Değer’li Kardeşim Ertuğrul. 

Fırak-ı Dâlle’nin her birisiyle, görüşü ne olursa olsun, ister Ellâ Mezhebiyye mezhebine mensup olsun, ister vehhâbî olsun, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat dışındaki tüm dalâlet fırka’larına karşı, amansız bir mücâdele hepimizin azlî vazifesidir. Yorumlarınızla bizim bu mücâdele’mize destek verdiğiniz için size çok teşekkür ederim. 

Müceddid’in Zâhiren tasarrufta bulunduğu dönem’de, Ellâ Mezhebiyye ve diğer Fırak-ı Dâlle, İslâm Âleminde ve hususiyle memleketimizde bu kadar yaygın değildi. İstanbul’da, Beyazıt-Sahaflar Çarşısı’nda kitabevleri bulunan, Şemseddin Yeşil ve Muzaffer Ozak, kitabevlerine gelen üniversite talebesi’ne Ashâb-ı Güzin’in, İctihâdî bir mes’ele’den nâşî ihtilafını istismar ederek, Allah’ın Resûlü’nün, “Rabbim! Kendisine hikmet ihsan eyle!” diye du’a buyurduğu, aynı zaman’da vahiy kâtipliği yapan, Haz.Muaviye radiya’llahu anh, Hazretlerini ta’n eden, telîn eden konuşmalar yapıyorlardı. 

Bu husus, Müceddid’i ciddî bir şekilde rahatsız etmiş, devrin İstanbul Müftüsü, Erzurum’lu, Ömer Nasûhî Bilmen Efendi Hazret’lerine, “Hocam! Ba’zı şerîr’ler Ashab-ı Kirâm hakkında ileri-geri sözler sarfederek, Ümmet-i Muhammed’in Evlâdını, husûsiyle, üniversite talebesini dalâlete sevk ediyorlar. Lütfen, kılınçlaşan kaleminizi oynatın, Ashab-ı Güzîn hakkında bir eser yazınız,” diye ricada bulunur. 

Ömer Nasûhî Bilmen Efendi Hazretleri, Müceddid’in ricasını kırmadı. Büyük bir nezâket ve nezâhet’le, “Emriniz başım üzere Efendim! En kısa zaman’da, İnşâ Allah! Böyle bir kitap yazacağım. Filhakîka, Ömer Nasûhî Efendi, “Ashab-ı Güzîn Hakkında Müslümanların Nezih İ’tikadı” adlı enfes bir kitap yazdı. Fakat, Müceddid, 16 Eylül 1959 tarihinde ebediyyete intikâl buyurduklarından, Zâhirî tasarruf günlerinde bu kitabı görmedi. Kitap, 1960’lı yılların başlarında neşredildi. Ashab-ı Güzîn hakkında hulâsa, müdellel, muhteşem bir eserdir. 

Diğer taraftan, Türkiye’den kaçak yollarla ve mayınlanmış arâzî’den geçerek, önce Suriye’ye, daha sonra Mısır’a geçip, Ezher Üniversitesinde zehirlenip memleketimize dönen, kimi, Ellâ Mezhebiyye mezhebi mensup’ları zaman zaman, Ehl-i Sünnete aykırı fikirlerini ilim meclis’lerinde ve cami cemaatleri arasında yaymaya çalışıyorlardı. Bunlardan birisi de, Konyalı, Mustafa Runyun’du. Kendisi, Mısır-Kâhire’de Câmiatü’L-Ezher’de tahsiline devam ederken, yaz aylarında Türkiye’ye gelirdi. İstanbul’a geldiğinde, “Konyalı,” olarak ma’ruf olan, Konya Lezzet Lokantalarında Sahibi, Merhûm, Mustafa Doğanbey’i de ziyâret ederdi. Her gelişinde, İslâm’ın esas’larına, Ehl-i Sünnet Fikriyatına aykırı, Ellâ Mezhebiyye mezhebinin bâtıl görüşlerini aksettiren şeyler söylerdi. Merhûm Mustafa Doğanbey, hemen hemen her gün ziyâretinde bulunduğu Müceddid’in yanına gelince, “Efendim, Mustafa Runyun geldi!” deyince, Müceddid, Eeee! Mustâbey! Söyle bakalım! Mustafa Runyun neler yumurtladı? 

- Efendim, diyor ki, “Belediye me’murlarınca kıyılan nikah’lar makbul ve mu’teberdir; çünkü burada da şâhid’ler vardır, burada da kabûl ve icab vardır,” 

Ziyârethâne’de Konyalı’dan başka misâfirler de vardır. Bunların arasında, Bulgaristan’dan kaçarak, Meriç Nehrini yüzerek geçip Türkiye’ye sığınan, Merhûm, Bulgaristan Deliormanlı, Ahmed Davutoğlu da vardır. Müceddid, “Mustâbey! Sucu Ahmed Efendi’nin merkebi de Belediye’nin defterinde kayıtlıdır. Nerede, Hanefî Ekolü’ne göre mâzî sigasıyla icab ve kabul, nerede İslâm’ın şartlarına göre şâhid’ler. Hem sonra, İsviçre Medenî Kanununun birebir tercüme ve uyarlamasıyla, Allah adına değil, abdestsiz, belki de cenabet belediye reisi adına kıyılan nikâh nasıl İslâmî ve dînî olur? 

Demem odur ki, bizim Sahâbe düşmanı, ehl-i Bid’at ve dalâlet ve Ellâ Mezhebiyye Mezhebi Mensuplarıyla mücadelemiz yeni değil, son da olmayacaktır. İmam-ı Rabbânî Evlâdı bu mücadeleyi dünya durdukça ve fitne devam ettikçe sürdürecektir. 

Kemal Remzini kullanan Pek Değer’li Kardeşim. 

Merhûm, Seyyid, Hüseyin Kâmil Denizolgun Beyağabey’in defni sırasında bendeniz de oradaydım. Doğrudur, “değer miydi? Be Oğlum,” kullanılmıştır. Fakat kullanan, Seyyid Abdi Denizolgun Merhûm değil, Merhûm, Seyyid, Ertuğrul Denizolgun idi. Merhûm’lar, Kâmil Ağabey, Ertuğrul Ağabey, Abdi Ağabey, aralarında birer yaş fark olan kardeşlerdi. Büyükleri Kâmil Ağabey 1927, Ertuğrul Ağabey 1928, en küçükleri Abdi Ağabey de 1929 doğumluydu. Aralarında ağabey-kardeş ilişkisinden çok, birer arkadaş gibiydiler. Birbirlerine küçük adlarıyla, Kâmil, Ertuğrul, Abdi diye hitap ederlerdi. Yukarıda tırnak içine aldığım sözü, Merhûm Abdi Ağabey değil, Merhum, Ertuğrul Ağabey söylemişti. 

Niyyet okumak gibi bir durumda değiliz, ama, Merhûm, Seyyid, Hüseyin Kâmil Denizolgun Ağabey ciddî rahatsızlığında, zaman zaman, tıbbî tedâvî yerine, bugünkü kadar gelişmemiş olan alternatif tıbba, muhtelif tavsiye’lerle otlara ve diğer maddelere ağırlık vermişti. Oysa, gerek Ertuğrul Ağabey ve gerekse Abdi Ağabey, klasik tıbbın icaplarına daha çok ağırlık verilmesinden yanaydılar. Kabrin başında, “Değer miydi? Be Oğlum,” serzenişinin altında bunun yattığını zannediyorum. 

Değer’li Kardeşim, Mehmed Muhiddîn Beyefendi. 

Kimin iman ile göçüp-göçmeyeceğini gerçek ma’na’da, Allah’tan başka kimse bilmez. Derviş, Farsça bir kelime olup, Turuk-u Âliye’den birisine intisap etmiş, o yolun gereklerini yerine getiren törelerine bağlı kimse demektir. Alçak gönüllü, her şeyi hoş karşılayan kimse, yoksulluğu ve çilekeşliği benimsemiş kimseler için kullanılan bir sıfattır. Herhangi bir kimseyi sırf zühd-ü Takvasından, tevâzu’undan veya fakirliğinden dolayı eleştirmenin büyük vebâli vardır ve İslâm Ahlakı ile aslâ bağdaşmaz. Nâehil oldukları halde ehilmiş gibi davranan, mürşid, müceddid olmadıkları halde mürşid, müceddid gibi davranan, ömründe hiç tasavvuf terbiyesi, nefis tezkiyesi almadığı halde mürşid ve müceddid ilân edilenler, elbette tenkide tâbi tutulur, Müslümanlar bu tuzaklara düşmesinler, diye ikaz edilirler. 

Pek Değerli Kardeşlerim, Ertuğrul, Üveys, H.İbrahim Kuruçaylı Beyefendiler. Geçmiş olsun, dileklerinize ve şifa temennilerinize çok teşekkür derim. 

Azîz Kardeşim H.İbrahim Kuruçaylı Beyefendi. 

Doğrudur, benim kayıdlarıma göre, Halil oğlu, 1950 doğumlu, Kütahya-Tavşanlı, Kuruçay Köyünden, Ahmed Ali Kuruçaylı, (Babanızla) İstanbul-Çatalca’da Tekâmül döneminde birlikteydik. Babanızdan başka, Tavşanlı Göbel Köyü’nden, Hasan Şirin, Tepecik Köyü’nden, Salahaddin Yıldırım, yine Göbel Köyü’nden, Ahmed Özbay Kardeş’lerim de aynı Tekâmül’de bizimle beraberdiler. Hâlen nerede olduklarını ve ne işle iştigal ettiklerini merâk ediyorum. Aslında, bendeniz, Tavşanlı’nın yabancısı sayılmam. 1966’nın Ramazan ayı müddetince, Tavşan’lı’da kaldım, Ulu Cami’de va’az ettim. Hafızam beni yanıltmıyorsa, sizin köyünüzü de ziyâret ettim, sizin evinizde misâfir edildim. Aradan 50 yıl geçmiş, hatırlayanlar-hatırlamayanlar, hayatta olanlar-âhirete intikâl etmiş olanlar. Babanız ve isimlerini zikrettiğim diğer zevât hakkında kısaca bir ma’lumat lütfederseniz çok memnun kalacağım. Emeğiniz için şimdiden teşekkürler.