Gözleri hep dumanlı, ruhunun derinlerde gezdiği her halinden belli, kendine özgü bir kadındı. Arada bir, üzerine emanet duran ani çıkışları olmasa; rahatlıkla 60’larının ortalarında olgun bir kadın olduğunu düşünebilirdim oysa henüz 30’larının sonlarındaydı. Beraberinde getirdiği heybesinde daima sürprizleri oldu. İşin garibi, tüm sürprizlerini bir şekilde önceden sezdirdiği halde, açığa vurduğunda, beni yine şaşkına çevirirdi.

Siyah uzun saçları -literatürden kopup gelmişçesine- gizemli bir gecenin, şafak sökmeden hemen öncesi gibi esrarını ve cazibesini hep korurdu. İnce ama güçlü belini sımsıkı kavrayan, bileklerine kadar narince süzülen, koyu renkli etekler seçerdi. Bluzları hep itinayla eteğin kemerine gizlenirdi, üstüne geçirdiği her şey, sanki usta bir terzi tarafından dikilmişti. Hani bizi kollamak, korumak, bir mürebbiye titizliği ile bize öğretmek için sürekli bir şeylerle meşgul olduğunu bilmesem, bütün gün kendine kıyafetler diktiğini düşünebilirdim. Bu kadar sade, bu kadar zamansız, bu kadar otantik ancak öyle giyinilebilirdi.

Acıdan korkmayan ancak acının içinde oturmakta zaman zaman zorlanan bir kadındı. Yine de bir kedi misali, köşesine çekilip yaralarını yalamakta ustaydı. Her işinde hızlıydı diğer yandan da hiçbir şey için de bir acelesi yoktu. İnsanlara merhamet ve sevgi doluydu, saygısızlığa geçit vermiyordu.

Yanımda kaldığı süre boyunca, izin verdim; kendime, yeniden öğrenci olabilmem; ona ise bana ustalık yapabilmesi için. O; bu küstahlığımı da hoş gördü. Zayıflıklarımı yüzüme vurmazdı, hiçbiri de gözünden kaçmazdı. Onları, yine yeniden tecrübe ederken bulurdum kendimi, “biliyordum” demezdi, kaş göz çatmazdı, kafasını hafifçe sağ yanına eğer, anne-üstü bir şefkatle gülümserdi. 

Beni sürekli doğaya çıkarırdı. İçeceğimiz bir fincan çayın, atacağımız iki adımın, ağlayacaksak süzülecek gözyaşlarımızın, bir şekilde, Toprak Ana’ya değmesini severdi.

Çok şey öğrendim ondan, hiçbir zaman da “ben öğrettim” demedi. 

Geçen akşam hazırlanırken gördüm onu; heybesi, sanırım, çoğunu bizler için tükettiğinden bomboştu. Evdeyken ilk kez ayakkabılarını giydi. Lacivert mi, siyah mı, koyu kahve mi, ayırt edemedim, mum ışığında. Yumuşacık bir şeylerden yapıldığı, yürürken hiç ses çıkarmayışından belliydi. Nasıl bu kadar sessiz ama bu kadar dinlenesi olabiliyordu? Kendisini o kadar samimiyetle ve ruhuma dokunan bir kaynaktan anlatırdı ki; az, öz konuştuğu bu sayılı vakitlerde, onu bölmeye kıyamaz, hiç soru sormazdım. Bu nedenle; hakkında aklıma takılan bu tarz detaylar, belirsizlikler evrenimde sonsuza dek asılı kaldı. Ayrılık vakti gelmişti, yine kalbini kalbime dayar, sıcacık sarılır diye düşünmüştüm. Oysa o gidişine sadece tanıklık etmeme izin verdi. 

Bahçe kapısının önünde, yaşı tahminen 70’lerinin sonlarında, doğal sarışın tek tük kalan saçları, gür beyazlarıyla dans eden, yapılı, cesur gülüşleri sokağı inleten bir kadınla el sıkışmaktaydı. Tanımadığım bu kadın, bana doğru ilerlerken; onun arkasından elini kalbinin üstüne koyup selamladı beni. Bu işareti bilirdim, sevgiyle kabul ettim.

Kapıdaki yaşlı sarışın, gözlerini gözlerime kilitledi, samimi bir karşılamayı talep ettiği barizdi. Gözleri alev alevdi. Keskin bakışlarında; insanı telaşlandıran, her an her şeye uyanık kalmak gerektiğini hissettiren, cesur ve net bir meydan okuma vardı. Dudaklarımdan çekinti ve aceleyle, “hoş geldiniz” dökülüverdi. Ben mi söylemiştim yoksa o mu söküp almıştı, bilemedim. Sırtımı sıvazlayışıyla, acemiliğimi fark ettiğini yüzüme vurmaktan da çekinmedi. Belli ki sahteliklere karnı tok, çetin cevizdi. Koca valizini sürükleyip girdi içeri. O yaşta, bu valiz nasıl taşınırdı ki?! 

Yaldızlı bir işlemeyle pırıldayan valiz süslemesi dikkatimi tek kelimeyle cezbetti; 

“2020”.