Değer’li, Osman Karaman Kardeşimiz Beyefendi. 13.11.2017, saat 15.48 i’tibâriyle yaptığınız yorum’un ikinci bölümünün cevabıdır. 

Azîz Kardeşim. Silsile-i Zeheb-Silsile-i Saâdât’a, 18.Asr’ın son çeyreğinde, Mevlânâ Halid-i Bağdâdî’yi, paslanmış bir demir halka olarak ilâve ettiler. Teselsül koptu, Nisbet-i Sahîha fesada uğradı. Daha önce, bu husus, “Cum’a Sohbeti” köşemizde ve bu köşe’de, yorumcu’lara verilen cevaplarda, muhtelif vesiylelerle, tafsilatıyla anlatılmıştı. Arşivler’de bulunabilinir. 

Paslı Demir Halka, Hâlid-i Bağdâdî’den i’tibâren, muhtelif gruplar, ayrı ayrı, kendi silsile’lerini teselsül ettirmişlerdir. Erenköylü’ler, bir başka silsile, Çarşambalı’lar, bir başka silsile, İskenderpaşalı’lar, bir başka silsile, Hüseyin Hilmi Işık Efendi’nin talebesi, bir başka silsile teselsül ettirdiler. Tabiî ki, Menzilçiler de, bir başka silsile teselsül ettirdiler. Teselsül ettirilen bu silsile’lerde, öyle halkalar vardır ki, masondur. Yine öyle halkalar vardır ki, mahkeme kararı ile şeyh yapılmıştır. Öyle halkalar da vardır ki, nisbeti Kâdirî iken, Nakşibendiyye şeyhi ilân edilmiştir, Ve yine öyle halkalar vardır ki, bir gün bile seyr-i Sülûkü yoktur, hiçbir tasavvuf terbiyesi almamıştır, tezkiye ve tasfiye yolunda herhangi bir gayreti ve çabası olmamıştır. 

Bu gruplar, Silsile-i Zeheb-Silsile-i Saâdât’a, Silsile’nin 28. Halkası, Abdullah-ı Dihlevî (k.s.) Efendi Hazret’lerinden sonra, bu Silsile’ye demir halka Halid-i Bağdâdî’yi eklediler ve teselsül ettirdiler. Halbuki, Zikr-i Hafî’nin, umûmiyyetle, Nakşibendiyye olarak bilinen, İmam-ı Rabbânî, Müceddid-i Elf-i Sânî Hazret’lerinden i’tibâren de, “Müceddidiyye,” olarak zikredilen, silsile, Abdullah-ı Dihlevî’den sonra, Hafız Ebû Said Sahip (k.s.), ondan sonra, Habîbullah Can-ı Canan (k.s.), ondan sonra, Muhammed Mazhar Îşân Can-ı Cânan (k.s.) Ondan sonra, Salâhüddîn İbn-i Mevlânâ Sürâcüddîn (k.s.) ve bu Silsile’nin 33., hâlen, tasarrufu bitemâmihâ ve bikemâlihâ, devam eden ve ilâ Mâşâ Allah! devam edecek olan, Ebû’L-Fâruk, Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) Efendi Hazret’lerine kadar, teselsül, tam ve nisbet sahihtir. Bu hususta bizim imanımız, şeksiz-şüphesiz tam’dır. 

Aziz Kardeşim. Nispet, Nispet-i Sahîha, tereddüt kaldırmaz. Çatal Kazık Yere Geçmez... 

Aziz Kardeşim, Osman KARAMAN Beyefendi. 

13.11.2017, saat 15.57 i’tibariyle yaptığınız yorumun cevabıdır. Aziz Kardeşim. Geçmiş’te, Dârü’L-İslâm-Dârü’L-Harp, tartışmaları, asıl mecrasından uzaklaşılarak yapılan bir tartışma idi. 

Tartışmasız olan, tartışılmayan, tartışılmaması gereken, “Dârü’L-Harp’de, Müslüman ile harbî arasında, muamele’lerde, ribâ’nın haram olmamasıdır. Harp halinde, düşmanı, mâlî bakımdan da, za’af’a uğratmak maksadıyla, hileye başvurulabilinir. Harbî’ye vermemek şartıyla faiz-riba alınabilinir, ütmek garantisi varsa, kumar oynanabilinir. Yalnız, Dârü’L-Harp’ta, Müslüman ile harbî arasında daha başka hükümler de vardır. Harbî ile Müslüman arasında, ırz ve namus ısmetinin (ma’sûniyyetinin) bulunmaması gibi... 

Asıl Fıkhî ve Şer’î Mes’ele, neresinin Dârü’L-Harp, neresinin, Dârü’L-İslâm olduğudur. 

Dârü’L-Harp: Ehl-i İslâm ile aralarında, herhangi bir anlaşma ve musalaha bulunmayan bütün, gayri Müslimlerin ülkeleri, Dârü’L-Harb’dir. 

Dârü’L-İslâm ise, Müslüman’ların eli altında, hâkimiyyeti dâiresinde bulunan, Ahkâm-ı İslâmiyye’nin tatbîk edildiği, Cum’a ve bayram namazlarının kılındığı ülke’lerdir. 

Müftâbih olan, herhangi bir ülke, bir kerre, Dârü’L-İslâm olmuş ise, artık, o ülke, kıyâmete kadar Dârü’L-İslâm’dır. 

T.C. Devleti’nin, bütün İslâm ülke’leriyle, NATO İttifakı gibi başka ülkelerle, ittifak içinde veya ikili anlaşmaları bulunan bütün ülkeler, Dârü’L-Harp olmadığına-olmayacağına göre, günümüzde neredeyse, Dârü’L-Harp yoktur. Öyleyse, Dârülharb’de, harbî ile, Müslüman arasında cârî, hükümler de artık, mevzu-u bahis değildir. 

Pek Değer’li Ertuğrul Kardeşimiz. 14.11.2017, saat 02.38, 14.1.2017, saat 14.32 i’tibâriyle yaptığınız yorumların cevabıdır. 

Aziz Ertuğrul Kardeşim. Şu an için, Zikr-i Hâfi Yolu’nun, Silsile-i Zeheb-Silsile-i Saâdât’ının, 33. ve şimdilik son Halkası, Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) Efendi Hazret’leridir. Son Halkası demek, “Hâtemü’L-Evliya,” demek değildir. Sünnetü’llâh gereği, Efendi Hazretlerinden sonra, mürşid ve müceddid’ler gelebilir. Yeni müceddid ve mürşid zuhur edip, Sell-i Seyf ile vazifesini izhar, irşâd ve ihdâ ehliyet ve liyâkatini isbat edinceye kadar, hâlen, Mürşidimiz, Müceddidimizin vazifesi, bitemâmihâ ve bikemâlihâ devam eder. Bir mürşid ve müceddid’in, Tasarruf-i Hakîkî’ye geçişinden, ebediyyete intikalinden sonra da, irşâd ve tecdidinin devam etmesi, Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) Efendi Hazretlerine has bir durum değildir. Silsile-i Zeheb-Silsile-i Saâdât’dan, ba’zı şeyh’ler asırlar sonrası bile, Üveysî olarak irşad, ihya ve tecdîd vazifesini deruhte etmişlerdir. Ruhâniyyet âleminde, bir fâni’nin, ma’nevî irşad, ihya ve tecdidinin devam etmesi, fâni’nin bâkî olduğunu göstermediği gibi, bunu söylemek de fâni’ye bâkî rütbesi vermek demek değildir. 

“Şüphesiz Allah, her bir yılın başında, dini’ni tecdid edecek birisini gönderir,” Meâlindeki hadis’ten, zaman-mekân mefhumları, semâvât ve arz’ın yaratıldığı günden beridir, varolduğuna göre, Hicrî-Kamerî tarih, Peygamber’imizden sonra, Haz.Ömer’in hilâfeti zamanında kullanılmaya başlandığına göre, Kamerî-Milâdî fark etmiyor, her yüzyıl bir asır demek olduğuna göre, her bir yüzyılın veya asr’ın başında demek, 1, 301, 1, 401 gibi, muayyen tarihler değil, hiçbir asr’ın, müceddidsiz kalmaması şeklinde anlaşılmalıdır. 

Üveys Remziyle, 16.11.2017, saat 19.01, USMAN Remziyle, 16.1.2017, saat 22.31 ve Halil İbrahim Kuruçaylı Kardeşimizin, 17.1.2017, saat 14.09 i’tibariyle yaptığınız yorum’ların cevabıdır. 

Akademik Hayatının, hemen hemen, tamamı, Devlet Üniversite’leri arasında, FETÖ’nün en ziyâde yuvalandığı, hâlen dâhi, irtibatı ve iltisakının devam ettiği, bir Üniversite’de geçmiş, ihtisası ve bütün müktesebatı, Dinler Tarihini araştırmak olan, yazdığı kitapların neredeyse, tamamı, Hıristiyanlıkla alakalı, geçmişte, Dinlerarası Diyalog toplantılarının neredeyse hepsine katılmış ve ekserisinde bizzat yönetici olarak bulunmuş birisi, FETÖ’cü’leri Diyânet’den tasfiye için Diyânet’in başına getirilirse, elbette, bize, Memleketimiz dahilindeki ve bütün gönül Coğrafya’mızdaki, Ehl-i Sünnet Müslümanları adına, bu sualleri kendisine tevcih hakkı doğar. Ne demişler, “Hamama Giren Terler,” Tevcih ettiğimiz bu suallere muknî cevaplar vermez-veremez ise, aslâ, o koltuk’da oturamaz... 

Değer’li Kardeşim, “İSTANBULLU”, Remziyle yaptığınız, 19.10.2017, saat 01.23 i’tibâriyle yaptığınız yorum, kelime kelime, şöyledir; Maksad münâkaşa değildir; Muhterem Hocam, bir ibâdet sadece okunan ayet, du’â ve zikirden ibaret değildir. Ma’lumunuz, ibâdet’lerin bir de şekli şemâili vardır. Ve bir ibâdet’in meşru olabilmesi için şekliyle ve muhtevasıyla Haz.Peygamber salla’llâhu aleyhi ve sellem’de görülmesi şarttır. İbâdettir bu zamanın değişmesiyle değişmeyecek şey ibâdetlerdir. Sonradan olan şey arabaya binmek olsa, “Haz.Peygamber salla’llâhu aleyhi ve sellem de deveye binmiştir. Bir vasıta’ya binmek câizdir, vâsıta zamanla değişebilir.” diyebiliriz. Ama ibâdet böyle değildir, 5.000 sene sonra da, aynı ibâdet’leri, aynı şekilde yapacağız. Bu durum’da düşünelim; Hatm-i Hâcegân’ın, Hazreti Peygamber salla’llâhu aleyhi ve sellem’de görülmediğini söylüyorsunuz, demek ki sonradandır. Buna ne denir? İçinde okunanların câiz ve sevaplı olması şekli de câiz kılar mı? Meselâ namazı, sadece okuyacakları okuyarak ama şekil şart’larını yerine getirmeden kılsak namaz olur mu? Hazreti Peygamber salla’llâhu aleyhi ve sellem ihlas ve diğer du’â’ları halka teşkil ederek belli bir vakitte okumadı. O halde? 

Aziz Kardeşim, metin kelime kelime, sizin eliniz mahsulü, yalnız, (S.A.S.) (C.C.) gibi kısaltmaları uygun bulmadığım için, kısaltma yapmadan yazdım. Aziz Kardeşim. 22.10.2017, saat 01.08 i’tibariyle, “Muhterem Hocam, sabırlı, anlayışlı cevaplarınız için teşekkür ederim.” 22.10.2017, saat 01.09 i’tibâriyle, “Muhterem Hocam, Allah razî olsun,” buyurmuşsunuz. Asıl bendeniz size teşekkür ederim. 

Aziz Kardeşim, yukarıdaki yorumunuza, 27 Kasım 2017 tarihinde, bu köşe’de, “Yorumcu’lara Cevaplar ve Mutala’alar!... (4/05)” serisinde cevap verilmiştir. Sizi, tatmîn eder-etmez, elbette takdirinize bağlı. Ama, yine de bir tereddüt hâsıl olursa, tereddütlerinizi izâle için, gayret sarf ederiz. 

“İSTANBULLU,” Remziyle yorumlar’da bulunan Değer’li Kardeşimiz. 26.11.2017, saat 16.22 i’tibariyle yaptığınız yorumunuzun cevabıdır. Aziz Kardeşim. Şiir ve nesir, Edebiyyatta, “Tecâhül-ü Ârif,” diye bir husûsiyyet ve letâfet vardır. Çok çook iyi bildiği bir şeyi hiç bilmiyormuş gibi muhatabına sormak-anlatmak, ya da muhatabının çok çook iyi bildiği bir hususta, hiç bilmiyormuş gibi, muhatabına sualler tevcih etmek... Sualler tevcih ettiğimiz Muhatabımız, sorduklarımızı çok iyi biliyor olabilir, -Filhakîka, Akademik çalışmalarının a’zamî kısmını, dinler tarihi, bilhassa, Hıristiyanlığı tedkik ile geçirmiş birisinin, Ehl-i Sünnet’le alakalı mes’elelere tam vakıf olduğuna kânî değilim.- Fakat, bu suallerin cevaplandırılması zordur. Keşke, bu Yorumunuzu, Serî’nin üçüncü makalesini de okuduktan sonra yapsaydınız. Üçüncü Serî’nin yazılacağını nereden bilirdim? Derseniz, haklı çıkarsınız. Yine de, Serî’nin üçüncü Makalesini ve belki de, devam edecek serilerini okuduğunuzda, yeni yeni, yorumlar’da bulunabilirsiniz. 

“HÂFIZALİOĞLU,” Remzini kullanarak yorumlar’da bulunan, Değer’li Kardeşim. 23.11.2017, saat 02.53 i’tibâriyle ve “T.C. Diyânet İşleri Başkanı’na Alenî Arîza!... (2)” Serisi üzerine, yaptığınız Yorumunuzun Cevabıdır. 

Azîz Kardeşim, öncelikle, tebârüz ettirmek isterim ki, Bendeniz, Merhûm, Akseki’li, (hemşehrim sayılır.) Ahmed Hamdi Efendi’nin ruhunu ta’cîz-muazzeb etmemek için, kendisini tenkîd etmedim, ta’rîz ve herhangi bir imada da bulunmadım. Hayreddin Karaman’ın ma’sûmiyyeti ve masîniyyeti mi vardır ki, tenkid’den azâde bulunsun? Evet, Hayreddin Karaman, Türkiye’de, “Ellâ Mezhebiyye’nin ilk’lerinden ve öncülerindendir.” Bendeniz, kendisini yalnız şimdiler’de değil, 50 yıldan beridir, tenkide tâbi tutmuşumdur. Yazdıklarımı, zaman zaman, rastlaştığımızda bizzat yüzüne karşı da söylemekten çekinmemişimdir. 

Yıllar önce, İstanbul’da toplanan, Avrasya İslâm Şûrâ’sı’nın yapıldığı otel’de, Hayreddin Karaman Hoca ile yaptığımız ayaküstü sohbet sırasında, yanımızdan, ba’zı, Asya ülke’lerinin, Diyânet İşleri Başkanlarıyla birlikte geçmekte olan, devrin, Diyânet İşleri Başkanı, Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, yanındakilerine, Hayreddin Karaman Hoca’yı göstererek, “İşte, Zamanımızın Ebû Hanîfesi,” diye iltifatta bulundu. Bendeniz, taşı gediğine koydum “Muhterem Hocam! ‘İşte, Zamanımızın İbn-i Teymiyesi veya, İşte, Zamanımızın Şevkânî’si,’ deseydiniz, Hayreddin Hoca’mız daha da memnun olurdu,” dedim. Hep birlikte gülüştük... 

Aziz Kardeşim. “Medrese Artığı Olmak,” “Arslan’dan kaçan humûr,” gibi, medrese kaçkınlarından daha evlâdırlar. 

Mensubu olmakla dâima iftihar ettiğim, katıksız, birer Ehl-i Sünnet mensubu olan, İmam-ı Rabbânî Evladı’nın, en arkadan giden kıtmîr’lerinden birisi olarak, bakıyorum, önüm’de, arkam’da, sağım’da, solum’da, âlim, fâzıl, Ahlak-ı Hamîde sahibi gençler görüyorum. Sizin katarınızda ise, topal ördekler, karton’dan âlim müsveddelerinden başka kimse yok...