“Ateş,” remziyle yorum yapan Beyefendiye: 

Bir taraftan, nezir kurbanlarının, kesinlikle, Kermes uygulamalarında, döner haline getirilmediğini söylüyorsunuz, -bundan son derece memnun kaldığımı ifade etmek isterim. En azından bundan sonra, Nezir kurbanlarının döner yapılıp, satılmayacağını anlıyoruz. Diğer taraf’tan, “Kermes için ihvandan, muhibban’dan kurban toplanır,” diyorsunuz. 

Beyefendi! Kurban, “Tekarrubü İle’llâh,” için, hali-vakti yerinde olanların, dinen zengin kabûl edilenlerin, kurbanlık bir hayvan’ın kanının akıtılmasıdır. İster vâcip, (amelen farz), kurban olsun, ister Nezir kurban gibi sonradan üzerine vacip kılınsın, ister nâfile kurban olsun, kesinlikle, kurbanların etleri, satılamaz, paraya çevrilerek başka maksatlara harcanamaz. Evine 500 gram kıyma alıp götüremeyen birilerinden 5-10 TL toplayarak, Peygamber’imizin ruh-u Şerif’leri veya söylendiği gibi, Hazretimizin ruhu için kurban kesilmesi, ya da, bu kurban’ın etinin döner yapılarak satılması bid’attir, sünnete aykırıdır. 

Dînen zengin olanlar, istedikleri kadar kurban kesebilirler, Peygamberimiz, Pîrân, Üstaz’ımız, kimin ruhuna bağışlamak isterse bağışlar. Etini-derisini, bağırsak ve tırnaklarını satamaz, bağışlar. 

Pek Muhterem, “Selim,” remzini kullanan Kardeşimiz: 

Azîz Kardeşim, diğer, ba’zı Yorumcu’larımız gibi, Ceffe’l-Kalem, hiçbir tetkik’te bulunmadan, fetva-hüküm verme yerine araştırarak, hakaret etmeden, sadece fikirlerinizi serd ettiğiniz için evveliyetle çok teşekkür ederim. Haz.Fatih’in, devrin ulemasından istifası (fetva istemesi) doğrudur. Fakat, istenen fetva ve ulema’nın verdiği fetvâ, Mübârek gecelerde ve diğer zamanlarda, ara-sıra kılınan tesbîh namazı ve diğer nafile ibadetler değil... Şâfiî Ekolü Müçtehid’leri, üzerinde farz ve vacip kaza borcu olanların, Revâtip sünnetler dediğimiz vakit farz’larından önce ve sonra kılınan, müekked ve gayri Müekked sünnetlerin kılınmasının câiz olmadığı, onun yerine farz ve vacip kaza namazlarının kılınması gerektiği hususunda içtihad’da bulunmuşlar, ba’zı Hanefî Ekolü mensupları da bu içtihada meyletmişler, Müslüman’lar arasında derîn bir zihin bulanıklığı meydana gelmişti. Haz.Fatih’in istifâsı, “üzerinde kaza borcu olanların, Revâtip sünnetleri kılıp-kılamayacağı, istikâmetindedir, ulema’nın fetvası da, üzerinde kaza borcu olanların revatip sünnetleri kılabilecekleri istikametindedir. Fatih’in Vakfiyesine derc ettirdiği husus da budur. Yoksa Revâtip sünnetleri, tesbih namazı gibi diğer nâfile namazları cemaatle kıldırınız,” tarzında değildir. 

Bütün Fukâhâ’nın ittifakıyla, tahrîmen mekruh olan bir şeye, su katılmamış, katıksız, bir ehl-i Sünnet Mensubu olan, Ebu’s-Suûd Efendinin fetva vermesi kabûl edilemez. Teheccüd Namazının, tesbih namazının, çok faziletli olması, meşakkatli-zahmetli ve kimsenin muttalî olamayacağı bir zaman’da, hafî ve ihlaslı olmalarındandır. “Harü’L-Âmâl Ehmezühâ,” 

Meşakkat illeti, Kerâhet-i Tahrimiyye’yi ortadan kaldırmaz. 

Bilfarz, cemaatle kılınması câiz olsaydı, sünnetler ve nâfileler arasında, cemaatle kılınması gereken bir sünnet, vacip derecesinde Sünnet-i Müekke’de, Sabah Namazının Sünneti olurdu. 

Ne Asr-ı Saâdet’de, ne Hulefâ-i Râşidîn döneminde, ne de Ashap-Tâbiîn, tebe-i Tâbiîn dönemlerinde ve ne de, mütekaddimîn-müteahhirîn dönemlerinde, sünnetler, (müekked-gayri Müekked), nâfileler, asla, cemaatle kılınmamıştır. (Haz.Fatih’in Revatip sünnetlerle alakalı fetva istemesi ve ulema’nın verdiği fetva ile alakalı ma’lumat, meâlen, Haz.Üstazımıza aiddir.) 

Pek Muhterem, “İsmail,” remziyle yorum yapan Kardeşimiz: 

“Bütün Mürîdân,” demeyelim. Henüz daha 12, 13 yaşlarındaki çocuklara, “Haydi! Tesbih namazı kılıyoruz,” denildiğinde, bu çocuklar ve civardaki ihvân ve ehibba, Tesbih Namazının ve diğer nâfile namaz’ların, cemaatle kılınmasının bütün fukahâ’nın ittifakı ile mekruh, hem de, tahrîmen mekruh olduğunu, İmam-ı Rabbânî Hazret’lerinin, Mektubat-ı Kudsiyye’de, tahrîmen mekrûh olan bir şeyden ecir ve sevap beklemenin, haramı helâl, helâli haram kabul etmekten bir derece aşağıda olduğunu, ifade buyurmasını, nereden bilecekler. Bütün mes’ele, idarecilerin, bid’atlere karşı ve sünnetlere tetebbû hususundaki hassasiyetleriyle alakalıdır. 

Pek Muhterem Osman Karaman Kardeşimiz: 

Muasırı, ulemâ’nın, ittifakla, “Müteşerrî,” (Şer’i Şerife) çok bağlıdır,” dedikleri, Mâtürîdî, Hanefî olan bir Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, nasıl olur da, bütün Fukahâ’nın, husûsiyle Hanefî Ekolü Fukahâ’sının, tahrîmen mekrûh dediği, Nisbet-i Ma’neviyye ve bâtıniyye ile merbut bulunduğu, Mürşidi, İmam-ı Rabbânî Hazret’lerinin, tahrîmen mekruh olan, tesbîh namazı ve diğer nâfile namaz’ları, cemaatle kılarak, bundan da, ecir ve sevap beklemenin, haramı helâl, helâli haram addetmekten bir derece aşağıdadır,” buyurduğu, bir bid’ati irtikâp ettiğini, söylemek, zannetmek, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid, Haz.Üstazımıza büyük bir iftiradır, bühtandır. 

Haz.Üstazımız, hiçbir zaman ve hiç bir yerde, tesbîh namazını ve diğer nâfileleri, cemaatle kılmamıştır-kıldırmamıştır. 

Merhûm Büyüğümüz, Cennetmekân, Kemal Beyağabeyimize gelince: 

Azîz Kardeşim. Bendeniz, Tedrisat faaliyetlerine ara verildiği, Ramazan aylarında, bayramlar’da, mecbûren yaz ta’tili yapıldığında, İstanbul, Kısıklı’da, Ziyârethâne’de kalırdım. Zaman zaman da Sakarya-Adapazarı’na, Ağabey’in Kiremit ve Tuğla Fabrikası’na beraber giderdik. Aynı mekânlarda gece-gündüz beraberdik. Daha sonraki yıllarda, Şirket (Fazilet Neşriyat ve Ticaret A.Ş.) Gazete faaliyetlerinde, neredeyse yıllarca gece-gündüz beraber çalıştık. Mübârek geceler’de de, aynı mekânlarda bulunduk. Ferda ferdâ, tesbih namazı kıldığımız geceler oldu. Fakat, aslâ, cemaatle ne tesbih namazı ve ne de başka nâfile namazları kıldık. 

Aksini iddia edenlerin, yer, zaman ve şahidler göstererek ispat etmeleri gerekir. 

Anadolu’da bir şehirde, Kadir Gecesi, halka ilân edilmiş, cemaatle tesbih namazı kılınacak. Mekân’da Hazret-i Üstaz’ımızın Rahle-i Tedrisinde bulunmuş, takvası, nâfile ibadetlere düşkünlüğü ile ma’ruf, Zât, “Çocuklar tesbîh Namazının cemaatle kılınması tahrîmen mekruhtur,” diyemiyor, “Benim bir işim var, gitmem lâzım,” diyerek mekânı terk ediyor. Bendeniz de aynı vaziyetle iki kerre karşılaştım. Birisinde, cemaatle kılınmasına mâni oldum, diğerinde ise, baktım ısrarlılar, “yapmayınız, bu yaptığınız bid’attir,” deyip, mekanı terk ettim. 

“MEHMET,” Remzini kullanarak yorum yapan, Değer’li Kardeşimiz. “Kıyas’tan bahsetmişsiniz. Ama, mantık ilmine iyice vâkıf olmadığınız anlaşılıyor. Bildiğiniz gibi, Kıyas’ta, Makîs ile Makîs’ün İleyh arasında bir illiyet olacak. Farz namazlardan önce ve sonra, kılınan, Revâtip sünnet’leri Peygamber’imiz, Hulefâ-i Râşidîn, Ashab-ı Güzîn, Tâbîn, tebe-i Tâbiîn, mütekaddimîn-müteahhirîn, müçtehidler, fakihler, açık açık kılmışlar ve fakat aslâ cemaatle kılmamışlar-kıldırmamışlardır. 

Farz namazlardan sonra en faziletli namazın teheccüd namazı olması, geceleyin, hiçbir kimsenin görmediği-göremediği bir vakitte kılınmış olmasındandır. Neyin mukayesesini yapıyorsunuz? Şap ile şarap, karıştırılmış gibi geldi bana! 

“Toplu Hatim,”den herhalde Hatm-i Hâceğân’dan bahsediyor olmalısınız. Hatm-i Hâceğan, Tarîkat-i Aliyye-i Nakşibendiyye’nin büyük rükünlerinden birisi olup, Cenab-u Hakk’ın emriyle, Hızır Aleyhisselâm tarafından, Havâceğan Silsilesinin Halkabaşı, Havâce, Abdülhâlık-ı Gücduvânî (k.s.) Hazretlerine ta’lîm buyrulmuş, esasları, Abdülhalık-ı Gücduvânî Efendi Hazretleri tarafından va’z ve te’sis edilmiştir. Onun zamanından i’tibâren, her hafta, Çarşambayı Perşembe’ye bağlayan gece icra edilmektedir. Fakat bu icra da, davul-zurna çalınarak yapılmaz, mensûbîn bilir, o vakitte derîn bir sükûnet içerisinde icra edilir. Bu hatmin icrası için illâ da, çok büyük kalabalıklara da ihtiyaç yoktur. Bir kişi bile bu hatmi yapabilir. 

Pek Muhterem Kardeşimiz Ali Osman Beyefendi: 

Şer’i Şerif’in herhangi bir noktasında defosu olan’ın, ehl-i Tasavvuf olması, Seyr-i Sülûkünde ilerlemesi mümkün değildir. Ehl-i Tasavvuf, ehl-i Tarîk olduğu iddiasındaki birisinin, şer’i Şerife aykırı, davranışları devam ediyorsa onun şeyhi şeytandır. Zirâ, tarikat ve tasavvuf Mâverâü’ş-Şerîa’dır... 

Pek Muhterem Muallim Kardeşimiz: 

Bu zemin’de Zât-ıâliniz de dâhil, hiç kimse, kimsenin, “Hık,” deyicisi değildir. Bu zemin, her bir yorumcu’nun, fikirlerini hür bir şekilde, zaman zaman, iftiraya, hakarete varıncaya kadar ifade edebildikleri bir zemindir. 

Pek Değer’li ve Muhterem Kardeşim Ertuğrul Beyefendi: 

Bilgisiyar ve cep telefonu klavyeleriyle Türkçe bir metnin husule getirilmesindeki zorlukları ma’lumumuzdur. Benim derdim, imla hataları, virgül, nokta değil. Türk Dilini doğru kullanmaya gayret ediyorum. Fakat yadırganıyor, “Ahmet’i, Ahmed, Mehmet’i, Mehmed, olarak yazıyorum, pek çokları Türkçe’yi yanlış yazdığımı sanıyorlar. Türk Edebiyatçı’ların, Şâir-i Â’zam, olarak tavsif ettikleri, Abdülhâk Hamid Bey, soyadı kanunu çıktıktan sonra, gittiği nüfus me’murluğunda, Nüfus me’murunun, nüfus kağıdına, adını, Abdülhak Hamid yerine, Abdülhâk Hamit, diye yazınca, yakın dost’larına, sohbetine katılanlara, “Vay! Benim başıma gelenlere! Âhir-i Ömrüm’de, ismimim sonuna bir de “İT,” ilâve ettiler, diye şikâyette bulunmuştu. 

Sabah’tan akşam’a, televizyon sunucularının, “Falanca, tutuklu olduğu hapishâne’den tahliye oldu,” tarzında haber veriyorlar. A’mübârekler! “Tahliye oldu,” demek kendi iradesiyle bir başkasının te’siri olmadan, hapisten çıktı, demektir. Adama sorarlar, mâdem kendisi çıkabiliyordu da şimdiye kadar niçin bekledi? Mevkûf ve mahpûs “Tahliye Olmaz,” “Tahliye Edilir,”.

İlâhiyat Me’zunu, imam-hatipler, hutbeler’de, du’â’larında, “Allah bizleri âfat’lardan, musîbât’lardan, muhafaza buyursun,” diye ifade ediyorlar. Halkımızın, “Bahârat’a, Bahârat’lar,” demesi gibi. 

Aziz Kardeşim. Anlıyorum ki, isminizin diğer ba’zı isimlerle birlikte zikredilmesinden rahatsız olmuşsunuz. İsminizin diğer ba’zı isimlerle birlikte zikredilmesi, sizin, onlarla aynı kategoride gösterilmesi, aynı seviyede olmanız ma’nasına gelmez. Yıldız’ların parlaklığı, karanlık iyice çöktüğü anlar’da daha iyi anlaşılır. 

Madem ki, gocunuyorsunuz, bundan sonra, isminizi diğer ba’zı isimlerle birlikte zikretmekten imtina ederiz. Ve’s-Selâm...