Tarihin konusu insandır. Dolayısıyla hangi milletin tarihi olursa olsun, sonuçta insanı yâni kendimizi tanımış oluruz. Bu açıdan bakınca insanlık tarihinin bir bütün olduğunu anlarız.
     Bilindiği üzere evrenin tek bir yaratıcısı vardır. O Yüce Zât da insan olarak ilk önce Hz. Âdem’i, sonra Hz. Havva anamızı yaratarak insanlığın tarihini başlatmıştır.
     Hz. Âdem’in aynı zamanda ilk peygamber oluşu ise, ayrıca düşünmeye değer bir konudur. Çünkü henüz insanlar çoğalmamış olsalar bile, ilk insan olan Hz. Âdem’in yaşayış biçimini göstermek gerekiyordu.
     Her ne kadar Allah (c.c.) insana akıl vermişse de akıl; tek başına iş görecek durumda değildi. Göz ışıksız göremediği gibi, akıl da vahiy ışığı yâni Allah’ın (c.c.) yol göstermesi olmadan doğru yolu göremezdi. Tıpkı trenin kendi kendini yapmadığından dolayı, kendisine bir yol çizemiyeceği gibi. Çünkü yapan bilir, bilen konuşur. İnsan da yapılmıştır. Hayat tarzını ancak yaratan seçebilir.   
     Bundan ötürü ilk insana Allah (c.c.); ilk insanı Peygamber olarak göndermiş, aklına bir rota çizmiştir. Tabî insanlar çoğaldıkça ve Vahiy ışığından yoksun kaldıkça, yeni yeni Peygamberler gelerek insanlara, doğru yolu hep gösterir olmuşlar. Buna rağmen yine yoldan çıkılmış yine rehberler gelmiş. Bu böylece tâ son Peygamber’e kadar devam edegelmiştir. O günden bu güne kadar da, değişmeyen Kur’an ışığı yol gösterip durmuştur.
     İşte, bu bakımdan diyebiliriz ki, dünyada tek bir tarih vardır. O da İslâm Tarihi’dir. Yâni Hz. Âdem’den bugüne kadarki insanlık serüveni, İslâm Tarihi’nden başka bir şey olmadığı gibi, bütün bu evrelerde bizler sadece insanı dolayısıyla kendimizi tanımış oluruz.
     Nitekim İslâm tarihçilerinin  -ister Türk, ister Arap asıllı olsun-  eserlerini; hilkatten yâni yaratılıştan kendi zamanlarına kadar getirmeleri ve kendi tarihlerine bu genel tarih içinde yer vermeleri bunu gösterir. Meselâ İbn-i Esîr’in  “el-Kâmil fi’t-Târih”i, Ahmet Cevdet Paşa’nın  “Kısas-ı Enbiya”sı gibi.
     Tabiatıyla insanın ilk atası bir olduğu gibi, ilk vatanı da birdi. Fakat bir ağacın dallanıp budaklanması ve başka topraklarda tutunması gibi Hz. Âdem ve Hz. Havva eşlisi çoluk çocuğa karıştıkça çoğaldılar, büyüdüler.  Aynı yere sığmaz oldular. Böylece bölünmeler ve ayrılmalar oldu. Yavaş yavaş ana gövdeden ayrılan  oğul ve torunlar, gittikleri iklim ve şartların onları yoğurması sonunda, dillerinde ve yaşayışlarında farklılıklar doğdu. Giderek bu fark daha çok kendini gösterir oldu. Böylece çeşitli adlarda milletler ortaya çıktı. Bunlar İslâm ve insanlık tarihinin bölümlerini oluşturdular.
     Bununla beraber, her insan  -hangi millete bağlı olursa olsun-  geçmişten günümüze, üç vasıftan birine bürünmüştür. Ya Allah’a (c.c.) inanmış Mü’min, ya inanmamış Kâfir veya inanmadığı hâlde inanır gözükmüş Münafık olmuştur.
     Gerçekten tarihe konu olan insan ve yaptığı olaylar, bu üç vasfın gereklerinin görüntüsünden başka bir şey değildir. İnsanların bütün hareket, duygu ve düşüncelerinde bu üç vasfın itici gücünü ve bu üç vasfın boyasını görmemek mümkün değildir.
     Habil - Kabil mes’elesinden tutun da Hz. Muhammed (s.a.v.)-Ebu Leheb karşılaştırmasına kadar ve oralardan bugünkü mes’elelerin ve vaziyet alışların temelinde hep o üç vasfın oynadığı rolü görürüz.
     Bu geçiş de, iki büyük akıştan birine girmekle gerçekleşmektedir.  Hakikaten insanlık
âleminde, tâ Hz. Âdem zamanından şimdiye kadar iki büyük akış, iki fikir silsilesi, her tarafta
500
 ve her insan tabakasında, dal budak salmış, iki büyük ağaç hükmünde kendini göstermiştir. Biri Peygamberler silsilesi, diğeri Felsefe silsilesi gelmiş gidiyor.
     Her ne zaman, o iki silsile kaynaşıp birleşmiş ise, yâni Felsefe silsilesi Peygamberler silsilesine katılıp boyun eğerek dine hizmet etmişse, insanlık âlemi parlak bir saâdet ve mutlu bir sosyal hayat geçirmiştir. Ne zaman ayrı gitmişlerse bütün hayır ve nûr, Peygamberler silsilesinde toplanmış ve bütün kötülükler ve sapıklıklar, Felsefe silsilesinin çevresinde yer almıştır.
     İşte insanlık tarihinin akışında, sel gibi akan insanlar; yukarıdaki vasıfların birine bürünmüş şekilde tarihte yerlerini alarak gelip geçmişler ve geçmektedirler.
     Yine bu vasıflardaki insanlar, niteliklerinin bir gereği olan şu üç yoldan birinde bulunarak yol almışlardır.
     Birincisi: “Dallîn” / yâni sapıtmışların, tabiata saplananların ve tabiatçıların her şeyi tabiat yapıyor diyen, maddeye dalmış, Allah’tan (c.c.) mânen uzaklaşmış kimselerin fikrini taşıyanların yolu. Bu yoldan gerçeğe ulaşmak çok zor.
     Çünkü  Felsefecilerin gerçeğe fikirleriyle açmak istedikleri bir çığırdır. Hemen belirtelim ki, burada kastedilen  -yukarıda geçtiği üzere-  dinin yanında ve ona hizmet eden Müspet Felsefe değil, dinsiz ve hakikatsiz bir safsata olan ve kâinata bir tahkir olan Menfî Felsefe’dir.
     Bu yol karanlık, sıkıcı ve boğucudur. Bu yola girenler, her tarafta boğulup kalmışlar, ötelere erişmiyen kısık sesler bırakmışlardır. Çünkü her şeyi canavar, zararlı ve vahşî mahlûklar olarak gösteren Tabiat ve Tabiat Felsefesi’ne girenlerin yoludur. O büyük sahrâda, boğucu bulut altında deniz insana hiddet eder, fırtına tehditte bulunur. Her şey ona zorluk çıkarır. Kısacası o seyahati bitirenler binde ancak birdir.
     Çünkü mesleklerini bozuk temellere dayandırmışlardır. Felsefe silsilesinin en büyük temsilcileri ve o silsilenin dâhileri olan Eflatun ve Aristo, İbn-i  Sina ve Farabî gibi adamlar, “İnsanlığın en son gâyesi Allah’a benzemektir!” deyip Fir’avunane bir hüküm vermişler, şirk derelerinde serbest koşuşturarak sebeplere, tabiata, putlara tapanlara yol açmışlardır.
     Böylece insanlığın temelinde var olan acz, zaaf, fakr, ihtiyaç, kusur ve noksanlık kapılarını örtüp; kulluk yolunu kapamışlar, tabiata saplanıp, Allah’a (c.c.) ortak koşmaktan çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlardır.
     Felsefe silsilesinin temsilcilerinde buna benzer daha nice sapıklıklar vardır ki, ileriki yazılarımızda inşallah onlara da değineceğiz.
     İkinci yol: “Mağdûb”  yâni kendilerine gazap edilmiş olanların yoludur. Bu yol sebeplere tapanların vasıtalara icat ve tesir verenlerin, Meşşailerin / derslerini gezerek verenlerin; Peygamberlere uymayarak, yalnız akıl ve fikirle hakikati bulmaya çalışanların, vahye sırt çevirenlerin dinsizlik yolunu açanların, imansız filozofların yoludur.
     “Sıratallezîne en’amte aleyhim.” / “Nimet verdiğin kimselerin yolu.” Olan Üçüncü Yol ise Sırat-ı Müstakim / Doğru Yol olan Kur’an’a bağlanmışların aydınlık caddesidir ki; en kısa, en rahat, en selametli ve herkese açık, Semavî, Rahmânî ve Nurânî  bir  yoldur. Bütün Peygamberler, Nebîler ve Allah (c.c.) indinde makbul geçmiş ümmetler hep bu yolu tutmuşlardır.
     İşte tarih bize  -tarih boyunca-  insanın büründüğü üç vasfın, insanın başına neler getirdiğini, sonra bu vasıftaki insanların iki büyük akış içinde ne şekilde yer aldıklarını ve hangi zümrenin mensubu olarak ebediyet yolunda devam ettiklerini anlatır. Böylece hangi vasıf, hangi akış ve hangi zümrede yer almamız gerektiğini de bizlere öğütler.