“Şüphesiz, Allahu Teâlâ, şu ümmet için, her bir yüz senenin başında, Allah için, Allah’ın dinini tecdîd eden, (yenileyen) birisini gönderir.” (Ebû Dâvud, Hâkim ve Beyhakî rivayet etmiştir.)  

“Ey oğul! Şüphesiz bu vakit öyle bir vakittir ki, geçmiş ümmet’lerde, zulmetle dolu böyle vakitlerde, Şerîa’ti ihya ve tecdîd için, “Ülül-azm,” azim sahibi Peygamber’lerden bir Peygamber gönderilirdi. Şu Ümmet, (Ümmet-i Muhammed), geçmiş bütün ümmet’lerin en hayırlısıdır. Bu ümmetin Peygamber’i, bütün Peygamber’lerin sonuncusudur. (Salât-ü Selâm onun ve âli’nin üzerine olsun.) 

Şanı Ulvî O Peygamber, “Şu Ümmetin âlimleri, İsrâil oğullarının Peygamber’leri mertebesindedirler, buyurmuşlardır. Enbiyâ’nın varlığına bedel, âlimlerin varlığı ile iktifâ buyurmuş ve bu sebeple de, her yüz yılın başında Şerîa’ti ihya için, bu ümmetin âlimlerinden birisini müceddid olarak ta’yin buyurmuştur. 

Bahusus, Hicret-i Nebeviyye’nin üzerinden bin yıl geçtikten sonra, ki bu vakit geçmiş ümmet’lerde, Ülül-azm Peygamber’lerden bir Peygamber’in gönderilme vaktidir. Böyle bir vakitte herhangi bir Peygamber’in gönderilmesiyle iktifa buyrulmamış, nasıl Ülül-azm bir Peygamber gönderilmiş ise, bu vakitte de, geçmiş ümmetlere gönderilen, Ülül-azm Peygamber’lerin makamına kâim olması için, ma’rifeti tam, bir âlim ve ârif olması gerekir.” (Mektûbat-ı Rabbânî Cild 1/215. Sahife ve 234. Mektup) 

(Cenab-u Hak, geçmiş ümmetlerde her bir bin senede bir Ülül-azm Peygamber göndermiştir. Bu Peygamber’ler, Ahzab Suresi, 7.âyetinde ifade ve beyan buyrulduğuna göre, şunlardır. “Hani biz Peygamber’den söz almıştık; Senden, (Haz.Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellem), Nuh’tan, İbrahim’den, Musa’dan ve Meryem oğlu İsa’dan da, (evet) biz onlardan pek sağlam bir söz aldık.” (Ahzab 33/7) 

Hicrî 2.binin Müceddidi, Hazreti Üstaz’ımızın, Nisbet-i Ma’neviyye ve Nisbet-i Ruhâniyye ile merbût bulunduğu, İmam-ı Rabbânî, Müceddid-i Elf-i Sânî, Ahmed-ü Faruk es-Sirhindî (K.S.) Efendi Hazret’leridir. Silsile-i Zeheb ve Silsile-i Saâdât Efendilerimiz arasından dördüncü Kutbu’L-Aktab ile (İmam-ı Rabbânî Hazretleri), Beşinci Kutbu’L-Aktap olan, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazretleri (K.S.) arasındaki, kutup’lara, “Müceddidiyye,” denilir. Efendi Hazret’leri de, “Müceddidî’lerin son halkası ve son Kutbu’L-Aktabı’dır. 

“Hamd, âlemlerin Rabbine, Salât-ü Selâm, Peygamberlerin Efendisi ve onun tertemiz âline olsun! Kardeşim Havace, Muhammed Eşref, -Allah onu, Evliya-i Kiram’ın şerefiyle şereflendirsin,- bilmelidir ki, Havâcegân-Allah sırlarını takdis buyursun.-yolu, Allah’a ulaştıran en yakîn yoldur. Diğer Meşâyih’in ulaşabildiği nihâî mertebe, bu büyüklerin yolunun bidayetinde (başlangıcında) dercolunmuştur. Bunların nisbeti, diğer bütün nisbetlerin fevkindedir. 

“Bütün bu meziyyetler, bu ulvî yolda, Sünnet-i Seniyye’yi iltizam, imkânlar nisbetinde, şen’î bid’atlerden içtinap ile var olmuştur. O büyükler ruhsatla ameli, tecviz etmemişler, azîmetle amelden ayrılmamışlardır.”

“Evet! Şu tarîkatin daha sonra gelenlerden ba’zıları, bu tarikat içinde öyle bid’atler ihdas ettiler, Büyüklerin aslî sîretini zayi ettiler. Onların mürid’leri de, hâşâ! ve Kellâ! bu bid’atlerle Tarîkat-i Aliyye’yi kemâle erdirdiklerini zannettiler. “Ağız’larından çıkan bu söz, ne büyük oldu! Yalandan başka bir şey söylemiyorlar.” (Kehf 18/5). Heyhât! Tarîkati kemâle erdirmek şöyle dursun, belki onlar, Tarîkat-i Aliyye’yi tahribe ve büsbütün zayiine koşuyorlar. Esef, büsbütün esefler olsun ki! Onların bu tarikat içinde ihdas ettikleri ba’zı bid’atler, aslâ başka tarikat silsile’lerinde bile bulunmuyor. 

“Teheccüd namazını cemaatle kılıyorlar. İnsanlar, teheccüd vaktinde, etraftan ve civardan o vakit içinde, teheccüd namazı için toplanıyorlar. Ve tam bir cemaat oluşturarak, “Cem-i Gafîr,” halinde kılıyorlar. Oysa ki, (Halbuki) bu amel, (teheccüd namazının cemaatle kılınması), Kerâhet-i Tahrimiyye ile mekruhtur. Fakîh’lerden ba’zıları, kerâhetin tahakkuku için, da’veti şart koşmuş iseler de, cemaatle nâfilelerin cevazı için, mescidin uzak bir köşesinde, bir-iki kişinin ancak kılabileceğini, üç ve daha fazla kişinin iştiraki halinde ise, kerahetin tahakkukunda yine ittifak etmişlerdir.”

“Ve yine bu bid’atciler, Teheccüd namazının, 13 rek’at olduğuna inanırlar. 13 rek’atini ayakta, iki rek’atini oturarak kılıyorlar ve zannediyorlar ki, oturarak kılınan 2 rek’at, bir rek’at hükmündedir, böylece de 13 rek’at kılınmış olur. Halbuki, doğru olan bu değildir. Şüphesiz, Peygamber’imiz salla’llâhu aleyhi ve sellem, ba’zen 13 rek’at, ba’zen 11 rek’at, ba’zen, dokuz rek’at, ba’zen de yedi rek’at olarak kılardı. (Buhârî ve Müslim’in müştereken Haz.Aişe Vâlidemiz’den rivâyetlerine göre: Aişe Vâlidemiz, “Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellem, “Gecenin içinde onüç rek’at kılardı,” buyurmuştur.)  

Peygamber’imizin teheccüd namazını, 7, 9, 11, 13 olarak, tek rakamlarda kılması, oturarak kılınan iki rek’atin bir rek’at olarak sayılmasından değil, teheccüd namazı ile üç rek’atli Vitir namazını birleştirmesindendir. Teheccüd Namazını, asgarî dört rek’at olarak kıldığında, vitir namazıyla birlikte yedi, altı rek’at kıldığında, dokuz, sekiz rek’at kıldığında onbir, on rek’at kılındığında, 13 rek’at kılmış oluyordu. 

“Bütün bu yanlış bilgi ve amellerin menşe’i, selâm ve tahiyye üzerine olsun, Peygamber’imizin sünnetlerine tam olarak uyulmamasıdır. 

Ne kadar acâyip’dir ki, bu bid’atler, Allah onlardan razî olsun ulema belde’lerinde ve müçtehidler yatağında revaçtadır. Bizler gibi fakirler, ulûm-u İslâmiye’yi onların bereketlerinden feyz aldık. Şüphesiz, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah doğruları ilham edicidir. (Mektûbat/1/125 Sahife 131. Mektup) (Mustafa Akkoca’nın notu: Ehl-i Sünnet’in kale’si, Türkiyemizde, Müceddid’in Evlâdı arasında, ba’zı bid’atlerin ihdas edilmiş olmasına ve bid’atlere sünnetmiş gibi tetebbû ve temessük edilmiş olmasına, taaccüp ediyorum.) 

“Mektûbât-ı Kudsiyye’nin 255. Mektubu, Lahor’lu, Molla Tahir’e, “Sünnet-i Seniyye’nin ihyası, Allah’ın râzî olmadığı bid’atin kaldırılması hakkındadır.” 

“Hamd Allah’a mahsustur. Selâm Allah’ın seçtiği kullarının üzerine olsun! Hafız Bahaeddin ile beraber gönderilen Mektub-u Şerifiniz bize ulaşmıştır. Mektubunuz, bizlere çok büyük ferahlık vermiştir (bırakmıştır). Husûsiyle, sevenlerimizin ve ihlas sahiplerinin bütün himmetleriyle, Salât ve Selâm üzerine olsun, Muhammed-Mustafa’nın sünnetlerinden bir sünneti ihya, Allah’ın ve Resûlü’nün, asla, râzî olmadığı, bid’atlerden bir bid’atin yok edilmesi ve insanlar arasından kaldırılması hususunda, küllî bir irade ile, irade ortaya koymaları. Şüphesiz, her bir sünnet ve bid’at diğerinin tam zıddıdır; birinin varlığı, diğerinin yok olması demektir. Birinin ihyası, diğerinin öldürülmesi demektir. Sünnetin ihyası, bid’atin öldürülmesi veya aksi... Öyleyse, bid’at, sünnetin kaldırılmasını müstelzimdir, öyleyse, bid’atlere, “Hasene,” ismini vermek nasıl sahih olur? Ancak, nisbî bir güzellik ıtlâk edilebilir. Aksi halde, burada mutlâk güzellikten bahsedilemez. Zirâ, bütün sünnetler, Hak Süphânehû ve Teâlâ, Hazretlerinin razî olduğu, zıddı olan bid’atler ise, Şeytan’ın râzî olduğu hareketlerdir. Bu sözler, bugün, bid’atler şuyu bulduğu (çokça yayıldığı için), ekserîsi için ağır gelse de, çok yakın bir zamanda, bizim ve onların hidayet üzere olduğumuz anlaşılacaktır. 

“Varid’dir ki, âhirzamanda, Mehdiyy-i Mevûd, Zaman-ı Saltanatında, dini terviç ve sünnetleri ihya etmek istediğinde, bid’atlerle amel etmeyi i’tiyad haline getirmiş, bid’atleri güzel birer amel gören, böyle zannedelerek, aslâ, dinden olmayan bid’atleri, dine sokuşturan o bölge’nin-şehr’in, âlimleri hayretler içerisinde, Mehdî için, “Bu adam, dinimizi kaldırmak, Milletimizi izâle etmek istiyor,” diye fitne çıkaracak da, Mehdî onların katlini emredince, bid’ate inanan âlimler, hakkı görecekler, Mehdî’nin i’tikadının güzel olduğunu, kendi i’tikadlarının ise, Allah’ın râzî olmadığı, ameller olduğunu göreceklerdir.”

“Bu Allah’ın bir lutfüdür, Allah Lutfünü dilediğine verir, Allah Fazl-ı Azîm’e sahiptir.” 

Mektûbât-ı Kudsiyye’de, 124. Mektup, “Haccı’n vâcip (farz) olması için, istitâat’in (Yol parasına, orada bulunduğu müddetçe, harcayacağı, memleketinde bıraktığı, aile ferd’lerinin normal geçinmeleri için ihtiyaç duyduğu nafakaya sahip olması,) şart olduğuna, istitâati bulunmadığı halde hac etmeye kalkmanın vakit zayii olduğuna dâir, Havâce, Muhammed Tahir Bedahşî’ye yazılan mektup’tur; “Kardeşim, Muhammed Tahir Bedahşî’nin mektubu ulaştı. Hamd ve minnet, noksan sıfatlardan Münezzeh, Allah içindir. Fakirlere olan ihlasında ve muhabbetinde uzun süren bir ayrılığa rağmen, herhangi bir eksiklik-fütur arız olmamıştır. Bu ise, büyük bir saâdet alâmetidir. Ey Muhip, (sevgili Kardeşim), Hacc yolculuğu için benden izin talep etmiştiniz. Sefer için azîmet etmeniz hususunda sustum. Duymamazlıktan geldi. Vedâ ederken de “Bu yolculuğunuzda, size katılabileceğimi hatırlattım. Fakat, her ne zaman, İstihâre’de muvafakat talep etmişsem, bu bab’da, tecviz edildiğini anlayamadım, zarûrî olarak yerimde kalmayı, oturmayı tercih ettim. Sizin gitmenizde de, ta, başından beridir, fakirler için bir salah görmedim. Ancak sizin şevkinizi (çok arzuladığınızı) yakinen gördüğüm için açıktan mâni olmadım. Ne var ki, yola girmek için isti’tâat şarttır. Yâni, Hacc yolcuğu için, İsti’tâat yoksa, Allah’ın râzî olmadığı bir emirle iştiğâl ve vakit kaybıdır, mühim olan işlerin terkidir, ki, bu münasip değildir. Bunu zımnen ifadeyi mükerreren ben size yazdım ve ilk önce de, size ulaştı. Söylenecek nihaî söz budur, siz ise dilediğinizi yapmakta muhayyersiniz!..” 

(Mektûbât-ı Kudsiyye Cild 1, Sahife 121, Mektup 124)...