Pek Muhterem’ler, Muallim, A.Lâedrî, Ertuğrul Kardeşlerim. 

Müceddid’in dünyevî ve zâhirî tasarrufunun devam ettiği yıllar’da, İmam-ı Rabbânî Evlâdı, dünyalık, nafaka, istikbâl hiçbir şey düşünmeden, Müceddid’in, “Dünya ve dünya’daki her şey zıl’dir (gölgedir). Gölgeyi önünüze alır, onu kovalamaya başlarsanız, gölge hep sizden önde gideceğinden, yetişmeniz mümkün olmaz. Siz gölgeyi arkanıza alır yürümeye devam ederseniz, gölge sizi ta’kip edecektir.” 

Bu bakımdan, İmam-ı Rabbânî Evlâdı’ndan birisi, bir yere hizmet için gönderildiğinde, “orada, nerede kalacağım, ne ile geçineceğim gibi şeyleri aslâ düşünmez, hiç tereddüt etmeden, “Ale’r-Re’si Ve’l-Ayn”, (başım ve gözüm üstüne) diyerek hemen hareket ederdi. 

Müceddid’in bir işâretiyle müftülük makamını, maaşını hiç tereddüt etmeden bırakıp ihtiyaç duyulan yerde ders okutmaya koşardı. 

Aynı durum, Müceddid’in bâtinî ve tasarrufu Hakîkiye geçişinden sonraki on yılda da aynen devam etti. 

Bu sürede, Türkiye çapındaki Kur’ân Kursu derneklerini bünyesinde toplayan, Türkiye Kur’ân Kurs’ları Federasyonu kuruldu. Ba’zılarımız ilk def’a asıl hizmetin dışında da vazife almaya başladık. 

1970 yılının Zaferler ayı, Ağustos ayında, biraz da, bir emrivâki ile, Haftalık UFUK Siyâsi Gazete’yi çıkarmaya başladık. Asıl hizmetin dışında ba’zı kardeşlerimiz Ufuk Gazetesi’nde vazife aldılar. 

1971 yılının Kasım ayında, bu sefer, Milliyetçi-Muhafazakâr çevrelerin en mu’teber gazetelerinden, günlük Bâbıâlide Sabah Gazetesi’ni bünyemize dâhil ettik. Bizim Ufuk Gazetesi’nde yaptığımız gibi, özellikle Milliyetçi-Muhafazakâr cenah’taki gazetelerin kendi te’sisleri bulunmadığından, devlete ait Güneş Matbaasında veya Özel Sektör Matbaa’larında, dizdirip-bastırmak durumundaydılar. 

Allah’ın lütfu ile, ilk def’a olarak biz, Türk Matbuatı’nın merkezinde, İstanbul Cağaloğlu’nda, kendimize ait, husûsî gazete ve matbaa binası olarak, binamızı inşa ettirdik. Devrine göre, en modern dizgi ve baskı te’sislerini kurduk... Türkiye çapında dağıtım hariç olmak üzere, te’sislerimiz tam entegre idi. Kağıt, te’sislerimize bobin olarak girer, paketlenmiş gazete olarak çıkardı. 

Te’sislerimizde, kendi gazete’lerimiz, takvim ve kitaplarımız dışında, başkalarına ait, sekiz ayrı günlük gazete’nin, ba’zılarının yalnız baskısı, ba’zılarının da hem dizgisi hem de baskısı yapılmaktaydı. Ayrıca, onlarca süreli yayın, başkalarına ait takvim ve kitap baskısı da yapılmaktaydı. Gazete’lerimizin Türkiye’nin bütün büyük illerinde bürosu, bütün diğer il ve ilçe’lerde de temsilcilikleri vardı. 

Ufuk Siyâsî Gazetemizin 50 bin civarında haftalık satışı, 50 bin civarında da yurtiçi-yurtdışı abonesi bulunmaktaydı. 

Günlük Sabah Gazete’mizin tirajı 100 binlere yaklaşmış, dürüst, tarafsız, dini, milleti, devleti öne alan siyâsî kamp’lara i’tibar etmeyen bütün partilere eşit yakınlıkta-uzaklıkta olan, Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın önüne, haberleri, makaleleri altı çizilerek konulan, bütün mahfillerin i’tibarını kazanmış, bir gazeteydi. 

Kitapçılık servisimizde, devrine göre bestseller, tiraj rekorları kıran kitap’lar neşrediliyordu. 

Amatör spor dallarına el atmışız; Türkiye’de, İstanbul’da, ilk def’a olarak, Amatör Sporlar Şûrasını topladık. Yine İstanbul’da, Türkiye Boks Turnuvasını İstanbul, Spor ve Sergi Sarayı’nda tertip ettik. 

Cumhurbaşkanlığı Türkiye Bisiklet Turu’nun, tek başına sponsorluğunu yaptık, her etap’ta bisikletçileri, hakem he’yetini, resmî heyetleri binlerce kişi karşıladı. Son etap, Alanya etabında, bisikletçileri, hakem heyetini, resmi heyetleri, 10 bin kişi karşılamıştı.

Bizim sponsorluğunu yaptığımız ve tertibini üstlendiğimiz bu tur, o zamana kadar yapılan turların en başarılısı seçilmiş, Cumhurbaşkanlığı’ndan, Başbakanlıktan, Gençlik ve Spor Bakanlığı’ndan, Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’nden övgü dolu takdirnâmeler almıştık. 

1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra, Ada’nın ma’nen de fethine katkı olsun diye çok başarılı, “Kıbrıs’a Kitap Kampanyası” tertip ettik. Başta İstanbul Müftüsü, hayatta olan Dersiâmlar, ulema, muhtelif üniversitelerimizden bilim adamlarımızın oluşturduğu, bir jüri ma’rifetiyle seçilen kitaplar, Mersin Limanına Tır’larla, Mersin Limanından Girne’ye bir gemi ile gönderildi. İstanbul’dan-Mersin’e, Kitap Filosu’nun uğradığı her şehirde onbinler karşılamış, kucakları kitaplarla dolu olarak “ne olursunuz bizim kitaplarımızı da kabul ediniz,” diye yalvarmışlardır. 

Bunları niçin yazdım. 

Şunun için, artık çok olmaya başlamıştık. Bir yere kadar hoş karşılanabilirdi. Ama, biz yaptıklarımızla müsamaha sınırlarını zorlamıştık, hattâ bu sınırları çoktan aşmıştık. 

Öyleyse düğmeye basılmalıydı. Basıldı da. 

Öyle bir fitne, öyle bir fırtına koptu ki, etraf toz duman altında kaldı. Neye uğradığımızı anlayamadık. Yangın dört bir taraf’tan cehennemî bir hal almıştı. Neyseki, başımızda, müdebbir, mu’tedil bir Zât-ı Muhterem vardı. 

Bu fitne zuhur ettiğinde, yangını, çıktığı yerde bastırıp söndürmesi beklenen, bir nev’i itfaiye vazifesi yapması gereken ba’zı zevât, İstanbul’da ve Anadolu’nun ba’zı şehirlerinde, yangına körükle ve benzinle müdâhale ettiler, fitne’nin daha da büyümesi, ateşin söndürülemez bir noktaya ulaşması için ellerinden geleni yaptılar.

Bu fitne, başımızda bulunan müdebbir, mu’tedil zât sâyesinde, onun dirâyetli idaresi altında, fazlaca bir hasara meydana verilmeden söndürüldü. 

Açılan rahne, açılan gedik, kolay kapatılır bir gedik değildi. Toparlanma ve eski günlere dönme çabalarımız, 1980, 12 Eylül Darbesiyle akamete uğrayacak, müessese 1983 yılında tasfiye edilecekti. 

12 Eylül 1980 Darbesi’nin en zarardîde, mahkûru ve mazlûm’larından birisi de biziz. 

Hiçbir gerekçe göstermeksizin, Millî Güvenlik Konseyi’nin, zamanın birinci Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı, Necdet Üruğ’a Cumhuriyet Gazetesi’nin kapatılması için verdiği ta’limat üzerine, Üruğ Paşa’nın, yardımcılarına “tek başına Cumhuriyeti kapatırsak gazetecilerden çok i’tiraz gelir, Cumhuriyet muâdili sağ cenahın en kuvvetli gazetesini de birlikte kapatırsak, çok fazla i’tiraz gelmez”, demesi üzerine bizim gazetemiz de Cumhuriyetle birlikte kapatılmıştır. Örfi idare-keyfi uygulama, denge siyâseti, “bir onlar’dan bir bunlardan, bir sağ’dan, bir de soldan”...

Gazete kapatıldığı için, satış gelirleri, abone gelirleri, resmî ilân ve reklâm gelirleri tamâmen kesildiği halde, çalışanların ücret’leri ve diğer carî masraf’ların büyük bir bölümü devam ettiği için, “yoktan var etmek Allah’a mahsustur,” tabi ki müesseseyi ayakta tutmak imkânsız hâle gelmiştir. Keşke bu büyük fitne bizim için son fitne olsaydı. Heyhât! Bu fitne-i Uzmâ’yı başkaca artçıl fitneler ta’kip etmiştir. Zuhur eden bu ikinci fitne her ne kadar birinci fitne kadar şiddetli olmamışsa da, tahribatı büyük olmuştur. Ne yazık, bu fitne’nin açtığı rahneler henüz kapatılamamış, açtığı yaralar hâlâ sarılamamıştır. 

Ashab döneminde, büyük fitneye ma’ruz kalan sahâbî’lerden ba’zıları, fitneye taraf olmamak için Medine’yi, Mekke’yi terk edip, bâdiye’de, çöller’de yaşamayı tercih etmişlerdir. 

Fitne zuhur ettiğinde, haklı haksız aranmaz. Ashab dönemindeki büyük fitne’de, Ehl-i Beyt’den, bütün mü’minlerin annesi, Vâlidemiz, Aişe Annemiz, Haz.Muaviye’nin yanında, yine Aşere-i Mübeşşere’den (cennetle müjdelenenlerden) Haz.Talha ve Haz.Zübeyr’in de yine Haz.Muaviye radiya’llahu anh’in yanında yer aldığını biliyoruz. 

Fitne durulduğunda, Halife Haz.Ali Efendimiz, Annemiz Haz.Âişe’yi, atlardan, develerden ve gücü kuvveti yerinde muhafızlardan oluşan büyük bir kervan ile Basra’dan Medine’ye derin bir saygı ve hürmetle uğurlamıştır. 

Sizlere tavsiyem. Fitne’nin şu şekilde veya bu şekilde, şuraya veya buraya savurduğu insanlar hakkında hüküm verirken, biraz da bu gözle bakmanızdır. Bu dünya’da yalnız siyah ve beyaz renk yoktur. Başka renkler de vardır, siyaha yakın, beyaza da yakın, gri zeminler de vardır. 

Görüş sahamıza aldığımız, haklarında şu veya bu şekilde hükümler verdiğimiz insanlar hakkında, biraz insaflı olalım, ifrad ve terite düşmeyelim.. 

Bu ikinci fitne’de, devrin Büyüğü’nün emri, bilgisi dâhilinde, bu fitne’den sonra sağa-sola savrulanlarla, alaka ve münasebetlerimi hiç kesmedim. Büyüğümüze şöyle arz etmiştim: “Efendim, bizim disiplinimizden olmayanlarla belli şartlarda ve belli ölçülerde temas kurulması için bendenizi vazifelendirdiniz; izin verirseniz, hep bilginiz dahilinde, bu zevat ile münasebetlerimi devam ettireyim, devam ettireyim ki, kendilerini sürekli i’tidâle da’vet edeyim, daha büyük tahribatı bir ölçüde önlemeye çalışıyım.” 

Teklifim uygun bulundu. Belli seviye’de ve belli ölçülerde ve katiyyen, Büyüğümüzün bilgisi dahilinde münasebetlerimiz devam etmiştir. O devirdeki Büyüğümüzün en baş yardımcısı olan zât, bu söylediklerimin şahididir...