“Abdullah İbn-i Amr İbni’l-Âs radiyallahu anhümâ’dan rivayet edilmiştir. 
- Dedi ki; Resûlüllah’tan işittim ki, şöyle buyurdu: 
- Şüphesiz, Allah, ilmi kullarından koparıp-çekip almaz. 
- Ancak, Ulema’nın kabzı ile (ecelleriyle yeryüzünden alınmalarıyla) ilmi de yüryüzünden alır, insan’lar bir kısım cühelâ’yı (çok câhil insanları) kendilerine reis ittihaz ederler. 
- Onlara fetvalar sorulur da, onlar da bilmedikleri halde fetva verirler, hem kendileri dalâlete düşerler hem de başkalarının dalâlete düşmesine sebep olurlar.” 
- 2001 yılından i’tibâren, ma’lum ve mahud zât hakkında yüzlerce yazı yazdım, dünya Müslüman’ları ve Aziz Vatanımız ve Azîz Milletimiz için ne büyük bir tehlike olduğunu anlatmaya çalıştık. Fakat, en yakın dost’larımız başta olmak üzere, bugün “Çok safmışız, inanmışız, aldanmışız,” diyenler karşımıza dikildiler. “Dünya çapında İslâm’a hizmet eden bir İslâm âlimindende ne istersin, derdin nedir?” dediler. Rabbime nihâyetsiz şükürler olsun ki, yıldız döküldü, foya meydana çıktı, kim olduğu, kimlere hizmet ettiği bütün çıplaklığı ile meydana çıktı. 
- Uzun yıllar en yakınında bulunmuş, hattâ halifesi olacağı nazarıyla bakılmış birisi çıktı, daha fazla vicdan azabına dayanamadığı için i’tiraflarda ve ifşatta bulundu. 
İ’tiraf ve ifşaat’ın can alıcı ve en çarpıcı noktaları, “Ben Allah ile konuşurum, Allah bana, Kâinatı Resûlüm ve kulum Muhammed için yarattım, senin için devam ettiriyorum.” buyurdu, demiş. 
Bir başkası, tâ 1970’li yıllar’da en yakınlarında olan ve onun yönlendirmesiyle, Diyânet İşleri Başkanlığı’nda vazifeli olduğu halde, sırf onun yönlendirmesiyle, Diyânet İşleri Başkanlığı’nda o devir’de Başkan Yardımcılığı yapan, Cemaleddin Kaplan’ın yardımıyla istediği yere ta’yin ettirilen, şimdiler’de emekli bir imam... 
Cemâleddin Kaplan için burada bir parantez açayım. 
(Cemâleddin Kaplan, aslen Erzurum’lu olup, İslâm Enstitüsü’nü bitirdikten sonra, Diyânet İşleri Başkanlığında muhtelif vazifelerde bulunduktan sonra, Adana Müftülüğü, Diyânet İşleri Başkan Yardımcılığı yaptıktan sonra emekli edilmiş, Devletimizin kendisine verdiği yeşil pasaport ile Almanya’ya kaçmış, orada etrafına bir kısım sefih ve ahmakları toplamış, halifeliğini ilân etmiş, spor salonlarında tahtadan tüfenkler ve branda’dan toplarla, Türkiye Cumhuriyeti’ne savaş ilân etmiş birisiydi. Hâşâ! Hâşâ! Sümme fe sümme hâşâ! Kendisinin Peygamber ve Haz.İsâ olduğunu iddia eden birisinin arkadaşı da, ancak halifeliğini ilân eder.) 
Emekli imam, kimisi cemaat, kimisi hizmet, kimisi himmet, kimisi de örgüt diyor, ne derseniz deyiniz. Bu teşekkülün çok iyi anlaşılması için ipuçları veriyor. “1970’li yılların başlarında, Aydın, Manisa ve civar’da bulunan İmam-Hatip Okullarından zeki, kâbiliyetli çocukları bu zâta götürdüm, Ege dağlarında kurulan kamp’lara katılmalarını te’min ettim. İsimlerini de vererek, bu çocuklar daha sonra teşkilatın önemli yerlerinde görev aldılar, bölge imamı, eyâlet veya il imamı olarak vazifelendirildiler,” diyor. Demek ki, teşkilat hücre faaliyetlerine tâ o zamandan başlamışlar. Daha sonra da, özel okullar ve dershâne’ler vasıtasıyla devam ettirmişler. 
Türkiye çapında tarama yapıp, zeki ve kâbiliyetli çocuklar tespit ediliyor, okullarındaki son sınıflarında okumakta olan bu çocuklar, ev, otomobil gibi önemli maddî imkânlar verilerek kendi okullarına ve dershâne’lerine transfer edilmekte, onların yaftası altında üniversite giriş imtihanlarına katılıyorlar. Başarılı oluyor derece’ye giriyorlar. Sonra da, “falanca okulumuzdan ya da dershâne’mizden şunlar şunlar birinci oldular, ikinci oldular” diye reklâm ediyorlar. Dershâne’lerin kapatılması çalışmaları üzerine koparılan kıyâmetin niçin olduğunu zannediyorsunuz? 
Gayeleri hizmet olsaydı, çıkar derlerdi ki, “Biz, dershâne’leri vakıflara dönüştürüyoruz, fakir-fukara çocuklarına ücret almadan hizmet veririz,” diyebilirdiler. 
Nitekim, bazı başka câmia’lar, yurtlarında barındırdıkları, lise son sınıf talebe’sine, herhangi bir ücret talep etmeden, uzman öğretmenlere ders verdiriyorlar. Üniversite giriş imtihanlarında bu yurt’larımızın muvaffakıyet nispetleri %86’dır. Demek ki bu işler, öyle kıyâmet koparılmadan ve herhangi bir ücret talep edilmeden de yapılabilirmiş... 
- Emekli imam, i’tikadı ve imanı yakından alakadar eden şeyler söyledi:
Ma’lûm ve mahud zât, kendisine yakın olduğunu hissettiği, akıllarını başlarından aldığı, zihinlerini dümûra uğrattığı kimseler, kendisinin Haz.İsâ olduğunu söylüyor. Yakınında bulunanlar da kendilerini Haz.İsâ’nın havârileri olarak görüyor, onlar da kendi yakınlarına söylüyorlar. 
Emekli imam gibi, asgarî Zarûrat-ı Diniyye’ye, biraz da kelâm, fıkıh bilgisine sahip olanlar, derhal karşı koyuyorlar. 
Kur’ân-ı Kerim’e göre, Haz. İsâ, Allah’ın kudretiyle bir mu’cize olarak, babasız olarak Haz. Meryem’den doğmuştur. Oysa ki bu zât’ın hem babası, hem de annesi vardır. Öyleyse nasıl Haz. İsa olabilir? diyorlar. Yakınlar, “Haz. İsâ, elinde bir tahta bavulla, İzmir’e gelecekti. Hocamız elinde tahta bir bavulla, Kırklareli’nden İzmir’e geldiğine göre demek ki, Haz. İsâ’dır,” diyorlar. 
Emekli imam ve diğer ba’zı ma’kul insanlar, İzmir Eşrefpaşa’da ikâmet ettiği apartman dairesine kadar gidip, “Kendisine, “Hocam! Yanınızda bulunan bu arkadaşlar sizin Haz. İsâ olduğunuzu söylüyorlar. Ne dersiniz?” dediklerinde, “ne İsa’yım ve ne de değilim,” demiştir. Bu tavır zımnen “Evet! Ben Haz. İsâ’yım” demek oluyordu. 
Emekli imam ve ba’zıları bundan sonra örgütten kopuyorlar. Onlar kopuyor, ama binlerce insan da, yeni yeni, örgüte dâhil oluyor. Burada bir parantez daha açayım. (Ma’lûm ve mahud zât, Edirne’de imamlık yapıyorken, askerlik dönüşü tekrar Edirne’de imamlığa devam etmek ister, fakat askerlik öncesi, vazifeli olduğu cami’de imamla, müezzinlerle ve cemaatle sürekli kavga ettiği ve geçimsizlik halinde olduğu için Edirne’de istenmez, istenmedik adam ilân edilir.)
Devrin Edirne Müftüsü, Yaşar Tunagür kendisini komşu vilâyet Kırklareli’ne nakleder. Yaşar Tunagün, Edirne’den ayrıldıktan sonra, Diyânet’teki yakınları tarafından Ege Bölgesi Gezici Vaîzliğine ta’yin edinilince, -Diyânet İşleri Başkanlığı’nın o dönemde böyle bir uygulaması vardı.- Ma’lûm ve Ma’hûd Zatı, İzmir’e vâiz olarak naklen ta’yin ettirir. 
Kendisi, müezzin kadrosundayken, müftülükler nezdinde kurulan bir komisyon huzurunda imtihan edilerek en fazla imamlık kadrosuna yükselebilirdi. Kendisinin dînî yüksek eğitimi olmadığı, daha doğrusu, formel bir dînî eğitimi olmadığı halde, Diyânet İşleri Başkanlığı’nın açtığı vâizlik-müftülük imtihanını da kazanmadığı bilindiğine göre nasıl olmuştu da, İzmir’e vâiz olarak ta’yin edilmişti? 
Daha sonraki yıllar’da, ABD’ye (asıl vatanına) giderken, Diyânet İşleri Başkanlığı’ndan emekli olarak değil de istifa ile ayrıldığı için yeşil pasaport almayı hakketmediği halde sahte belgelerle yeşil pasaport alıp tüydüğü gibi, acaba Diyânet İşleri Başkanlığı’na sahte belgeler mi sunulmuştu? Geldiğimiz bu bâdire’de Diyânet İşleri Başkanlığı’nın dosyasını inceleyip doyurucu bir cevap vermesi nâmus borcu haline gelmiştir. 
Devletin bütün kademelerinde, müvâzî yapıyla alakalı olarak çok ciddî çalışmalar yapılırken, Diyânet İşleri Başkanlığı’nda ne yapılıyor? Hiç kimse, ama hiçbir kimse sakın! Diyânet İşleri bünyesinde müvâzî yapıdan kimse yok,” filan demeye kalkmasın! 
Müvâzî Yapı’nın organize ettiği, Yüce İslâm Dini’ni Hıristiyanlaştırmak projelerinden birisi olan ve Şanlıurfa şehrimizde toplanan, “İbrâhimî Dinler” buluşmasında, ABD’li koyu Hıristiyan bir akademisyenle, Lübnanlı Meryem olarak takdim edilen bir Müslüman kadın arasında nikah kıyılması hususunda, Urfa Dergah Cami’i İmamını zorlayan tehdir eden o devrin Şanlıurfa Müftüsü, daha sonra Yozgat İl Müftülüğüne naklen ta’yin edildiğini duymuştum. Şimdilerde hangi vilâyette müftülük yapmaktadır? Birer misyonerlik faaliyeti olan, Antakya (Hatay) Mardin toplantılarında, Abant Platform’larında hazır bulunan diyalog’cu müftüler şimdilerde nerededirler? 
Şanlıurfa’daki bir Hıristiyan’la Müslüman arasındaki nikahı, kısaca anlatmalıyım ki, konu tam vuzuha kavuşsun. 
Toplantılar’dan çok önce’den plânlanan bu nikah mes’elesinin aslı şöyledir. Dinlerarası diyalog’un, nerelere geldiğinin gösterilmesi bakımından hazırlanan senorya’ya göre, ABD’li Hıristiyan bir Profesör’le, güyâ Lübnan asıllı Müslüman Meryem evlendirilecektir. (sonradan meydana çıktı ki, Lübnan asıllı Müslüman denilen bayan aslında, C.I.A ajanı bir elemanmış!) Senaryoya göre, Şanlırufa İl Müftüsü bu nikahı, televizyonlarını canlı yayınında kıyacak ve bütün dünya’ya televizyon kanallarından naklen verilecekti. Müftü, son anda her ne sebepleyse, nikahı kıymaktan vazgeçti. Telefonla Dergah Cami’i imamını aradı, nikahı kıyma emrini verdi. 
İmam, imanlı, takvâ sahibi, cesûr bir zat idi. Müftü’ye, “Hocam biliyorsunuz bir Müslüman’la gayr-i Müslim birisinin nikahının kıyılabilmesi için daha önce gayr-i Müslim olan birisinin müftülük huzurunda, iki şahidin şahitliğinde, Kelime-i Şehâdet getirmesi ve sizin bir Hidâyet Belgesi hazırlayıp, mühürlü ve imzalı olarak vermeniz gerekir. Ben, Hidâyet Belgesi getirmeyen gayr-i Müslim birisinin nikahını kıymam-kıyamam,” der. Bunun üzerine müftü, ben irşâd ve hidayet belgesini bilahare sana gönderirim. Eğer, Hıristiyan profesör nikah şahid’lerinin şehâdetinde ve senin huzurunda, Kelime-i Şehâdeti getirirse nikahlarını kıy der. Tamam, o zaman kıyabilirim,” der. 
ABD’li profesör, sözde Lübnan asıllı Müslüman bayan Meryem, Dergah Cami’ine gelirler, onlarca televizyon kanalı da kendilerini ta’kip eder. 
Dergah Cami’i İmamı, ABD’li profesöre “Buyurun, şâhidler huzurunda hiç kimsenin baskısı olmadan Kelime-i Şehâdeti getiriniz,” der. 
Prof. “Eşhedü Enlâilâhe İlle’llâh! Ve Eşhedü enne İsâ Kelimetü’llah!” der. Bunun üzerine Dergah Cami’i İmamı mahalli terkeder ve nikahı kıymaz. 
Bir gün sonrasının Zaman Gazetesi’nin Manşeti, “Bu bir devrimdir, Hıristiyan profesörle Müslüman Meryem’in nikahları kıyıldı,” idi...