MUSTAFA ÇIRPANLI HOCA, TOPÇULAR’DA TEKÂMÜL OKUTMAYA BAŞLIYOR!... 

Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid, müntesiplerinden, fabrikatör, Merhûm, Mehmed Üretmen Bey’e “Mehmet Beeey! Fabrika’da kaç kişiye yemek veriyorsunuz?” Efendim normal zamanlar’da 800 kişiye, kampanya dönemlerinde ise 1.000-1.200 kişiye kadar varıyor.” 

“Mehmed Beeeey! Öyleyse aşçıbaşına söyle, bundan sonra, yemek pişirdiği kazan’lara birer kova daha su ilâve etsin, Evlâdı’mız da işçi’lerle birlikte pişirilen yemeklerden yesinler.” Mehmed Üretmen Bey, “Tabiî başüstüne, emredersiniz Efendim,” diye cevap verir. Efendi Hazret’leri, “Mehmed Beeeey, zâten senden böyle bir cevap bekliyordum,” der, “Allah Sen’den Razî Olsun,” buyurur ve du’a eder. 

Böylece, barınmaları, ibâte’leri daha önce bir şekilde te’min edilen talebe’nin iâşesi de bir şekilde te’min edilmiş oluyordu. Artık, Türkiye’nin muhtelif yerlerinde tekâmül için bekleyen talebe’nin İstanbul’a alınması mümkün hâle gelmiştir. 

Yüze yakın talebe tekâmül için, İstanbul-Rami, Topçular’da toplanır. Çırpanlı Hoca, 1958’in sonlarından i’tibâren Topçularda tekâmül okutmaya başlar. Her gün, ikâmet ettiği, Üsküdar-Çamlıca, Kısıklı’dan, en az, dört vasıta değiştirerek Topçulara gidip-geliyordu. Kısıklı’dan 35-40 dakika devam eden tramvay yolculuğu ile Üsküdar’a, Üsküdar’dan vapurlarla köprüye, oradan Bahçekapısı’na kadar yürür, buradan, en az bir saat kadar devam edecek Bahçekapısı-Edirnekapısı Tramvay’ına binerdi. Edirne Kapısından Topçulara zaman zaman, buradan, civar köylere giden köy postalarına biner, zaman zaman da yürüyerek Topçulara ulaşırdı. 

Çırpanlı Hoca’nın her gün gidip-geldiği bu meşakkatli yolu kat’ederek, haftanın belirli günlerinde Kısıklı’dan-Topçulara, Müceddid de gider-döner, tekâmül talebesine Hatm-i Hâcegân yaptırır ve sohbetlerde bulunurdu. Bu sohbetlerinden birisinde, tekâmül okutan ve hemen yanında yere gömülmüşçesine oturan İcâzetli talebesinden, Mustafa Çırpanlı için, “Evlâdım, sizler kimden ders okuyorsunuz biliyor musunuz? Siz, doğuştan velî olan Mustafa Çırpanlı’dan ders okuyorsunuz,” buyuracaktı. 

(Burada, uzunca bir parantez açmak istiyorum. Mustafa Çırpanlı Hoca, bütün Ulûm-u Diniyye’yi tamamlayıp, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid’den İcâzet aldığında 37 yaşındaydı. İçerisinde dâima bir ukde teşkil eden, hıfzını tamamlayıp, devrin Alanya Müftüsü ve mümeyyiz hey’et huzurunda, imtihanla hıfzını tamamlayıp, Hafızlık Diploması aldığında, 44 yaşındaydı. 

İzmir Ticaret Lisesi, Halk Eğitim Kurs’larına katılıp İngilizce öğrendiğinde yine, 44 yaşındaydı. Bunlardan başka, Alanya’da kendisine aid bahçe’ye yaptırdığı mescide imam ta’yin edildiğinde, 30 yaşındaydı. Alanya Merkez Kur’ân Kursu Fahrî Muallimliğine ta’yin edildiğinde 47 yaşındaydı. Diyânet İşleri Reisliğince açılan vaizlik imtihanını kazandığında 41 yaşındaydı. Yine Diyânet İşleri Reisliği’nin açtığı müftülük imtihanına kazandığında 43 yaşındaydı. 

İzmir İmam-Hatip Lisesi ve İlâhiyyata Öğrenci Yetiştirme Derneği okullarında hocalık yapmaya başladığında, 42 yaşındaydı. İzmir Müftü Müsevvid’liğine ta’yin edildiğinde, 47, Birecik Müftülüğüne ta’yin edildiğinde 48 yaşındaydı. Dört vasıta değiştirerek, zaman zaman da, yaya olarak gidip Topçular’da tekâmül okuttuğunda, 49 yaşındaydı. Aynı yolu aynı şartlarla kat’ederek, haftanın belli günlerinde Kısıklı’dan-Topçulara gidip-gelen Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid, şeker hastalığından muzdarîp ve 71 yaşındaydı.) 

Bu parantez’in içine aldığım bilgiler, bizlere, yâni İmam-ı Rabbânî evladına çok şeyler anlatmaktadır. Üstazına, Mürşidine, izinsiz nefes alıp-vermeyecek kadar bağlı olan birisinin, onun izin ve haberi olmadan, herhangi bir yere müracaat etmesi, vaizlik, müftülük, imtihanlarına girmesi, İzmir İmam-Hatip Lisesinde ve İlâhiyyata Öğrenci Yetiştirme Derneği’nin okullarında ders okutması aslâ mümkün değildi. Keşke, hepimiz, bütün İmam-ı Rabbânî Evladı, “olduk, yetiştik, tekâmülü bitirdik, diyerek “olaçıkagelmeseydik,” de, Merhûm Çırpanlı Hoca’mız gibi okumaya-okutmaya daha çok ehemmiyet atfeseydik de diploma deniliyorsa, al sana diploma! doktora deniliyorsa, al sana doktora! Titr, deniliyorsa, al sana yard. doçentlik, doçentlik, profesörlük diyebilseydik de, mihrab’ları, minberleri, kürsü’leri boş bırakmasaydık, kısacası, Diyânet İşleri Başkanlığı’ndaki hizmetlerinden uzak kalmasaydık, elbetteki Türkiye’deki ve gönül coğrafyamızdaki dînî hayat, çok fark’lı olabilirdi. 

Ellâ Mezhebiyye, mezhebi-zihniyyeti mensuplarının, mihrab’ları, minber’leri ve kürsü’leri işgal etmeye başladıklarından beridir, Aziz Milletimizin İslâm’la şerefyap olduğundan beridir, milletimize hâkim olan Ehl-i Sünnet Akîde’sinden inhiraf edilmiş, sünnet’ler terk edilmiş, bid’atler sünnetmiş gibi uygulanır hale gelmiştir. Cenâze’lerin, bid’at usullerle kaldırılmakta, teşyî edilmekte, Cum’a hutbe’lerinde, Hanefî Ekolü’ne göre, imam-hatip hutbe için minbere çıktığında, cemaat, namazda, tahiyye’de oturur gibi oturur, etrafına bakmaz, dünya kelâmı konuşmaz, “Âmin,” diyemez, Salavât-ı Şerife getiremez. Çünkü bunlar namazı bozan hareketlerdir, sözlerdir. Oysa günümüzde, Diyânet İşleri Başkanlığınca veya il müftülüklerinde hazırlanan hutbeler, neredeyse, birer du’a mecmuası gibidir. Hutbe okunurken sükût etmesi gereken cemaat, sanki “Âmiiin,” alayları gibi, yüksek sesle, yeri göğü inletircesine, “Âmiiiin,” diye haykırıyorlar. İstisnâlar hariç, uzun bir müddetten beridir, Cum’a ve Bayram hutbe’lerinde, Hulefâ-i Râşidîn’in ve Ashab-ı Güzîn’in isimleri zikredilmektedir. Doğrudur, hutbelerde Hulefâ-i Râşidîn’in ve Ashab-ı Güzîn’in isimlerinin zikredilmesi hutbe’nin şartları arasında değildir. Ne var ki, Azîz Milletimizin İslâm ile şerefyap olduğu günden beridir, Peygamber ve Ashab sevgisinin bir nişânesi olarak, hutbe’lerde Hulefâ-i Râşidîn ve Ashab-ı Güzîn’in isimleri zikredilegelmiştir. 

NİÇİN BU DURUMA DÜŞTÜK: 

Diyânet İşleri Başkanlığı, 03 Mart 1924 tarihindeki kuruluşundan 1965 yılına kadar çok kısa, 4 maddelik bir kanunla ve fakat, esas i’tibâriyle hepsi de Osmanlı Medrese’lerinde, müderrislik, dersiâm’lık yapan, Diyânet Müşâvere Hey’etince idare edilmişti. Bu müddet zarfında, liyâkat ve ehliyeti esas alan, hiçbir kimsenin şüphe ve tereddüt duymadığı ehil ve lâyık olanlara açık, imtihanlarla, ehliyet ve liyâkatını isbat etmiş olanlar, Diyânet İşleri Başkanlığı bünyesinde, müftü, vâiz, imam-hatip, Kur’ân Kursu Muallimi ve müezzin-kayyîm olarak vazife alırdılar. 

1965 yılına gelindiğinde, iktidar’da tarafsız birisinin, Kontenjan Senatörü, Suad Hayri Ürgüplü Başkanlığı’nda, dört partinin iştirâk ettiği bir koalisyon hükûmeti vardı. Açıkça ifade edelim, zamanın İlim Yayma Cemiyeti, bu partilerden, Diyânet İşleri Başkanlığını, Başbakan adına tedvirle vazifeli, Bakan’ın, (Devlet Bakanı Merhûm, Mehmed Altınsoy) mensup olduğu partiye seçim masraflarının karşılanması için, önemli bir miktar maddî destekte bulundu, 633 sayılı Diyânet İşleri Başkanlığı Teşkilat Kanunu’nun çıkarılması için baskı oluşturdu. Bu parti “Bu kanun çıkarılmaz ise bu koalisyonu bozarız,” diye, hükûmetin diğer ortaklarını tehdit ettiler. Hükûmetin diğer ortakları, 10 Ekim 1965 tarihindeki Genel Milletvekilliği seçimlerine iktidar’da gidebilmek için bu tehdide boyun eğdiler ve 633 Sayılı kanun, ilgili kuruluşlar ve kamuoyu tarafından hiç tartışılmadan, 22.06.1965 tarihinde T.B.M.M.’sinde kabul edildi. 

Kanu’nun 22/E Maddesi gereği, müftü ve vâiz’lerin, dinî eğitim veren yüksek öğrenim müesseselerinden birisini bitirmiş olmak şartı getirildi. İmam ve Kur’ân Kursu muallimliği için de en az, İmam-Hatip Okullarının 2. Devresini bitirmiş olmak şart idi. Aranan diploma idi. Liyâkat ve ehliyet hak getire!... 

Azîz Kardeşim Muallim Beyefendi. 

1976 yılında, Efendi Hazret’lerinin irtihalinin 17. yılı münasebetiyle hazırladığımız Ufuk Gazetesi Özel Sayısı için bilgi ve belge toplarken Ali Erol Ağabey’e de elindeki bilgi ve belgeleri değerlendirelim, ricasında bulunduğumuzda, bize İcâzetten de bahsetmişti. Fakat o zaman her nedense bilgi ve belge vermekte biraz hasûd davrandı. Hatıratını yazdığı kitapçıkta da İcâzetten bahsetmektedir. En azından bir fotokopisini bize ulaştırabilirseniz, büyük bir memnuniyet ve tehâlukla neşrederiz.