Bundan önceki bölümlerin muhtelif yerlerinde ifade edildiği gibi, Yüce İslâm Dini kendi câmia’sı içinde (Müslümanlar arasında) aç ve açıkta hiçbir Müslümanın bulunmaması için zekâtı münhasıran fakir ve miskinlerin geçim sıkıntılarını kolaylaştırmak ve refahları için tahsis etmiştir. 

Ba’zı fakihler, zekât’ın hayır işlerine ve âmme’nin menfe’atlerinde sarfedilebilmesi için şöyle bir yol bulmuşlardır: 

Zekât malı herhangi bir fakir ve miskin’e temlik edilir. O da kabul edip aldıktan sonra hayır işine ve amme’nin menfe’atine sarf edilmesini emr ve aid olduğu hayır müessesesine hibe eder. Bu durum’da zekât mükellefi zekât sevabına; fakir ve miskin de kurbiyet (Allah’a yakınlık ve ibâdet) sevabına nâil olur. 

Ancak, zekât, zengin’in şahsî mülkü olmayıp, zenginin nezdinde fakir’in, Allah tarafından farzedilen, tefrîk edilen hakkı olduğu için, zengin zekâtı verirken, temlik ederken, “Ben sana zekâtımı veriyorum ama, sen bu zekât miktarını şu veya bu hayır kurumuna vereceksin,” diye herhangi bir şart ileri süremez. Hattâ, bu hususta herhangi bir ima’da da bulunamaz. 

Kendisine zekât tevcih edilen bir fakir ve miskin’in kabûl ve temlik ettiği, daha doğrusu, “temellük ettiği” zekât sehmini samîmî rızasıyla herhangi bir hayır kurumu’na bağışlamış olması insan tabîatına aykırıdır. “Muhtac-ı Himmet bir dede, kime himmet ede,” denilmiştir. 

Zekâtta, en önemli bir şart da zekât alacak olanların kesinlikle zengin olmamalarıdır. Maksadı, belki de tek gâyesi, fakir-miskîn Müslümanları bu fakr-u meskenetten kurtarıp kısmen de olsa, onlar için biraz ferahlık te’mini için meşrû kılınan zekâttan zengine verilmesi öncelikle bu maksada tamâmen zıttır. Bu şart yalnız farz olan zekât ile de sınırlı değildir. Bu menfî şart umûmiyetle, üşür’ler, keffâretler, adaklar ve fıtır sadakaları gibi, farz, vâcip bütün sadakalar şâmildir. Farz ve vâcip olmayan nâfile sadaka mükellefin arzu ve ihtiyarına tâbi zenginlere de verilebilir. 

Zengin bir baba’nın küçük yaştaki çocuğuna da farz olan sadaka-zekât verilemez. Çünkü küçük çocuğun kendi malı bulunmasa bile nafakası üzerine vacip olan babası zengin olduğu için, o çocuk da zengin kabul edilir. Ama, zengin birisinin rüşde ermiş çocuğunun nafakası artık babasının üzerinden düşmüş bulunduğundan zengin birisinin reşid olan fakir oğlu’na zekât verilebilir. 

Masârif-i Zekâttan olmayan birisinin zekât alması aslâ câiz değil haramdır. Fakir ve miskin olduğu zanniyle birisine zekât veren’in zekâtı makbuldür. Ancak, zekât borçlusu bu zekât malının kendi mülkü olmadığını, nezdinde fakir ve miskin’in hakkı olduğunu bilerek kırkı kırk yararcasına zekât’ın sahibini araması ve bulunduğu takdirde onlara vermesi gerekir. 

İslâm Fıkhı açısından Gına-zenginlik nedir, zenginlik ölçüsü nedir? Şer’i Şerif’te zenginliğin üç nev’i bulunmaktadır her nev’i zenginliğin kendisine aid husûsi ta’rifleri vardır. Bu nev’i’ler şunlardır: 

1) Sahibine zekât vâcip olan zenginlik. 

2) Sahibine zekât haram olan zenginlik. 

3) Sahibine sadaka istemek haram olan zenginlik. 

Zekât vermek vacip olan zenginlik: Aslî ihtiyaçlarından fazla artan ve karlı mal’dan nisaba mâlik olmaktır. Bunun sahibi birinci sınıf zengin sayılır. Bu servetten zekât vermekle mükelleftir. Zekât nisabı-matrah ise nukud, altın-gümüş, ticârî meta’da 180 gr. 18 santim has altındır. 

Zekâtı haram kılan zenginlik. Aslî ihtiyaçtan fazla üremeyen ve kâr getirmeyen iki yüz dirhem değerinde eşyaya mâlik olmaktır. Bunun sahibi de ikinci sınıf zengin sayılırlar. Bu kısım zenginler zekât ile mükellef değildirler. Yalnız Sadak-i Fıtır vermekle, kurban kesmekle mükelleftir. Bu zenginin en mühim bir hikmeti de sahibinin zekât almalarının haram olmasıdır. 

Sadaka istemeyi haram kılan zenginlik. Aslî ihtiyacından fazla akşamlı-sabahlı bir günlük kendisinin ve ailesinin nafakasına kâfi miktarda rızka mâlik olmaktır. 

ASLÎ İHTİYAÇ: 

Kerhî Muhtasarında: “ev, ev eşyası, at, hizmetçi, kitap, silah gibi varlığı zarûrî olan medenî ihtiyaçlar olarak ta’dat ederek bu eşyaya mâlik olan kimseye zekât vermekte beis yoktur. Bu nemâsız maldan böyle zarûrî olanlardan fazla ikiyüz dirhem kıymetinde yine nemâsız eşyaya mâlik olan kimseye sadaka kabul etmesi haram olur,” demiştir. 

Zekât verilmesi ve onun da alması caiz olan fakir: aslî ihtiyaçlarından fazla ve fakat kendisinin ve ailesinin geçimine yetersiz dünyalığı olan kimselerdir. 

Miskin ise, hiçbir şeye sahip olmayan muhtaçtır. Bu derecedeki Fakr-u ihtiyaç ve zarûret, sahibini çökertip şuursuz, hareketsiz, mecalsiz bir hâle koyduğu için bu derece düşkün insanlara miskîn denilmiştir. Bu durumda miskinin vaziyeti fakirden daha da düşkündür. 

Hârise İbn-i Vehb radiyallahu anh’den, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu işittim dediği rivâyet olunmuştur: 

- Ümmetim, sadaka ver (meye ısrarla devam ediniz! Zira size bir zaman gelir ki, kişi o sırada sadakasıyla (sokak sokak) dolaşır da onu kabûl edecek bir kimse bulamaz. (Sadaka verilmek istenen) herkes; “dün bu sadaka ile gelseydin (ihtiyacım vardı) muhakkak ben onu kabûl ederdim. Fakat bugün benim için bu sadakaya ihtiyaç yoktur (kalmadı)” der. 

Ebû Hüreyre radiyallahu anh’den Resûlüllah sallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurdu dediği rivayet edilmiştir “İçinizde mal çoğalacak (köşe bucak) dolup taşmadıkça kıyâmet kopmaz. Hattâ o sırada mal sahibi sadakasını kim kabul eder ki, diye tasalanır. Hatta arzettiği kimse, mala benim ihtiyacım yoktur,” der.” 

İslâm Coğrafya’sında bütün Müslümanların zenginleşmesi dolaysiyle, İmam-ı Â’zam Ebû Hanife Hazretlerinin yaşadığı Hicrî 2.Asırda, Osmanlı-İslâm Coğrafyasında, Kanûnî döneminde, zekât verilebilecek fakir ve miskinlerin kalmadığı bilinmektedir. 

GÜNÜMÜZDE DURUM: 

İslâm İşbirliği Teşkilatına, nüfûsunun kahir ekseriyyeti veya %50’den fazlası Müslüman olan, 53 İslâm devleti üye bulunmaktadır. Buna rağmen, bir İslâm Âlem’inden, bir İslâm Dünya’sından bahsetmek mümkün değildir. İslâm ülkelerinde yaşayan Müslüman’ların kâhir ekseriyyeti maalesef, fakir ve miskinlerdir. Ekserisinde Baas-Arap Sosyalizmi hâkim olduğu için, sermâye tabana yayılmamıştır. Bu bakımdan bizim dışımızdaki dünya’da zekâttan bahsetmek hayal ile iştigaldir. 

Memleketimizin dahilindeki Müslümanlar ile Aziz Milletimize mensup dünya’nın çeşitli yerlerindeki işveren-işçi ve iş tutan olarak yaşayan Müslümanlar, gelişen ekonomik ve iktisâdî şartlar müvacehesinde, başta farz olan zekât, vâcip olan kurban ve sadaka-i Fıtr mevzuunda fevkalâde hassas davranmaktadırlar. 

Aziz Milletimizin başta zekât ve kurbanları olmak üzere mâlî ibadetlerinin tâlibi olan cemaatler, câmia’lar, dernek ve vakıflar maalesef, hiç hassâsiyet göstermediler. Müslümanların zekat ve kurbanlarıyla diğer mâli mükellefiyetlerini Kur’ân’ın ve hadis’in tesbit ettiği masârif yerine başkaca maksadlara harcadılar. Kimi câmia ve cemaat, önderlerinin siyâsî propaganda faaliyetlerinde, kimi’leri lüks binalarda ve lüks mefrûşatta kullandı. 

Yaklaşık, 50 yıldır, Türkiye’de ve dünya’nın muhtelif yerlerinde “İslâm’a hizmet ediyoruz,” diyerek, büyük bir yalan ve takiyye ile Aziz Milletimizin zekât, kurban ve diğer mâlî ibadetlerine tesallut eden bir câmia, topladığı ve tahminlere uygun olarak, katrilyon mertebesinde meblağlara ulaşan bu paraları, dünya’nın muhtelif yerlerindeki, A.B.D. Nekonları, moon tarikatı ve Avenjalistlere asker yetiştirmek için kullanmışlardır. A.B.D.’de ve dünya’nın diğer yerlerindeki, Devletimizin ve Milletimizin ezelî ve ebedî düşmanları olan, Yahûdî ve Ermeni lobilerine, azılı Türk düşmanı Kongre üyelerine peşkeş çekmişlerdir. Gırtlaklarına kadar pisliğe bulaşmış, bataklıkta, lağım çukurunda boğulmak üzere olanlar, başka câmia ve cemaatleri de yanlarına çekmek istemektedirler. Onun içindir ki, zekât ve kurban hususunda titizliğin-hassâsiyyetin önemi ve zarûreti ortadadır. Arif olanlar ne demek istediğimizi çok iyi anlamışlardır.