Bu haftanın makalesi yayınlandığında, 23 Nisan’ı kutlamış olacağız ancak böylesine mühim bir konu söz konusuyken ona sırtımı dönüp başka bir konuya ilerleyemedim.
Daha önceki makalelerimizde 23 Nisan’ın nasıl bayram olarak kutlanmaya başlandığına, Çocuk Esirgeme Kurumu’nun rolüne ve Mustafa Kemal Atatürk’ün eşsiz vizyonuna değinmiş idik. Bugün, iki farklı konuya daha değinmek isterim:
- Emperyalizm
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı neden emperyalizme karşı kazanılmış ve dünyaya örnek teşkil edecek bir direnişin sembolü olarak kutlamaktayız?
Emperyalizm, Türk Dil Kurumu sözlüğünde “yayılmacılık” olarak çevrilmekte olup “Bir milletin sömürü temeline dayanarak başka bir milleti siyasi ve ekonomik egemenliği altına alıp yayılması” olarak tanımlanmıştır. Kavramları teorik formatlarında, siyaset içinde, uluslararası ilişkiler alanında yorumlarken bazen anlamak da güçlük çekeriz, bu durumlarda şahsa indirgeyerek açıklama yolunu seçerim;
Emperyalizm, siz kendi ekmeğinizde, işinizde, gücünüzdeyken, terleyen sizken, üreten sizken, sizi de kaynaklarınızı da tüketendir. Emek vermez, ter dökmez, masaya yumruğunu vurur, sorgusuz sualsiz ve de haksız evinizin kapısını kırar ve eve kurulur, sofranızdakini yer, avucunuzdakini alır, canlı cansız kullanabildiği her şeyi kullanır. Gitmez, bu döngünün sonsuza kadar onu besleyeceği hale getirmeden sistemini, hiçbir yere gitmez. Emperyalizmi kanser hücresine, kapitalizmi de şekere benzetebiliriz. Önce şekeri tatlı tatlı yersiniz çünkü içinizde bambaşka yerlere hitap eder, haz verir, onu olduğu şekliyle fark edemezsiniz. Vücudunuzu ne ile beslediğinizi sonunun ne olacağını düşünmeye gerek duymazsanız sonu çağırdığı, besleyip büyüttüğü kanser hücresidir. Parça parça yakalar, küçük küçük tamamı ele geçirir ne kadar erken teşhis edildiği ne kadar güçlü mücadele edildiği bulaştığı bedenin kaderini tayin eder. İşte, emperyalizm, ülkeler için budur.
Hasta yatağındaki ülkenin kanserini yendiği, tekrarının önüne geçmek için tüm yaşayış tarzını değiştirip iyileştirdiği, bunu Türkiye Büyük Millet Meclisi ile ölümsüzleştirip bedendeki taze kana, taze hücrelere emanet ettiği bayramdır, 23 Nisan.
Şimdi bir kişisel / ruhsal gelişim köşesinde; siyaset, tarih, iktisat gibi konulara girdiğim düşünülebilir. Lakin her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu bu güzel evrende, kendi merkezini bulmak, kendi otantik gerçeğini yaşamak, enerjisini beslemek, büyütmek, çalınmasına izin vermemek ve bu enerjiyi bütünün hayrına kullanmak da bir direniştir, mücadeledir ve birbirine benzer.
- Çocuk
Neden çocuklarımız, geleceğimiz için bu kadar önemli?
Hayatımın son beş senesinde yaptığım içsel çalışmalarda ve aynı yolda yürüyen yol arkadaşlarıma tanıdıklığımda gözlemlediğim ve inandığım bir şey varsa o da hukuk eğitimimin insan hakları bölümüyle de örtüşen; insanın anne karnına düştüğü andan itibaren haklara sahip olduğu ve çocuğun korunmaya muhtaç olma ve iyi olma durumudur.
Ana rahmine düşen her çocuk, seçtiği aile ve de toplum için eşsiz bir öze çağrı mesajıdır, tanrısal bir esindir. Ana kaynaktan gelen, dünyanın kirletilmiş ve de yozlaştırılmış hiçbir enerjisine henüz maruz kalmamış pirüpaktır.
Bebeğe / çocuğa ve onun yeryüzüne gelişine olan bakış açımız, evrensel olarak henüz yerini bulmadığı için bugün bizler kişisel / ruhsal gelişimimizde, aile ilişkilerimizde, insan ilişkilerimizde, toplumsal isleyişimizde ve tüm bunlarla bağlantılı olarak şirket, şehir, ülke yönetimlerimizde ve doğayla, hayvanla ilişkilerimizde muazzam sorunlar yaşıyoruz.
İleride bir gün ve bunun çok uzak bir gelecek olduğunu sanmıyorum; aslında çocuklarımıza yaptıklarımızla kendimize, ülkemize ve bütün bir evrene neler yapmakta olduğumuzu fark edeceğiz. Bu da yeni bir dünya düzenini gerekli kılacak.
Suçun ve psikolojik hastalıkların paterni bizi hep çocukluğumuzun ilk yıllarına götürüyor. O halde bir insanın ilk yılları, çocukluk / bebeklik yılları itinayla ele alındığında suçun da hastalıkların da önüne geçmiş olacağız.
Ne yazık ki tarihimiz boyunca devam eden yanlış uygulamaları, bir tek annenin tek başına çözmesi ya da tek bir insanın kendi içindeki çocukla ilgilenmesi ile sonlandırması mümkün değil ancak diğer yandan tek bir anne / tek bir insan da bunu yapmaya başlamadan genelleştirebilmemiz de mümkün olmayacak.
-Okuduğum kaynağı hatırlamamakla birlikte- Köleliği kolaylaştırmak için bir toplumun tüm hamilelerinin meydanda toplanıp aralarından birkaç hamilenin mancınıkla havaya fırlatıldığını ve diğer hamilelerin bunu izlemeye zorlandığını biliyor muydunuz? Burada gaye, anne karnındaki bebeğe, annesinin yaşadığı travma vasıtasıyla korku ve itaati öğretmek idi. Böylelikle, bu annelerden dünyaya gözlerini açan her bebek, bu travmanın etkisiyle daha ürkek daha itaatkâr köleler olmuşlardı. Şimdi bütün anlattıklarımızı daha anlamlı bir hale getirir mi?
Gecen hafta katıldığım bir konuşmada, konuşmacılardan biri sesin ruhumuzdaki etkisini örneklerken eski kabilelerden birinden bahsetti. Bu kabile de hamile kalan kadın, tenhada bir ağacın altına oturur, ağacın sesini duymaya ya da başka bir deyişle ağaç vesilesi ile doğuracağı çocuğa özel olan evrenin sesini duymaya çalışırmış. Duyduğunda ise hamileliği boyunca bunu bir ninni gibi bebeğine mırıldanırmış. Bebek doğup büyümeye başladığında, ne zaman canı yansa, cesaret bulması gerekse, ağlasa ve susturulamasa anne yine bu ninniyi mırıldanırmış ve bu çocuğu hemen sakinleştirip toparlarmış. Annenin bu ninniyi tekrar tekrar söylemesi, kabile tarafından da benimsenir, çocuğa bu ninni kabile üyeleri tarafından da söylenirmiş. Bu kabilede, suç isleyenler hapislere atılmıyormuş çünkü insanın saf ve temiz doğduğuna, suçun kaynağının insanın ruhundan kopması olduğuna inanılıyormuş. Kabilede bir suç işlendiğinde meydanda toplanılıp, suç işleyen kişiye ninnisi söyleniyor, tekrar ruhuyla bağ kurması, arınması sağlanıyormuş. Yine çocuğun önemine ve yetiştirilmesine ne kadar dokunan bir hikâye…
Daha önce Abraham Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinden bahsetmiştik; henüz biz çocuklarımızın can güvenliğini, bedenin dokunulmazlığını, yiyeceği besinin, alacağı eğitimin kalitesini sağlayamıyorken böyle evrensel misyonları nasıl görüp düşünüp gerçekleştirebiliriz? Bu imkânsızdır. Dolayısıyla bazik ülkelerde sürekli iç savaşlar çıkmalıdır, bazı ülkeler sömürülmelidir, bazı ülkelerin insanları sürekli kariyer, para, eşya peşinde koşmalı, geleceklerinin böyle kurtulacağına inandırılmalıdır böylelikle resme daha yukarıdan bakmaya hiç vakit bırakılmamalıdır. Sistemler böyle zekice, ince ince, derin derin çalışır.
Halil Cibran’dan çocuklar üzerine bir şiirle bu yazıyı noktalamak, bebeklerimizin, çocuklarımızın kıymetini bambaşka düzeylerde bildiğimiz, senin çocuğun benim çocuğum gibi ego savaşlarını dindirdiğimiz, hiçbir ailenin çocuğunun yaşamı için göz yaşı dökmediği, çocuklarımızın tenha odalarda, karanlıklarda masumiyetini yitirmediği, bir tokadın yüküyle ruhundan vazgeçmediği, kendinden başka herhangi bir şey olmaya zorlanmadığı aydınlık günleri hayal etmek isterim.
“Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil,
Onlar kendi yolunu izleyen Hayat'ın oğulları ve kızları.
Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler
Ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller.
Onlara sevginizi verebilirsiniz,düşüncelerinizi değil.
Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.
Bedenlerini tutabilirsiniz,ruhlarını değil.
Çünkü ruhları yarındadır,
Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz.
Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları
Kendiniz gibi olmaya zorlamayın.
Çünkü hayat geriye dönmez,dünle de bir alışverişi yoktur.
Siz yaysınız,çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar.
Okçu,sonsuzluk yolundaki hedefi görür
Ve o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar.
Okçunun önünde kıvançla eğilin
Çünkü okçu,uzaklara giden oku sevdiği kadar
Başını dimdik tutarak kalan yayı da sever”