(Yorum’lar, umûmiyet’le, Cum’a Sohbetlerinin üzerine yapılmaktadır. Cum’a Sohbet’leri sütûnlarımızdaki kesâfet dolaysiyle, bu “yorumcularla hasbihâli” bu sefer, hafta’nın Pazartesi günleri neşredilmekte olan, “TESPİTLER,” sütunumuzda neşrediyoruz. 
Sami rümuzuyla yazılarımıza yorum yapan değerli kardeşimiz, 
“Allah, her yüz senede dinini tecdid edecek bir müceddid gönderir,” meâlindeki hadis-i Şerif umûmî’dir. Her devirde müceddid’ler, mürşid’ler, insan’ları, zâhirî ve ma’nevî olarak hidâyete erdiren, kendi çapında medhî’ler, muhîk’ler gelir. Uzun zaman zarfında, her devrin bir firavun’u, onun karşısında bir Mûsâ’sı gelmiştir, gelecektir, (Her devir’de bir mubtîl çıkar ve onun karşısına da bir muhîk dikilir, demektir.) 
Ancak, tasavvuf vâdisinde biraz bilgili olanlar da bilirler, bilmelidirler ki, Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid, irtihâl-i Dâr-ı Bekâ eyleyip, Tasarruf-u Hakîkî’ye geçtiğinde, kendisinin akabinde, Nasib-i Ezelî ve Tensib-i İlâhî ile aynı vasıfları taşıyan bir zât-ı muhterem gelmemişse, o mübârek zat’ın tasarrufu, İlâ Mâşâ Allah! devam eder, günümüzde, asrımızda durum budur. Selâm ve sevgilerimle... 
Ertu ya da Lâedrî rumuzuyla yorum getiren pek değerli kardeşimiz, 
Cennetmekân, merhûm ve mağfûrun leh, Beyağabey, (Kemal Kacar) Ağabey, hiçbir zaman, kendisinin mürşid, müceddid olduğunu, veli olduğunu iddia etmemiştir. Cum’a sohbet’lerindeki bir yazımda bahsetmiştim, her fırsatta, “Benim sizlerden herhangi bir farkım yok, hasbelkader, Efendi Hazretleri’ni, ba’zılarınızdan daha önce tanıma fırsatım oldu, hasbelkader de sıhriyet yoluyla yakîni oldum,” derdi. Hata’dan ma’sûniyet, münhasıran, Peygamberle mahsustur. Peygamber’lerden mâ’adâ, insan’ların hatasız olduklarını kabul etmek, hata’ların en büyüğü’dür. İnsan’ları değerlendirirken, günümüz şartlarında değil, yaşadıkları şartlar müvâcehesinde değerlendirmek daha doğru olur. 
Selv rumuzuyla yorum yapan değerli kardeşimiz, 
Siz her ne kadar açık isminizi vermesenizde bendeniz sizi muhatap aldım. Ciddî ciddî cevaplandırdım. Şimdi de muhatap kabul ediyor, saygıyla size cevaplar veriyorum. 
Aziz kardeşim, Efâl-i Mükellefîn’den, hangi davranışların, tavırların, fiillerin, kat’î helâl veya haram olduğuna şârî, Allah Celle Celâlühû, Allah’ın izniyle yine Şârî, Hazreti Peygamber salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretleri, Sarîh, Zâhîr Nass-ı Kat’î ile veya tevâtür derecesindeki Hadis-i Şerif’lerle haram veya helâl kılarlar. 
Kulların fiillerinden hangilerinin helâl veya haram olduğu hususlar, temel fıkıh kitaplarımızda, bu asıl ve temel fıkıh kitaplarından istifade olunarak yazılmış, muhtelif İlmihâl kitaplarında açıkça belirtilmiştir. Müftâbih olmayan, rivâyeti sağlam olmayan, kîl-ü Kâl, ba’zı rivâyetlere dayandırılarak fetvâ’lar verenler çıkmıştır-çıkacaktır da... 
Bu fetva’ları verenler’den, iyi niyet ve hüsn-ü zan’la hareket edenleri istisna ederek, diyorum ki, “her devirde, bir Yaşar Nuri, Zekeriyya Beyaz gibiler çıkmıştır-çıkacaktır.”
Zâid ve âdetî sünnet bile olsa, cübbe, şalvar, potur gibi geniş ve rahat elbise giyen, sarık saran, sakal bırakan kardeşlerimiz, sünnetler hususunda azîmetle amel ettikleri için, kendilerine sonsuz saygı duyuyorum. Aynı saygıyı benim gibi milyonlarca Müslüman’a, (Zünnar, Şapka İktisası ve diğer küfür alâmetlerini üzerlerinde taşımamaları şartıyla) normal kıyâfet giyenlere de sizin saygı göstermenizi beklerim. 
İskilip’li Atıf Efendi Hazretleri, Salâbet-i Diniyye Sâhibi, küfre karşı, Celallî bir zat idi. Böyle olunca da küfrün baş hedeflerinden birisiydi. Frenk Mukallid’liği eseri olmasaydı bile, bir başka bahane bulup bir şekilde kendisini yine de şehid edeceklerdi. 
Bendeniz, ömrümde, ne fötr, ne melon ve ne de başkaca bir şems-i siper şapka başıma koymadım, koymam da, küfür alâmeti olan şeylerden ateşten kaçar gibi kaçmaya devam edeceğim. 
Muallim, Ertuğrul ve Ramiz Bayır kardeşlerimiz aslında yorumlarıyla birbirlerini cevaplandırmışlardır. Bu yorumlara karşı benim fazla bir diyeceğim yok... Fakat! Tecdid hareketinin içinde bulunan, Müceddid’in bizzat değilse bile, bilvâsıta talebelerinden olduklarını iddia edenlerin, bid’atlere tevessül ettiklerini ve sünnet’lerin yerine bid’atları ikâmeye çalıştıklarını gören birisi olarak, köşeme çekilmemi, susmamı hiç kimse beklemesin! Ben yazılarımda hiçbir kimsenin şahsî kusurlarını ifşa etmiyor, insan’lar hakkında kîl-ü Kâl’de bulunmuyorum. Yazdıklarımdan dolayı da niçin alındığınızı, gocunduğunuzu anlamakta güçlük çekiyorum. Teşbihte hata yoktur, beni ma’zur görünüz, “Kaşağıyı el alıp ahıra girince yarası olanlar gocunur,” denilmiştir. 
Sünnet’ler öldürülüp, dümûra uğratılırken, bid’atlar ihya edilirken, bid’atlar sünnet’lerin yerine konularak sünnetmiş gibi sunulurken, liyâkati ve ehliyeti olmadığı halde, ihvan’a, “sohbet” adı altında bir takım İsrâiliyyat Masalları anlatanlara karşı, susmamı, kimse benden beklemesin! “Şeyh-i Nâkıs’ın sohbeti Semmi Kâtil’dir,” sözü İmam-ı Rabbâni Hazretleri’ne aittir. 
(Seyr-i Sülûkini tamamlamış, nâkıs şeyh’lerin sohbeti öldürücü zehir mesabesindedir,) demektir. 
Bırakınız, Şeyh-i Nâkıs’ı, henüz mürid mertebesine bile ulaşamamış, bir kısım tevâgûş’un sohbetlerinin nelere malolacağını takdirlerinize bırakırım.
Ahmed Hoca rümuzlu değerli kardeşim, 
Biraz tehditvârî bir şekilde, “Şimdi birisi de çıkıp sizin hakkınızda söylenen dedi-koduları burada yazsa nasıl olur?” buyuruyorsunuz. 
Bu Fakir-i Pür Taksirin, elbetteki sayılmayacak kadar hataları vardır. Birileri çıkar da, iyi niyetle bu hatalarımı yazarsa veya yüzüme karşı söylerse, “Hata’dan Dönmek Fazilettir,” düsturuna uyar, hatalarımın tashihi cihetine giderim. Bu sütunlardan da hatalarımı ilân ederim. Dokunulmazlığı olan birisi değilim, hakkımda kim ne biliyorsa, hemen ortaya çıksın ne söylemek istiyorsa açıkça yazsın, söylesin. Biraz politik bir kelâm etmiş olacağım ama, “her kim bir şey biliyor, söylemiyorsa nâmed, aksi halde müfteri’dir.” 
Ahmed Hoca rumuzlu değerli kardeşim. “Sizin hakkınızda söylenen dedi-kodu,” diyorsunuz, demek ki, bildiğiniz bir şey yokken, bizzat siz dedi-kodu yapıyorsunuz, o halde size verilecek en güzel cevap: (Resûlüm!) Alabildiğine yemin eden, aşağılık, dâima kusur arayıp kınayan, durmadan lâf götürüp getiren, iyiliği hep engelleyen, mütecâviz, günaha dadanmış, kaba ve haşin, bütün bunlardan sonra bir de soysuzlukla damgalanmış kimselerden hiçbirisine, mal ve oğulları vardır, diye sakın boyun eğme... (Kalem Sûresi, 10, 11, 12, 13, 14).. 
Aziz Ahmed Hoca Kardeşim. “Böyle şeylerle uğraşmak size hiçbir fayda getirmez. Şu saatten sonra sizin yapacağınız iş, tesbihinizi, takkenizi alıp seccadeniz üzerinde ibâdet ile meşgul olmaktır. Fitne uykudadır. Onu uyandırana Allah la’net etsin” (Doğrusu, Allah la’net etsin! değil, Allah la’net eder,) dir. Hadisi Şerifini hatırlamanız dileğiyle... 
Aziz Ahmed Hoca, öyle anlaşılıyor ki, sizin nazarınızda yapılan her şey bir fayda karşılığı yapılır, statünüzü, pozisyonunuzu bilmiyorum, fakat, ba’zı insanlar, statülerini, pozisyonlarını korumak ve hisapsız bir şekilde sağladıkları çıkarlardan mahrum kalmamak için, tecdid tersine çevrilmiş, sünnet’ler terk edilmiş, bid’atlara ise farzmış gibi temessük edilmiş olmak farketmiyor. Susalım, sükût edelim, birisi de çıkar da, “Kardeşler, bu ne hâl! Bu bid’atlere nasıl tasâhup edersiniz?” deyince, fitneyi uyandırmak olarak değerlendirirsiniz! 
Ahmed Hoca ve Ramiz Bayır rumuzuyla yorum yapan kardeşlerimiz yorumlarında, artık benim yaşlandığımı, “tesbihini, takkesini alsın, seccâdesinde ibâdetle meşgul olsun, öyle tatlıya-tuzluya karışmasın”, “Birine yaşlılık ne zaman başlar demişler, o da ne zaman ki kişi geçmişinden çok bahseder o yaşlılık emeresi demişler, galiba çok yaşlandınız bu anlattıklarınızın da kime ne faydası var bilmiyorum,” tarzında yorum yapmışlar. 
(Son satırlardaki imla hataları, cümle düşüklükleri yorumcuya aittir.) 
İnsan’lar doğarlar, yaşarlar, ölürler. Yaşayanların çocukluk, ergenlik, gençlik, orta yaş, olgunluk ve yaşlılık dönemleri vardır. Yaşlılık da, hastalık-sağlık ve diğer insânî şeyler gibi son derece normal insânî hallerdir. Yaşlanmayı, yaşlılığı bir kusur, bir ayıp gibi görmek sadece snopluktur.
Üzülerek ifade edeyim ki, pek dâhiyâne(!) tekliflerinizi yerine getiremeyeceğim. Bu can bu tende olduğu müddetçe, va’az’larıma, ehl-i Sünnet penceresinden yazılarıma, sohbetlerime, konferanslarıma devam edeceğim. 
Mihmendâr-ı Peygamberî, Ebâ Eyyûp el-Ensâri, Hazreti Halid İbn-i Zeyd, Yezîd kumandasındaki İslâm Ordusuyla, İstanbul’un (Konstantiye’nin) fethi için, “Nî’mel-Ceyş” müjdesine mazhar olabilmek için, İstanbul Sur’larının dibine kadar gelip burada şehid düştüğünde, rivayetlere göre, 87-88 yaşlarındaydı. Hatırlatmak istedim... 
Pek değerli Yusuf Kubat kardeşim. Öncelikle övgü dolu sözlerine ve temennilerine teşekkür ederim. 
Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazretleri’nin, Muhtereme Zevce-i Mutahhareleri hakkında bilgi istiyorsunuz, vermeye gayret edeceğim.. 
İmam-ı Rabbânî Evlâdı’nın Vâlide Sultanı, Efendi Hazretleri’nin Zevce-i Mutahhare’leri, Hâce, Hafîza Sultan, (Rumî, 5/5/1321 – Milâdî 1905) yılında, Ziraatli Cedit’de doğmuş, Kafkas kökenli, asîl ve köklü ailelerden birisinin kızıydı. Müceddid’le tezevvüç ettikten sonra, ailesinden gelen geniş imkânlarla çok rahat bir hayat sürdürebilecekken, Müceddid ve Mürşid ile birlikte, çileyi, meşakkati, dünya malı yerine Allah’ın rızasını tercih ettiği için, Mürşid ve Müceddid’le birlikte geceler boyu uykusuzluğu, stresi, çileyi, mahrumiyeti seçmişti. 
Ailesinden gelen geniş malvarlığını, gayrimenkûlleri birer birer satarak, fakir talebe için, tecdid ve tedris hizmetleri için harcanmak üzere, hiç tereddüt etmeden Müceddide vermişti. 
Fikir ve Da’va Adamı, Mütefekkir, Şâir, Merhûm, Üstad Necip Fazıl Kısakürek Bey’in 1940’lı yılların sonlarında çıkarmaya başladığı Büyükdoğu’nun neşriyatına devam edebilmesi için, Vâlide Sultan’ın ailesinden kalma, Koşuyolu’ndaki tarihî köşk, geniş arazisiyle birlikte satılmış ve Necip Fazıl’a verilmiştir. (Bu destansı hamleyi, fedâkârlığı, küfürle mücadelede benzersiz dayanışma’yı İnşâ Allâh! Ayrı bir yazı konusu olarak sunacağım.) 
Vâlide, Hâce Hafîza Sultan, Müceddid’in (Efendi Hazretleri’nin) ebediyyete irtihalinden 5 yıl, 8 ay, 17 gün sonra, 06 Haziran 1965 günü Hakk’ın rahmetine kavuşmuş, irtihal-i Dâr-ı Bekâ eylemiştir. Cenaze namazı, İstanbul’da, Üsküdar, Altûnizâde Camiî’nde, Merhûm Çatalca Müftüsü, Lutfi Davran tarafından kıldırılmış olup, Karacaahmed Sultan Mezarlığı’nda, Müceddid, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazretleri’nin Kabr-i Şerif’lerinin yanında defnedilmiştir. (Rahimeallâhu aleyhâ) 
Allah rahmet eylesin, bizleri de şefe’atlerine nâil buyursun!...