Değer’li Ertuğrul BEKTAŞ Beyefendi: 

“Ayasofya’da İlk Cum’a Namazı!..” serlevhalı serî yazılarımız hakkında ba’zı yorumcu’larımızdan, “Efendim, bunca aktüel mes’ele’ler varken, bu kabil yazılara ne lüzum var,” diye yorumlar yapanlar oldu. Biz, hafta’nın iki gününde, bu köşeler’de, günlük mazaginer, “Şu şahıs, bunlar için şunları söyledi, o şahıs da ağzının payını verdi,” misalî, her gün TV kanallarında ve diğer mevkûte’lerde mebzûlen bulabileceğiniz şeyleri yazmıyoruz. Sadece gerçekleri, zaman zaman, tersyüz edilmiş hakîkatleri tebârüz  ettirmek, tarihe bir kayıd düşmek, gelecek nesillere ve geleceğin tarihçilerine ışık tutmak için yazılar yazmaya gayret ediyoruz. 

Daha önceleri de muhtelif vesiylelerle bahsetmiştim. Merhum, Hafız Abdurrahman Gürses Hoca benim yakînen tanıma fırsatı bulduğum, en zarîf, yerine göre Halîm, Selîm, yerine göre de kükremiş bir arslan gibi, celâdetli bir zât idi. Güzel kitabımız Kur’ân-ı Kerim’i, güzel sesiyle, en güzel okuyanlar’dan, bir devr’in Reîsü’L-Kurrâsı idi. –Allah nasip ederse bu “Reîsü’L-Kurrâ’lık Müessesesi nedir, kimlere Reîsü’L-Kurrâ’lık unvanı verilir,” anlatmaya çalışacağım. 

Merhûm Abdurrahman Gürses Hoca’nın bana en yakın tarafı, kendisinin Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid ve Müceddid, Süleyman Hilmi Silistrevî (K.S.) Efendi Hazret’lerinin Muhibbi olmasıydı. Tâbiîn ve mensûbînden olanlar onun şefaatine nâil olabildikleri gibi, İnşâ Allah! Ehibbâ da nâil olacaklardır. 

Aziz Kardeşim. 

Bir zamanlar “Kalp gözü açık, (yâni, büyük velî’lerden), kendisine Abdülkadir-i Geylânî Hazret’lerinin sesi verilmiştir,” denilerek, göklere çıkardığınız bir zât hakkında, aradan bir zaman geçecek, ağıza alınmayacak küfürler savuracak ve hâşâ! kendisini tekfir edeceksiniz, insan haysiyeti ile bağdaşmayan sıfatlar yükleyeceksiniz! Bu nasıl ifrat ve tefrit!... 

Azîz Kardeşim. 

Bu zeminde Dr. Tayyar Altıkulaç ve benim onunla alakalı tavrım lüzumundan fazla tartışıldı. Ömrüm kifayet eder mi etmez mi bilmem?! Fırsatlar doğdukça, tarihî hakîkatlerin üzerinden sır perdelerini kaldırırsak o vakit her şey daha iyi anlaşılacaktır. 

Mürşid-i Kâmil ve Müceddid, Tasarruf-u Zâhirî ve Bedeniyye’lerinde, Diyânet İşleri Reisliği ile, başta devrin Reisi ve Müşâvere Hey’eti aza’larıyla çok iyi münasebetler içerisindeydi. Vesileler ittihaz ederek, sık sık, Ankara’yı Teşrif’lerinde, diğer ziyâretlerinin yanında, mutlakâ, Diyânet İşleri Reisliğini de ziyâret ederdi. Onlara, daha çok hizmet etmelerini, sık sık, müftülük-vâiz’lik imtihanları açarak, boş kadro’ların doldurulmasını tavsiye buyururdu. 

Daha sonraki yıllar’da, bulundukları il ve ilçe’lerde, muvaffak olamayanlar, hizmet kusurlarının ma’zereti olarak, bulundukları yerlerdeki, Diyânet mensubu, müftüleri, vâiz’leri ve diğer hademe-i Hayratı gösterdiler. Müftü bize düşman, vâiz bize düşman, Diyânet bize düşman... Daha da ileri gidilerek, müftü kâfir, vâiz kâfir, ya da, Diyânet’in başında bulunanlar, bunlar, “Moskof kâfirlerinden daha beter,” denildi. Pekiyi! “Moskof Kâfirinden de Beterdir,” dediğiniz birisinden nasıl bir mukabele bekliyordunuz? 

1981, Dönem, 12 Eylül hükûmet darbesi’nin hemen akabi. Yasama-Yürütme, Yargı bütün salâhiyetleri, Kenan Evren Başkanlığındaki, Kuvvet Komutanları ve Jandarma Genel Komutanından müteşekkil, 5 kişilik Millî Güvenlik Konseyi’nde toplanmıştı. Çıkarılan kanunlar uzman kişilerce hazırlanmıyor, komisyon’larda derinlemesine incelenmiyor, T.B.M.M.’sinden çalışan, nerede ise, tamamı askerlerden oluşan, Türkiye’nin toplumsal hayatından uzak, komisyonlarca hazırlanıyor, üzerinde herhangi bir çalışma yapılmadan ham olarak Konsey’e sunuluyor. Kenan Evren Paşa ortada oturmuş, sağında iki paşa, solunda iki paşa, onlara soruyor. “Kabul edenler, kabul etmeyenler,” emir-komuta zinciri içinde, beş kişi de kabul ettiği için, “ittifakla kabul edilmiştir,” deniliyor, Resmî Gazete’de neşredilerek mer’iyyete alınıyordu. Devrin Millî Güvenlik Konsey’i Genel Sekreteri, Or.Gnr.Haydar Saltık’ın üç maddelik bir kanun teklifi hazırladığını ve bir hafta içinde Konsey’de kabul edilebileceğini istihbar ettik. Hazırlanan teklife göre, “Kanu’nun mer’iyyete alındığı tarihe kadar vakıflar, dernekler tarafından yaptırılan yurt’lar, Kur’ân kursu binaları, yurt ve Kur’ân binası olarak tahsis edilen bina’lar, tapuları şahıslar ve ticârî kuruluşlar üzerinde olsa bile, Yurtlar, Millî Eğitim Bakanlığına, Kur’an Kursu binaları da, T.C. Diyânet İşleri Bakanlığı’na devredilir,” deniliyordu. 

Devrin Diyânet İşleri Başkanı, Dr. Tayyar Altıkulaç Bey ile görüştüm. Kendisinin, Darbe’nin Lideri Kenan Evren ile istediği an çok rahat şartları da görüşebildiğini biliyordum. Çankaya Köşkü’ne, Kuvvet Komutanlıklarının Lojmanlarının bulunduğu arka kapıdan girip herhangi bir randevu’ya ihtiyaç duymadan görüşebildiğini biliyordum. 

Dr. Tayyar Altıkulaç Hoca’ya, “Lütfen, hemen Kenan Evren Paşa’ya ulaşın! Teklifi durdursunlar. Böylesi bir teklifi kanunlaşması halinde Aziz Milletimizde beliren, “İhtilâl İdaresi’nin din düşmanı” olduğu iddiaları, daha da, yaygınlaşır. Böylesine bir uygulama, bizim mücadele azmimize hiçbir zarar vermez. Doğacak mağduriyyet ve mazlûmiyyet sebebiyle, Halkımızın teveccühü artar, el konulan her yurdun-kursun yanında veya karşısında, daha büyüğü ve daha modern’i vakit geçirilmeden inşâ ettirilir. Kesilen sakal olsun, yenisi daha gür ve gümrah olarak çıkar,” 

“Görüş ve düşüncelerinize aynen katılıyorum. Kur’ân Kursu Bina’ları hususunda, bizim, Diyânet olarak herhangi bir talebimiz olmamıştır, bundan sonra da olmaz, en kısa zamanda görüşmeye çalışacağım,” dedi. Görüşmeler yapıldı ve bu teklif bir daha çıkarılmamak üzere “Sümenaltı,” edildi. Eğer karşılıklı iyi münasebetler olmasaydı, 2016 yılında F.T.Ö./P.D.Y.’nin başına gelenler, 1981 yılında bizim başımıza gelebilirdi. 

Daha sonraki yıllar’da, Türk Matbuatında, yazılı ve görsel basında, 1982 Anayasasına “EVET!” denilmesine karşılık yurt-kurs’lara el konulmasından vazgeçildi,” diye dillendirildi. Oysaki gerçek benim yukarıda anlattığım gibidir. Çünkü bu teklif hazırlandığında, henüz Anayasa taslağı bile ortada yoktu. 

İmran TUNA unvanıyla yorum yapan Değer’li Kardeşimiz: 

Beyefendi! Cenaze’lere, insânî, beşerî ve dînî bir vecibe’yi ifa için iştirâk edilir; Bendeniz de, 50 yıldan fazla bir ağabey kardeş münasebetleri içinde hukukum olan, bir Ağabey’in, bir Büyüğün ebediyyete yolculuğunda hazır bulunmak, ona karşı olan, insânî ve dinî vazifemi yerine getirmek için cenaze’sine katıldım. Aziz ruhu için Fâtihalar, ihlaslar okudum, cenaze namazında diğer mü’minler gibi ben de saf tuttum. 

Fıkhî, Dînî bir vecibe’nin ifası sırasında müşâhede ettiğim, İslâm’a, Ehl-i Sünnet Akîdesine mugâyîr ba’zı bid’atlere karşı, “tekrarlanmamış ümidiyle,” “Emr-u bi’l-Mâ’rûf ve Nehy-i Ani’l-Münker,” vazifemi yaptım, ikaz ve ihtarlarda bulundum. İlâhî bir emr’in yerine getirilmesi, sizi niçin bu kadar rahatsız etti?!. Sevgili Peygamber’imiz: 

- “Sizden biriniz, herhangi bir münker görürse, eliyle, gücü yetmez ise diliyle, ona da güç yetmez ise kalbiyle değiştirmeye gayret etsin! Kalbiyle değiştirmeye çalışma (kalbiyle buğuz etmesi) ondaki imanın en zayıf noktada olduğunu gösterir.” Yaptığımız, yapmaya çalıştığımız işte budur. 

İbn-i Hacer el-Mekkî’nin Savâik’inde, Cami-i Hatîb-i Bağdâdî’ye izâfeten rivayet ettiği bir Hadis-i Şerif’te, Sevgili Peygamber’imiz: 

- Fitneler zuhur ettiğinde, bid’atler söylenmeye (uygulanmaya) başlandığında, Ashâb’ıma sövülmeye başlandığında; âlimler ilimlerini ortaya koymalıdırlar, Kim bunu yapmazsa, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların la’neti onun üzerinedir. Allah, onun ne farzlarını ve ne de nâfilelerini kabul eder,” buyurmuştur. Yaptığımız, yapmaya çalıştığımız işte budur. Bu sizi niçin rahatsız etmiştir?

“Allah’ın izin olmadan hiç kimse inanamaz. O, akıllarını kullanmayanları murdar kılar.” (Yûnus 10/100) (Allah, en büyük ni’metlerinden birisi olarak ihsan buyurduğu aklı, kullanmayanların üzerine pislik yağdırır.) Aklınızı kiraya vermişsiniz, kimlere yaranmak, yaltanmak istiyorsanız, üzerinizdeki pislikleri bizlere sıçratmaya çalışıyor, (Kelb-i Akûr,) gibi, ağzınızda salyalar saldırıyorsunuz. Peygamber’imiz salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz, Medine-i Münevvere’yi körüğe benzetmişti. Siz Muazzez Yolumuzu benzetmişsiniz. Bence de bir mahzuru yok. Fakat bu temiz körük ancak, senin gibi müzahrafâtı dışarı atar. İrtibattan, bağdan filan bahsediyorsunuz. Bu yola, Ankebût Örgü ipiyle bağlı olanların, fitne ve şiddetli kasırgalara rağmen, irtibatını koparmayan, “Habl-i Metîn,” ile bağlı olanlara bir şeyler söyleme hakları yoktur. Sen daha belki babanın sulbünde bir damla su bile değilken, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil’in Rahle-i Tedrisinde, bulunmuş, sohbetine mazhar olmuş, du’â’sını almış insanları ta’an etmeniz yakışıyor mu? 

Bir fikriniz varsa, yazılanlara karşı, sövme ve hakaret yerine bir cevabınız varsa, müdellel bir şekilde ortaya koyarsınız. Hakâret ve sövme raddesine varmadan, en ağır tenkid’lerinizi de temiz bir dille ortaya koyarsanız, a’zamî hürmet sınırları içinde cevap veririm. Bu zemin, fikirlerin çarpıştığı nezâket kuralları dahilinde kılıçların çekildiği, mertçe, centilmence, hangi fikri taşıyorsa taşısın, kendisine yer bulduğu bir zemindir. Üzerindeki pislikleri başkalarına sıçratma gayreti içinde olanların bu zeminde yerleri yoktur-olmayacaktır...