Pek Değer’li Muallim Kardeşim, ma’lûm remzi kullanan şahs’ın gerçek adını, soyadını, kimliğini tasrîh buyurmuşsunuz, teşekkür ederim. 

“HOCAM” Remziyle, 18.12.2017, saat 10.40, 10.41, 10.42, 10.55 i’tibariyle, “Yorumcu’lara cevaplar ve mutala’alar!.. (4/08)” yorumlarıyla, alakalı olarak, yaptığınız altı yoruma, teker teker cevap vermeyeceğim.” Kellim, kellim, Lâ Yenfa vaziyet,” Demiştiniz, dedim ki,” hâlidir. Yorum’larınızdaki en güzel cümle’ler, “Allah’a emanet olunuz, “Kolay Gelsin!...” cümle’leridir. Sadece, bu havale ve temennileriniz için bile, Size sonsuz teşekkürlerimi arz ederim. 

Berâhîn ile ortaya koyduğumuz, “Nâfile namaz’ların cemaatle kılınmasının tahrîmen mekrûh olduğu, tahrîmen mekrûh olan bir şeyden ecir ve sevap beklemenin, haramı helâl, helâli haram addetmekten, bir derece aşağı olduğu, İmâm-ı Rabbânî, Müceddid-i Elf-i Sânî Hazretleri ve onun mektubatı şâhid gösterilerek, isbat edilen bir husus hakkında bile, “Bir de şu Muhterem Zât’a bir sorsaydınız,” demenizden de anlaşılacağı üzere, Sizinle hiçbir hususta anlaşamayacağımız ortaya çıkmıştır. Bundan sonra tartışmanın bir ma’nası kalmamıştır. 

Uzunca Yorumunuza, Dâîmî Yorumcu’larımızdan, Pek Muhterem ve Aziz Kardeşimiz, Osman Karaman Beyefendi ile, ilk def’a, “Aczimin Giryesi” Remzini kullanarak yorum yapan Kardeşimizin cevâbî yorumlarını bu sütunlara aynen nakledeceğim. 

Değer’li Kardeşimiz, Osman KARAMAN Beyefendi, 20.12.2017, saat 15.46 i’tibâriyle, yaptığı yorumunda, “Hocam remzini kullanan şahıs; Mustafa Hocam’ın ehl-i Sünnet büyüklerini tenkid etmediği iddiasını nakzetmek için, Merhum Ahmed Denizolgun ile Alihan Kuriş Bey’i, cenaze merasimlerindeki tutumları sebebiyle eleştirmesini delil olarak göstermiş. Çok şükür, Merhum Ahmed Bey’in ve Alihan Bey’in “ehl-i Sünnet büyüğü” olduğunu ve dolaysiyle tenkid’den muaf olduğunu da bu vesiyle ile öğrenmiş olduk!... Bu çocukça iddia’ya, gülsem mi, ağlasam mı bilemedim. Cemaatin idarecilik vazifesini deruhte etmiş bu Muhterem zevât’a, elbette hürmet edebilir, muhabbet besleyebilirsiniz. Bu ayrı bir şey... Fakat, ehl-i Sünnet büyüğü olmak; ilmî, amelî, fıkhî, bâtînî birçok hususu hâvî bir müktesebât gerektirir. Bu işler bu kadar kolay mı?! Hadsizliğin âlemi yok. Kaldı ki, ehl-i Sünnet akîdesine göre, enbiyâ-i i’zâm dışında kimse ma’sûm da değildir. Dolaysiyle eleştiriden muâf da değildir. Elâleme akıl vereceğinize evvelâ gidip bir Tecdîd-i İmân yapmanızda fayda var.” diyor. 

“Aczimin Giryesi” remziyle, 22.12.2017, 00.32 i’tibâriyle Yorumunda, “HOCAM-1 Muhterem Kardeşim. Evvelâ, karşı çıktığınız fikirlere bile, edeple mukabeleniz için tebrik ve teşekkür ederim. Farklı his ve fikirlere sahip olduğumuzu düşünüyorum. Ama, siz mutlakâ iyi bir insan, iyi bir kardeşsiniz. Sadede gelirsek, bu yorumu yazmakta çok tereddüt ettim, zor karar verdim. Başlayayım. “Bu yanlışsa neden Kemal Ağabeyimiz zamanında hemen Ağabeyimize haber verip bu yanlışı düzeltmediniz.” “Bunu sen ben kılsak geçiştir ama, ortada Üstaz’ımız var, bu konuda yanlışsa bile bu yanlışlığı ortaya çıkarmanız gerekirdi.” “Bugün attığınız her adımı mensubu olduğunuzu iddia ettiğiniz Câmia’nın büyüğüne danışıyor musunuz?” Ferhan Ablamızın cenazesiyle ilgili Ahmed Ağabeyimizin uygulamasını, yine Ahmed Ağabeyimizin cenazesiyle ilgili Alihan Ağabeyimizin uygulamasını eleştirmekten geri durmadınız.” “Hem bu Câmia’dan olduğunuzu her dem söyleyip hem de bu Câmia’nın liderlerini eleştirmek hele de kamuoyu önünde, bir tezad olmuyor mu sizce?” gibi sözlerinizle, Mustafa Hoca’yı köşe’ye sıkıştırmaya çalışmışsınız. 

“İktibas ettiğim sözleriniz ve benzerleriyle Mustafa Hoca’yı köşeye sıkıştırmaya çalışmışsınız. Eh, mevcud bütün şartları göz önüne getirdiğimizde bu Câmia’dan yetişmiş ve hâlâ bağlılık hissi olan bir kişinin sıkışmaması çok zor. Ama, Muhatabanızı lehinize şartlar karşısında sıkıştığı için konuşamaz hâle getirmeyi başarmak haklılığınızı ispatlamaz. Hem “Bunu söylerken hâşâ! Onlara hadsiz bir kimlik vermiyoruz.” diyorsunuz hem de tenkidinizin temeli, hep “Niçin eleştiriyorsunuz?” cümlesinde sâbitleniyor. Yâni “eleştirmeyin,” diyorsunuz. Ölçünüz şerîa’t ise, dünya’da, eleştirilemeyecek insan yoktur. Tenkid yanlışsa, tenkîd edilen tavr’ın doğruluğunu ispatlarsınız, biter. Tenkide mânî olmak niye? “Onlara hadsiz kimlik vermiyoruz,” diyorsunuz çok güzel. Pekiyi! Bahsettiğiniz isimlerin bir tek hatasını şuracığa yazabilir misiniz? Hatâ görmemek de görülse bile ifade etmemek de aynı sebepten kaynaklanır; Lâyüsel görmek, yâni, ilahlaştırmak. Bu en büyük sapmadır. Sizi de kendimizi de bu hata’dan uzak tutması için, Allah’ımıza du’â ederiz... 

“Aczimin Giryesi,” remizli Kardeşimiz, 24.12.2017, saat 00.22 i’tibâriyle yaptığı yorum’da, Dâimî Yorumcu’larımızdan, Muhterem, Osman KARAMAN’a hitâben bir Cevâbî yorum yapmıştır; Ehemmiyetine binâen, kayda geçirmek için buraya aynen alıyorum. 

“Osman Karaman’a...  Muhterem kardeşim. Benim söylemek istediklerimi hemen hemen aynıyla ifade etmişsiniz. Teşekkür ederim. Hz. Peygamber salla’llâhu aleyhi ve sellem dışında, Lâyüs’el bir beşer yoktur. Sahâbe’nin yeri de vardır ve Sahâbe Efendilerimiz üzerine titremeliyiz. Mürşid-i Kâmiller de bağlılarının arasındaki münasesât farklıdır; ama, onun bıraktığı topluluğu idare için başa geçmiş kişiler mürşid-i Kâmil değildir. Mürşid-i Kâmil değildir, demek aradaki münasebetin mürşid-i Kâmiller’den farklı olacağını da anında ortaya koyar. Dolaysiyle, Peygamber, Sahâbe ve mürşid-i Kâmil olmayanların onlardan rol çalması ve kendini onlar gibi görmesi büyük hata’dır. Yâni, üstaz’ların yerine gelen eşhâs’ın söz ve tavırlarının şerî’at ölçüsüne vurulması, sonra da –varsa- yanlışlarının ortaya konulması gâyet normal bir şeydir. Hattâ, normali bırak, bu bir vazife-i Kübrâ’dır. Çünkü bu yapılmazsa, bir müddet sonra, istikâmetten sapmalar olması mukadderdir. Büyüklerin, “Yoksa şerî’at, şeytan işi tarikat,” demeleri bundandır.” 

Azîz Osman KARAMAN Beyefendi. 22.12.2017, saat 15.54 i’tibâriyle, Yorumunuzun Cevabıdır: 

Azîz Kardeşim. Mes’ele, yalnız, lisan ile nutk ile niyet edilmemesi mes’elesi değildir; Cum’a günleri ve diğer vakitlerde Farz namazlar için, kâmet, saf’ların tanzimi, niyet (kalbin-ruhun, cinan’ın hazır olması) en az, yedi kerre, “Este’ğfirullah!” denilerek isti’ğfâr edilmesi, müezzin’in, “Kad Kâmetü’s-Salât”ın ikincisi bittiğinde imam’ın derhal, iftitah-tahrîmiye tekbirini alması, cemaatin aynı anda, ne bir an önde, ne de bir an sonra uymaları, müezzin yemin ederek “namaz başlamıştır,” sözünün yalan çıkarılmaması gibi daha bir dizi, bid’ate işaret edilmiştir. Cem-i Gafîr arasından, yüzlerce kişi teşekkür ederken, sadece bir kişi, “Emekli vâiz, Mustafa Akgül ile, Emekli imam-Hatip, Emrullah Hatipoğlu’nun arkadaşı bir İlâhiyatçı olduğunu söyleyen bir zât, i’tiraz değil ama, “Hocam! Bu söyledikleriniz Diyânet’in kitaplarında var mı? Cenaze ve bayram namazlarında açıkça dil nutku ile niyet edilmektedir; bunlar için ne buyuruyorsunuz? Dil nutku ile yapılan niyet’lerin mahzuru nedir? diye ba’zı sualler tevcih etti. 

Ben de kendisine, Niyetin namaz’ın şartlarından olduğunu, bütün fıkıh kitap’larında niyetin, “İrâdetü’L-Kalb,” (Kalbin muraad etmesi) olarak tasrîh ve tavzîh edildiğini, İmam-ı Rabbânî, Müceddid-i Elif-i Sânî, Hazret’lerinin Mektubâtında, Lisan nutku ile niyyetin bid’at olduğunu yazdığını söyledim. Mektubatı kendisinin de okuduğunu benim söylediğim gibi anlamadığını ifade etmesi üzerine, Alakalı Mektubun aslını, tercümesini kendisine verdim. İkinci hafta i’tiraz eden kişinin, Şâfiî Mezhebini taklid eden bir Kardeşimiz olduğu anlaşıldı. Kendisi namaz’dan sonra yanlış anladığını ifade ile özür diledi... 

Biraz araştırdım. Diyânet İşleri Başkanlığı, Türkiye Diyânet Vakfı, İSAM, İslâm Araştırmaları Merkezi’nin hazırlattığı, İlmî Müşâvere ve redaksiyon hey’etinde, Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Prof. Dr. Ali Bardakoğlu ve Prof. Dr. H.Yunus Apaydın’ın bulunduğu, ilmihal 1.Cild, Sahife 238’de şöyle denilmektedir. Niyet, “azmetmek, kesin olarak irade etmek, kastetmek,” demektir. Daha açık bir ifade ile, kalbin bir şeye karar vermesi, hangi işin ne için yapıldığının açıklıkla farkında olunmasıdır.”

Fatih Dönemi âlim’lerinden, Müftî-yi Benâm, Molla Husrev Hazret’leri, Dürer adındaki Fıkıh dalındaki Muhalled Eserinde, “Niyet irade’dir, şart olan kalbiyle kıldığı namazın hangi namaz olduğunu bilmesidir. Lisan ile zikredilmesine i’tibâr olunmaz,” buyurur. Yine Molla Husrev, Dürer’in, “Sıfat-ı Salât Babında,” “Müezzin Kâmette, “Hayye’lesslât,” dediğinde, sür’atle kıbleye dönüp namaza hazır bir vaziyette beklenilmesi gerektiğini, (çünkü bu, hemen koşun ve kıbleye dönüş tekbir’e hazır olun, acele edin,” demektir. Müezzen, “Kad Kâmeti’s-Salât,” dediğinde de imam tekbir alıp namazı başlatmalıdır. Çünkü müezzin, emîn’dir, yalan söylemez, namazın başladığını haber verdiğine göre, namaz başlamalıdır ki, müezzin yalan’dan kurtulmuş olsun,” diyor... 

Azîz Kardeşim, Osman Karaman Beyefendi. Dürer’de ve ba’zı İlmihal kitap’larında, her ne kadar, “Lisan ile zikre her ne kadar i’tibâr olunmasa da, dil ve kalb azimetini birleştirdiği için güzel olur,” denilmişse de, -ki, bu görüş, “Evet, lisan ile zikir, sonradan ihdas edilmiştir, sonradan ihdas edilen her şey bid’attir, ne var ki, ba’zı, bid’atler, Bid’at-i Hasene’dir,” diyenlerin görüş’lerini aksettiriyor. Halbuki, Hicrî ikinci bin’in Müceddidi, aynı zamanda, Müçtehîd olan, İmam-ı Rabbânî, Müceddid-i Elf-i Sânî, Ahmed-ü Faruk es-Sirhindî (k.s.) Efendi Hazret’leri, her bid’at dalâlettir, hiçbir bid’atta herhangi bir güzellik yoktur buyurur. 

Niyet mevzu’u’nda ise, “Bunun gibi, ulemâ, yâni, ulema’dan ba’zıları, namaza niyette, kalbî irade ile birlikte, lisan ile zikri de güzel görmüşlerdir. Halbuki ne Nebî aleyhisselâm’dan, ne Ashab-ı Kirâm’dan ve ne de, Tâbiîn-ı I’zâm’dan, sahîh veya zayıf rivâyet vardır. Şüphesiz onlar, kıyâm’dan hemen sonra, tekbîr alırlar namaza başlarlardı. Bu durum’da, lisan ile zikir bid’attir. Ve onlar, ba’zı ulemâ, bunun bir bid’at-i Hasene olduğunu söylemişlerdir. Bu Fakîr, (İmam-ı Rabbânî Tevâzuan kendisini kasdediyor), bu bid’atin, sünnetten ziyâde, bir farzı ortadan kaldıran bir bid’attir. İnsan’ların çoğu, bu takdirde, yalnız lisan ile zikri kâfi görüyor, cinân ile (kalben, rûhen) hazırlanmadan kalbî gafletten kendisini kurtarmadan namaza duruyor ki, bu farz olan kalbî niyetin bütünüyle ortadan kalkması demektir ki, bu namazın fesadına götürür.” buyurmaktadır. (Mektûbât Cild 1, Sahife, 160/M.186) 

Görüldüğü üzere, Mevzu’u bahsimiz mes’ele, Mâverâü’ş-Şerîa, yalnız, ehl-i tasavvuf ve ehl-i Tarîkati alakadar eden bir mes’ele değildir; Doğrudan, Zâhir-i Şer’î ve Fıkhî bir mes’ele’dir. Müceddid-i Elf-i Sânî’nin ve Asr’ımızın Müceddidî’nin, birincil, vazifeleri, dolaysiyle bizlerin de birincil vazifesi, “Sünnet’leri ihyâ, bid’atleri imhâ, Müslüman’ların bid’atlerden hazer etmelerini te’mindir. Tebliğ’in zamanı ve mekânı yoktur, bütün zamanlar ve bütün mekânlar teblîğ mahallidir, muhatapları ise tek bir kişi bile kalsa, Müslümanlardır. Bendeniz, 54 yıldan beridir, kürsî’lerdeyim. “İnsanlara akılları ve idrakleri nisbetinde hitap ediniz, “Kellimû,” konuşunuz,” ölçüsünün de, şuurundayım. Kadıköyü’nde ilk def’a da va’az ediyor değilim. “Bugün Memlekette namaz kılanların oranı en iyimser ihtimal ile, %10-20 mertebesindedir. Onların da ekseriyyeti niyetini dil ile yapar. Memleketin realitesi bu iken, niyetin kalben veya lisânen yapılmasının ne ehemmiyeti var?” buyuruyorsunuz. Sünneti hafife almak, bid’atleri terviç, en azından ihmal edilebilir görmek değil midir?