Pek Muhterem, Y.Kaya, remziyle sual eden ve yorum yapan Kardeşimiz.

Cumhurbaşkanı’nın, geçen yıl, Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle, ba’zı mahfillerde yaptığı konuşmalar’da, “Üç büyük tehlike’den bahsederken, ‘Mezhepçilik,’ten de bahsetmesi, -diğer tehlikeler olarak, tefrika ve terör olarak bahsetmişti.- tarafımızdan çok ağır bir şekilde tenkid edilmişti.

Cumhurbaşkanı’nın, hitâbe’lerini hazırlayan yardımcıları, bize ulaştılar, bundan böyle, bu konuşmalar hazırlanırken, daha hassas davranılacağı, sizleri ve diğer Müslümanları rencide edecek konulara yer verilmeyeceğini, beyan ettiler. Ayrıca, Cumhurbaşkanımızın aslâ mezhepsiz birisi olmadığını, i’tikadda Mâtürîdî, amel’de, Hanefî Mezheplerini taklîd ettiğini, “Ne Sünnî’yim, ne Şiî’yim, Ben Müslümanım,” konuşmasının, Suriye bağlamında yapılmış siyâsî bir konuşma olduğunu, yoksa, dinî, mezhebî bir tavır belirleme olmadığını açıkça ifâde ettiler.

HAFIZALİOĞLU, remzini kullanan Beyefendiye:

Bu uslûp, bana pek yabancı gelmedi. Yine de cevaplandırmaya çalışacağım. Daha önce, bu köşe’de ve bu sütunlarda cevaplandırmıştım; “Ben ne Sünnî’yim, ne de Şiî’yim,” demek, eğer, siyâsî bir tavır sergileme gibi başka maksad’lara mebnî değil de, kendi bağlamında kullanılmış ise, “Ben Ehl-i Sünnetten değilim,” yâni, “Haz.Peygamber’in ve Ashabı’nın yolundan ayrıldım, yâni, ben, mü’min ve müvahhid değilim,” demektir. Hem sonra, “Sünnî,” kelimesini bu tarz’da “Şiî,” kelimesi’nin mürâdifi veya tezâdı olarak kullanmak da doğru değildir. “Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat,” Allah’ın, Resûlü’nün, Ashabı’nın Yolunu, Yüce İslâm Dini’ni, Şerîa’t-i Garrâ-i Ahmediyye’yi ifade ederken, “Şiî,” veya “Şiâ,” tıpkı Katoliklik gibi, bir beşer tarafından, (Abdullah İbn-i Seb’e) tarafından dizayn edilmiş bâtıl bir inanç sistemini, bir dalâlet Fırkası’nı, (sapkın bir fırka’yı-zümreyi) ifade eder. Şîa’nın, İslâm dahilinde bir mezhep ve fırka olmadığını ifade ve beyan, aslâ, fitne değil, fitne sebebi değil, ama, Asr-ı Saâdette zuhur eden en büyük fitne Şîa’dır.

Allah uğurunda hakkını vererek cihad edin. O sizi seçti; din hususunda üzerinize hiç bir zorluk yüklemedi; baba’nız İbrahim’in dininde (de böyleydi). Peygamber’in size şahid olması, sizin de insanlara şahid olmanız için, O, gerek daha önce (gelmiş kitaplar’da), gerekse bunda (Kur’ân’da) size “Müslümanlar” adını verdi. Öyleyse namazı kılın; zekâtı verin ve Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin Mevlânız’dır. Ne güzel Mevlâdır, ne güzel yardımcıdır.” (Hac 22/78)

Bedevî’ler “Âmennâ,” (İnandık), dediler. De ki; Siz iman etmediniz, ama “Müslüman olduk” (Boyun eğdik) deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah’a ve Resûlüne itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Hucurât 49/14)

(Esed oğullarından bir topluluk bir kıtlık senesinde Medine’ye gelerek iman ettiklerini söylemişler ve Haz.Peygamber’e “Sana yüklerimizle ve ailelerimizle geldik. Seninle falan kabile gibi savaşmadık” demişler, sadaka istemişlerdi. Âyet-i Kerime onların bu vaziyetini tahlil ederek, onların kalp’ten tasdîk etmediklerini (iman etmediklerini), sadece dilden teslimiyetlerini (Zâhiren Müslüman olduklarını) belirttiklerini ifade etmektedir.)

Âyet-i Kerime’ler, ba’zen birbirini tefsir ve beyân eder. Birilerine “Müslüman” demek, onu “Müslüman” ismiyle tesmiye etmek veya birilerinin, ben, biz’ler, “Müslümanım”, “Müslümanız,” demeleri, kalben iman etmedikçe kâfî gelmiyor. Sizi tenzîh etmek isterim, fakat, kalben, derûnî olarak iman etmedikleri halde nîce’leri, “Müslümanım” demişlerdir.

Uzaklarda aramaya gerek yok, Mescid-i Nebeviyye’de, Allah’ın Resûlü’nün hemen arkasında, namaz’a duranlar arasında, 360’dan fazla münafık vardı. Şîa’nın temel vasıflarından birisi, “Takiyye”dir. (İnandığının aksini söyleme, ya da söylediğinin aksine inanmak.)

İmâmet’in, İmanın, İslâm’ın şartlarından önce geldiğine, imâmet olmadıkça İmanın, İslâm’ın şartlarının herhangi bir şey ifade etmediğine, Nübüvvet ve risâlet’in Haz.Peygamber’le son bulmadığına, 12 İmam ile, onlara niyâbeten vazife yapan imamların da, Peygamber olduğuna inandıkları halde, bunu açıkça söylemekten imtina ederler.

Azîz Ertuğrul Bektaş Kardeşimiz.

Hafızam beni yanıltmıyorsa, hutbe’yi irad buyuran, dünya Adalet Tarihinin timsâl ismi, Haz.Ömer el-Fârûk, Ömer İbn-i Hattâb radiya’llâhu anh Efendimiz olmalıdır. Elinde kılıcı, Minber-i Nebeviyye’ye çıkan Haz.Ömer, “Beni Halîfe-i Resûl seçtiniz. İçinizden birisi hak yoldan-istikâmetten ayrılırsa, elimdeki şu kılıcım’la kendisini doğru yola getiririm. Ya ben doğru yoldan saparsam, sizler ne muamelede bulunursunuz?,” diye sorduğunda, Mescid-i Nebeviyye’de bulunan, Ashab-ı Kirâm arasında çok zayıf, nahîf bir zât, ayağa kalkarak, “Ey Ömer! Biz de Kılıç’larımız’la seni doğrulturuz,” diye cevap verdi.

Azîz Kardeşim. Günümüzde, Tarîkat’lerde, genellikle tasavvuf’ta, en ziâde istismar edilen mutlâk itaattir. Teselsülü ve Nisbet-i Sahîhası bulunmayan, ma’neviyyat kalpazanları bile, herkesin kendilerine kayıtsız, şartsız, mutlâk itaat edilmesini istemektedirler.

Daha önce de, defe’âtle ifâde ettik ki, Mutlâk İtaat, Allah’a ve Resûlüne, tasavvufta ise, mutlâk itaat, Mâverâ, öteler ötesi için, verdiği haberler’de Mürşid-i Kâmil ve Mükemmillere’dir.

Azîz Kardeşim. Lâyık olmadığım iltifatınıza ve Hüsn-ü Zannı’nıza çok teşekkür ederim. Rabbim’den niyâzım, kendim için ve bizden bir şeyler bekleyen kardeşlerim için, İlm-i Nâfî ihsan buyurmasıdır.

Azîz Osman Ertürk Beyefendi.

15 Temmuz 2016 En Uzun ve En Karanlık Gece’nin Şafağında, benim kendilerine F.T.Ö.’nün bülbülleri dediğim, uzun yıllar, F.T.Ö.’nün, cinâyet, hıyânet, irtikâp, hile, desîse ve denâ’etlerine ortak olanlarla, şakird’ler, sanki sütten çıkmış birer ak kaşık gibi, F.T.Ö.’nün dînî sapıklıklarından dem vurarak şakımaya devam ediyorlar.

Hâin, sapık, denî, Dâl ve Mudîl, F.T.Ö. Çetebaşısı çıksa da, “Ey benim eski ortaklarım! Ey benim eski şâkird arkadaşlarım! Şimdilerde, dinî sapıklık, diye bana izâfe ettiğiniz şeyleri ben, sohbetlerimde, sık sık, kendisinden, “Hazret-i Pîr” diye bahsettiğim, Said-i Kürdî’nin risâle’lerinden aldım. Bugün bana “sapık-Dinî Sapık” diyenler, dönüp aynaya baksınlar, evlerinin en mu’tenâ köşe’lerinde, gururla muhafaza ettikleri risâle’leri açıp bir kerre daha okusunlar, eğer anlayabilirlerse, bana izâfe ettikleri, bütün dinî sapkınlıkları oralarda bulacaklardır. Risâle’leri okuyup da anlamayanlar, bir anlayandan yardım alabilir,” demiş olsa, acaba, bugün artık, F.T.Ö.’ye la’netler yağdıran, F.T.Ö. bülbülleriyle, şakird’ler, acep ne cevap vereceklerdir?

F.T.Ö. zihniyetinin, toplumumuzdan tam olarak, söylendiği gibi kazınabilmesi için, Diyânet İşleri Başkanlığı’na devredilen Risâle-i Nur’lar, hiçbir iz ve eser bırakılmaksızın, bütünüyle yakılıp imha edilmelidir...

Azîz Kardeş’lerim, H.İbrahim Kuruçaylı ve Mehmed Beştemir Beyefendiler:

Merhûm Büyüğümüzün ufulünden duyduğunuz eleme aynen katılıyorum. Du’a, temenni ve niyazlarınız, benim de, du’a, temenni ve niyaz’larımdır. Her vefat yakınları için, velevki, vefat edenler, Sinnü’l-Eyâs’a bâliğ olsunlar, erken ölümdür. Filhakîka, Büyüğümüz genç sayılabilecek bir yaşta, “Irciî” emrine muhatap olmuştur. Rabbimin vâsî rahmetini niyaz ederim.

Değer’li Kardeşim, Hasan Güneş Beyefendi.

Matbuât, yazılı ve görüntülü basın organları, son yıllar’da hızla gelişen Sosyal Medya dedikleri, elektronik iletişim ve haberleşme vasıtaları, gerçekten Asr’ımızın en mü’essir, tebliğ vasıtalarıdır. 1970’li, 1980’li yıllar’da, çok iyi kullandığımız, Bâbıâlîde Sabah ve Haftalık, UFUK Siyâsî Gazete olmasaydı, çok büyük bir iddia ama, 15 Temmuz 2016 gecesi cereyan eden olaylar, 1970’li, 1980’li yıllardan birisinde meydana gelebilirdi.

Ya da, bugün elimizde, Ehl-i Sünneti Merkezine alan ve Ehl-i Sünnet dışı cereyanlarla mü’essir bir şekilde mücâdele eden, yazılı ve görüntülü bir-iki Basın-Yayın vasıtası bulunsaydı, 15 Temmuz vak’a’ları, asla, meydana gelmeyebilirdi.

Tabiî ki, her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır, denilmiştir. Devrin Büyüğü, asıl hizmetimizin hemen yanında, matbûat hizmetlerinin de yerine getirilmesini zarûrî görüyordu. Hattâ, asıl hizmetlerin yanında, matbuat hizmetlerinin ikinci plânda görmemek-göstermemek için, “Eğer, bir ile iki arasında bir mertebe daha olsaydı, matbuat hizmetlerinin ikinci mertebeye bırakılmasına gönlüm râzî olmaz, iki mertebe arasına alırdım,” buyururdu. Daha sonra gelenler, matbuat hizmetlerini bu kadar önemli görmediler...