabilecek sorunlardan ne ABD ne de NATO sorumlu değildir. Bununla beraber Türkiye’nin de üretici firmaları arasında olduğu, parasını kısmen ödediği F-35’leri kendisine teslim etmemek ne ticari ahlak ne de ittifak ilişkileriyle bağdaşmaz. Muhtemel Büyükelçi Satterfield’in de girişimleriyle hazırlanan CAATSA (Yaptırımlarla Karşı Koyma Yasası), bundan sonra ABD’den silah almak isteyen herkesin iki defa düşünmesine yol açacaktır. Dolayısıyla ABD, kendi F-35 ile kendi bacağını bombalamıştır.

Belirtmek gerekir ki Pentagon merkezli stratejilerin temelinde Suriye’de İsrail kuklası devlet kurma hedefi bulunmaktadır. F-35 veya diğer konular, bu hedefe ulaşma sürecinde Türkiye’yi köşeye sıkıştırma politikasıdır. Bu bağlamda Satterfield’in, “Aksi takdirde, Türkiye ekonomisi çok büyük darbe alacak” tehdidi de yenilir, yutulur cinsten değildir.

Bu tehdidi yok farzetmek veya Türkiye açısından etkisi olmaz demek mümkün değildir. Esasen ABD’nin birçok kıtada dünyayı dizayn etme projeleri adım adım ilerlemektedir. Bunların hangisinin sonucunun ne olacağını bugünden kestirmek oldukça zordur. Bununla beraber büyük değişimlerin arefesinde olduğumuz açık. Ancak ABD’nin de bu değişimlerin dışında kalamayacağının işaretleri yoğunlaşmakta. Esasen bir takım fevrî çıkışlar, dünyada taşların yeniden karıldığı süreçte ABD’nin mukadder çöküşünü kabullenememenin yansımaları gibi.