Pek Muhterem, Ali Çayıroğlu Beyefendi Kardeşimiz. 

Câmia’mız, İmam-ı Rabbânî Evlâdı arasında, Sahibizaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid ve Müceddid’in Tasarruf-u Hakîkî ve Ma’nevî’ye geçişini ta’kip eden yıllar’dan i’tibâren, zaman zaman, savrulmalar olmuştur. Dikkat buyurursanız, kırıcı, acıtıcı, ayrıştırıcı ta’birlerden kaçınıyorum. Ba’zı kardeşlerimizin ifade ettiği gibi, bendeniz, aslâ, “Tasfiye”, “Uzaklaştırma”, “Tard edilme” gibi ta’birleri kullanmıyorum.  Çünkü, tasfiye, tard, uzaklaştırma, tek taraflı bir iradenin takdiriyle olur. Oysa ki, “Savrulma,” iki taraf arasındaki ihtilâfı, ya kendi aralarında, ya da üçüncü bir şahs’ın araya girmesiyle, tavassutu ile çözebilecekleri halde, çözmeyip-çözemeyip, birlik ve beraberliği te’min edemeyip, ayrı ayrı, yerlere savrulmalarıdır. 

İlk savrulanlar, Anamur’lu, Hacı Yusuf Kaplan ve oğullarıydı. Merhûm, Anamur’lu, Hacı Yusuf Bey, haberleşme’nin, ulaşım’ın, iletişim’in son derece kısıtlı olduğu bir dönem’de, İstanbul, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid ve Müceddid ile, Anadolu’nun muhtelif bölgelerinde bulunan, Mensûbîn ve Tedris Sistemine dâhil, ihvan arasında bir vasıta bir elçi gibiydi. Mürşid’in irtihalinden sonra, vazife’ye, Keyfe mâkân devam etmek istedi. Fakat, vaziyet değişmişti. Haberleşme, ulaşım ve iletişim vasıtaları eskiye nazaran bir hayli gelişmişti. Anadolu’nun muhtelif yerlerinde, merkezi rahatsız eden haberler ulaşmaya başlamıştı. Taraflar bir araya gelip konuşabilseydiler, fındık kabuğunu değil, incir çekirdeğini bile dolduracak bir ihtilâfın olmadığını göreceklerdi. Ne yazık, bir araya gelmediler, gelemediler, savrulup gittiler. Bugün, Câmia’mız arasında, Anamur’lu Hacı, Yusuf Bey Merhumu ve oğullarını kaç kişi hatırlar? 

Daha sonraki yıllar içinde buna benzer, ferdî savrulmalar hiç eksik olmamıştır. Yanlış anlamaların tashihi, taraflar arasına giren vasıta’ların her şeye rağmen, üstün gayretleriyle, savrulanlardan ba’zılarının geri dönüşleri olmuştur. 

Evveliyyetle belirtmeliyim ki, Câmia’mız içindeki ihtilâflar ve savrulmalar, kat’iyyetle, hâricî müessirlerin tesiriyle olmamıştır. Bu cihetteki iddialar, kat’iyyetle hilâf-ı Hakîkattir. Ba’zı savrulmaların sebeplerini anlatırsam, ne kadar trajikomik olduğunu sizler de göreceksiniz. 

1960’lı yılların birinci yarısında, Müceddid’in ilk talebe’sinden, hattâ, resmî, fahrî, ilk Kur’ân kursu Muallimi, -14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan milletvekilliği Genel Seçimlerinde, Tek Parti Mütegallibe, C.H.P. İktidarı, Tarih’in derinliklerine gömülüp, Demokrat Parti iktidara gelince, Diyânet İşleri Başkanlığı’nın kadrolu resmî imamlarına, fahrî Kur’ân kursu Muallimliği yetkisi verilmişti. Bu Zât, önce, İstanbul-Üsküdar, Bulgurlu Köyü, Bayrampaşa Cami’i, resmî, imamı oldu. Akabinde de, kendisine, Fahrî Kur’ân Kursu Muallimliği yetkisi verildi.- İstanbul’un ilçe’lerinden birisinde müftülük, yakın ilçe’nin, husûsî vakfa aid bir cemi’i’nde de imamlık yapıyordu. Mesâî bitiminde, ikindi ile akşam namazı arasında, Cum’a günleri hariç, her gün, Tekâmül Kursunda, fıkıh’tan Dürerü’l-Gurer okutuyordu. 

Mesâî günlerinde, imam olarak vazife yaptığı ilçe’ye sabahları gidiyor, öğle’leri dönüyor, tekrar gidiyor ve akşamları dönüyor. O yıllar’da Cumartesi günleri de öğleye kadar mesâî vardı. Bir aylık, minibüs ücreti, neredeyse, müftülük maaşı’nın yarısını tutuyordu. O tarihler’de Diyânet İşleri mensup’ları, müftü-vâiz’lerin maaş’ları çok düşük seviyedeydi. 

Müftü Efendi, yakıt bakımından cimri, küçük bir motor alır, benzin fiyatları da, litresi, 25-30 kuruş arasında seyretmektedir. Artık, müftülük yaptığı ilçe ile imamlık yaptığı ilçe arasında motoru kullanarak gidip-gelmektedir. Cuma hariç, ikindi namazından sonra imamı olduğu cami ile fıkıh okuttuğu kurs arasında da motoru kullanmaktadır. İstanbul’da, yollar tek şerit halinde her ne kadar asfaltlanmış ise de, yol kenarlarında ayrıca banket ve kaldırım yoktu, yol kenarları ham yol ve topraktı, önden seyreden bir aracı bir başka araç geçmek istediğinde, bu toprak zeminlerden geçmek mecburiyyetinde kalmaktaydı. Toprak zeminden sür’atle geçtiği için de arkasında göz görmez bir toz bulutunun içinde kalıyorlardı. Müftü Efendi, zaman zaman, ma’ruz kaldığı bu toz bulutlarından kendisini korumak için, bir güneş gözlüğü alır, bundan sonra da, motor’a her bindiğinde bu güneş gözlüğünü takmaya devam eder. Diğer yandan, Müftü Efendinin müftülük yaptığı ilçe’de imamlık yapan bir hemşehirlisi vardı. Müftü Efendi’nin imamlık yaptığı Cami’in karşısındaki kahvehâne’nin bitişiğinde derme-çatma bir yerde, meyve-sebze sergisi-manavcılık yapmaktadır. 

Zann-ı Gâlip’le tahmin ediyorum ki, devrin ikinci derece büyüklerinden birisi, devrin Büyüğüne, müftü Efendi hakkında müzevirlik etmiş, “Hevâ-ü Heves peşinde, motor’a biniyor, madde peşinde, hem müftülük yapıyor, hem de imamlık. Yetmiyormuş gibi, bir de ticaret-manavcılık yapıyor.” Bu tezvirat neticesinde, devrin Büyüğü, “Müftü Efendi ile selâm’ın, sabah’ın kesilmesini, bundan böyle kendisiyle konuşulmamasını, imamlık yaptığı yerdeki kursa ve diğer kurs’lara, sokulmamasını” emreder. Müftü Efendi fiîlen savrulur.

Savrulma sebepleri, motor sahibi olmak, motor’a binmek, güneş gözlüğü takmak, gerçek değil ama, ticâret’le iştigal etmek... 

Biri savurmadan, diğer savrulmadan, bir araya gelebilseydiler, vaziyet izah edilebilinir, kolayca anlatılabilinir, mes’ele halledilebilinirdi. Devrin ikinci derecedeki büyüklerinden birisi bendenize, “müftü Efendiye söyle, bundan sonra kurs’a fıkıh okutmaya gelmesin!” Hem ikinci derecedeki büyüğümüz, hem müftü efendi benim hocalarımdı. Ben, kendisine “Hocam! Ben Hocam olan müftü efendiye, “bundan sonra kursa fıkıh okutmak için, Çarşamba günleri Hatm-i Hâcegân için, nasıl “gelme,” diyebilirim, eğer bu hususta, muahaze edilirseniz, “Benim bilgim yok, Mustafa Hoca’nın bilgisi dahilinde gidip-gelmiş,” dersiniz. O vakit, ben muahaze edilirim, cevabını da veririm,” dedim.

Aradan aylar, hattâ yıllar geçti. Araya girdim, müftü efendi’nin benimle birlikte Ziyârethâne’ye gelmesi için ısrar ettim. Devrin Büyüğü’nün sert mizacından çekiniyordu. “Benim yüzünden seni de kapı dışarı eder,” diyordu. Kendisine, “Muhterem Hocam! Bizlere, “bir kerre, bu kapı’ya kapılandığınızda, kapıdan kovulursanız, bacadan girersiniz,” buyuran siz değil miydiniz? Kânî oldu. Akşam ile yatsı arası, Ziyârethâne’ye gittik. İçeri girdiğimizde, ilk bakışlar, çok sertti, “Buyurunuz, oturunuz,” bile demeden, kapı dibine, diken üstüne otururcasına iliştik. Dakîka’lar içerisinde, ilk kızgınlık ve öfke hali geçmiş, yüzünde Nurânî bir tebessüm belirmişti. Bendeniz ve müftü efendi bir hayli rahatlamıştık. Hattâ, İlm-i Sarf ve Nahiv’den, bize ba’zı sualler de tevcih etmişti. Hiç unutmam, “Mustafa,” Gayr-i Munsarif bir kelimedir. Tesniye halinde, “Vav” eki mi alır, yoksa, “Yâ” eki mi alır? buyurdular.  Devrin Büyüğü, “Akkoca! Sen söyle bakalım.” buyurdular. Bendeniz, “Ağabey, “Mustafa”, kelimesi tesniye halinde, “Yâ”, eki alır, “Mustafvâni,” değil de, “Mustafayâni,” şeklinde olmalıdır,” dedim. Zirâ, Kur’ân-ı Kerim, 38.Sâd Sûresinin 47.âyet-i Kerimesinde, “Ve innehüm ındenâ Lemine’l-Mustafeyne’l-Ahyâr,” (Doğrusu onlar bizim katımızda seçkin iyi kimselerdendir.) meâlindeki âyet-i Kerime’nin metninde, “Mustafa,” kelimesinin cem’i (çoğulu), “Mustafeyne,” olarak “Yâ”, eki alarak geçmektedir. Dolaysiyle tesniye halinde de “Yâ,” eki almasıyla “Mustafayanî” olması gerekir,” diye cevaplandırdım. Son derece memnun kaldı. 

Başka günler’de, çayı bendeniz demlerdim, çay servisini ben yapardım. Yatsı namazını beraber kılardık. Hatim gecesi ise hatmi yapardık. Misâfirleri ve en son devrin Büyüğünü uğurladıktan sonra, geceyi Ziyârethâne’de geçirirdim. Fakat, o gece, henüz çay demlenmemişti, yatsı namazı kılınmamıştı, sohbet derinlemesine koyulaşmamıştı, devrin Büyüğü, “Haydi bakalım, sizin gideceğiniz yer uzak, size izin verelim,” buyurdular. Anlaşıldı ki, devrin Büyüğü, müftü Efendi’yi Ziyârethâne’ye, kendisinden izin almadan getirdiğim için, artık bana da belli bir mesâfe koymuştu. Sonra, her şey unutuldu, müftü İfendi, Merhûm Büyüğümüz, Beyağabeyimiz, Kemal Kacar Beyefendi zamanında, hem de ondan sonraki Büyüğümüz, Ahmed Arif Denizolgun Merhûm zamanında, i’tibâr görmüş, hâlen de görmektedir. 

Tarihi tekerrür diye ta’rif ediyorlar. 

Hiç ibret alınsaydı tekerrürmü ederdi!?