“Geçmişte, adam ıbret alırmış ne masal şey!... 

Beş bin senelik kıssa, yarım hıssamı verdi?

Tarihi tekerrür diye ta’rif ediyorlar. 

Hiç ıbret alınsaydı tekerrürmü ederdi!?”

Tarih’ler, Hicrî Sekizinci, Milâdî, (630) gösterdiğinde, Suriye-Şam topraklarında, Mûte Harbi vuku bulmuştu. 

Mûte, Şam yakınlarında bir kasaba’dır. Mûte Harbi, Müslümanlarla Rumlar arasında vuku bulan muharebelerin ilki-başlangıcıdır. Sebebi de Peygamber’imiz salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimizin sefirinin (elçisinin) öldürülmesidir. Şöyle ki, Resûl-i Ekrem Busrâ (Şam yakınlarında bir şehir) emîri Şürahbil İbn-i Amr’e Ashab-ı Kiram’dan Hâris İbn-i Umeyr vedâatiyle (emanetiyle) bir mektup göndererek İslâm’a da’vet etmişti. Hâris İbn-i Umeyr Mûte’den geçerken Şurahbil’e tesâdüf edip kendisinin Allah’ın Resûlü’nün sefiri (elçisi) olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Şurahbil Hâris’i küstahça katletti. O zamana kadar Resûlullah’ın sefîr’lerinden hiç birisinin hayatına taarruz edilmemişti. 

Her asırda ve millette elçilerin katli insanlığa muğâyir ve milletlerarası münasebetlerde, hukuka, insanlığa sığmayan, kabûl edilemeyen ehemmiyetli bir hâdise olduğundan, bu cinayete karşı bir harekette bulunmak zarûrî idi. Bunun üzerine, Resûl-i Ekrem Efendimiz üç bin kişilik bir kuvvet hazırlayıp âzad’lı kölesi Zeyd İbn-i Hârise’nin komutasında gönderdi. 

Abdullah İbn-i Ömer Hadisinde bildirildiğine göre, Resûl-i Ekrem; Şâyed Zeyd şehid olursa komutanlığı Ca’fer alsın, (Ca’fer-i Tayyar, Ca’fer İbn-i Ebî Tâlip) Ca’fer de şehîd düşerse Abdullah İbn-i Revâha (Peygamber’imizin Şâiri) komutan olsun! buyurdu. 

Ordunun Hâris İbn-i Umeyr’in şehîd edildiği Mûte Kasabasına kadar gitmesi ve oradan Şurahbil ile üzerlerinde hükümrân olduğu cânilerin İslâm’a da’vet olunması, icâbet ederlerse ne âlâ, etmezlerse, kendileriyle harbedilmesi Resûl-i Ekrem’in emirleri cümlesindendi. 

Peygamber Efendimiz bu küçük Ordusunu (Seniyetü’L-Vedâ (ayrılık tepesi) öbür tarafta Şürahbil hareketten haberdar olmuş, vaziyeti tâbi olduğu Kayser Hirakl’e bildirdi. Zirâ, Şürahbil Kayser’in emirlerindendi. Aynı zamanda Şürahbil, Vâil, Behr, Bekir, Lahim, Cüzâm gibi Arap kabilelerinden yüz bin kişilik bir kuvvet hazırladı. İmparator Hirakl bu işe ehemmiyet vererek Belkâ’daki Meâb şehrine kadar geldi. Nihâyet iki ordu karşılaştı. Bu muazzam ordu karşısında üç bin kişinin ne ehemmiyeti olabilirdi? Fakat dönmek de artık müşküldü, felâketi mûcib olabilirdi. 

Bu sebeple Zeyd İbn-i Hârise hemen harbe atıldı. Resûlullah’ın beyan-ı veçhile Zeyd şehid oldu. Sancağı Ca’fer aldı. Muharebe meydanında hârikalar gösterdi. Sağ eli koptu. Sancağı sol eliyle tuttu. O da kopunca kopmuş kollarıyla sancağa sarıldı. En son Ca’fer şehid oldu. Sonra sancağı Şâir-i Nebevî Abdullah İbn-i Revâha aldı. Orduyu cesaretlendiren şiirler okuyarak harb etti. O da şehid düştü. Bunun üzerine askerde umûmî bir inhizam bir panik baş gösterdi. Fakat Hâlid İbn-i Velîd askeri önledi bu hezimetin vehâmetini anlattı. Bütün mücahid’lerin reyleri ve ittifakla komutan seçildi, sancağı eline aldı. Akşama kadar harb devam etti. Mâhir bir komutan olan Hâlid, askeri yeni nizam’da konuşlandırdı, ta’biye eyledi. Sağ cenah mücahidlerini sola, soldakileri sağa ve öndekileri de arkaya, arkadakileri öne aldı. Bu suretle düşmanın her fırkası, karşısında hep yeni bir kuvvet görüyor ve İslâm Ordusuna imdat geldiği zannında bulunuyordu. –el-Harbü hud’atün,” (Harb bir hiledir, fahvasınca müthiş bir hud’a ve mekr.- Bunun üzerine Hâlid şiddetli bir hücum göstererek düşmanı bozdu. Düşmana bir hayli telefât verdirdi. Bir hayli mühimmat ve ganîmet elde edildi. Düşmanın bu hezimetinden istifade ederek Mâhir komutan Hâlid askerini geri çekti ve bir bozguna uğratmadan pek muntazam bir şekilde ric’at ederek sâlimen Medine’ye getirdi.   

İbn-i Ömer radiya’llâhu anhümâ’dan rivayete göre şöyle demiştir: 

Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellem Mûte harbinde Zeyd İbn-i Hârise’yi komutan ta’yin edip: Eğer Zeyd şehid düşerse Ca’fer komutandır. Ca’fer de şehid olursa Abdullah İbn-i Revâha komutandır, buyurdu. Râvî Abdullah İbn-i Ömer der ki; Bu gazâ’da ben de mücahidler arasındaydım. Biz, Ca’fer İbn-i Ebî Tâlib’i şehid edildikten sonra) şehîdler arasında aradık. Onun vücudunda doksan bu kadar süngü ve ok yarası bulduk!.. 

Hazreti Ca’fer’in yaralarının hepsi vücudunun ön tarafındaydı. İki kolu da omuzlarından koptuğu halde, adetâ kanatlanmış şehîd düşünceye kadar mukâteleye devam etmiştir. 

Nitekim, Abdullah İbn-i Ömer, Ca’fer’in oğlu Abdullah’ı görünce; Selâm sana ey iki kanatlının oğlu! diye selâm vermiş, İbn-i Ömer bununla Ca’fer’in Mûte harbinde kopan iki koluna bedel Cenab-ı Hakk’ın iki kanat ihsan ettiğine ve bununla Ca’fer’in uçtuğuna işâret etmiş oluyordu. Nitekim Resulullah’tan da, Ca’fer’in Cennet’te meleklerle uçtuğuna dâir bir rivâyet vardır. Bu cihetle Ca’fer-i Tayyâr unvanıyla şereflendirilmiştir. 

Buhârî’nin bu husustaki rivâyetinden birisi de şu mahiyettedir; Enes İbn-i Mâlik’ten rivâyete göre Resûl-i Ekrem Efendimiz, Zeyd’in, Ca’fer’in, Abdullah İbn-i Revâha’nın şehîd olduklarını bu haber henüz, Medine’ye ulaşmadan önce, mu’cize olarak bildirmiştir. Şöyle ki, Peygamberimiz Mûte’de muharebenin en şiddetli ve kanlı safhasında, Medine’de Minber-i Saâdet’de oturmuştu. Cenab-ı Hak zaman, mekân, mesâfe mefhumlarını kaldırmış, Resûlullah’a harb sahnesini göstermişti. Bu suretle Resûlullah harb meydanına bakarak; 

- Zeyd sancağı eline aldı! buyurdu. Şimdi Zeyd vuruldu, şehîd düştü. Sonra Ca’fer aldı. O da şehid oldu. Sonra bayrağı Abdullah İbn-i Revâha aldı. O da şehîd oldu! buyurdu. Resûlullah –harbin cereyanına- göre-bunları haber verirken, iki gözünden yaşlar dökülüyordu. 

Sonra Resûlullah; En son sancağı, Allah’ın kullarından bir kılıç eline aldı. Nihâyet Allah mücâhidlere fethi müyesser kıldı! buyurdu. Bu Seyf-i İlâhî’den murad, Hâlid İbn-i Velîd idi. Bundan sonra Hazreti Hâlid, “Seyfu’llâh,” diye anılmıştır. Hazreti Hâlid sancağı eline alınca Resûlullah minber üzerinde; Allahım! “Hâlid senin kılıçlarından bir kılıç’tır, sen ona nusret (yardım) ihsan buyur!” diye du’â etmiştir. 

Hâlid İbn-i Velîd radiya’llâhu anh; Mûte günü elimde dokuz kılıç parçalandı. Yalnız ağzı enli, Yemânî bir kılıcım vardı, elimde o mukavemet etti! demiştir. 

TARİH TEKERRÜR ETTİ! 

Yedi Düvel’in, ehl-i Salîb’in maşaları, İttihad ve Terakkî Komitası, dâhilî hâinlerle birlikte, Devlet-i Aliyye’mizi inkıraza sürüklediler. İftira, bühtan ve yalanlarla, devrin, en akıllı, en zeki, en müdebbir, en insaflı, en şefkat ve merhametli, Hükümdarı, Sultan 2.Abdülhamid Han’ı, tah’t’dan indirdikten sonra, on yıl içinde, Devlet-i Aliyye’mizi izmihlâle uğratmışlardı. İttihad ve Terakkî’nin basiretsizliği yüzünden, 1.Cihan Harbi’nde aynı saflarda olduğumuz İttifak devletleri, 1917 Bolşevik İhtilâliyle za’afa uğrayınca, İ’tilâf devlet’leri, avlarına saldıran vahşî hayvanlar gibi dört bir taraftan Memâlik-i Osmaniye’ye saldırdılar. 

Takvimler, 1918’i gösterdiğinde, yâni bundan tam bir asır öncesinde, Mûte harbinin cereyan ettiği, Suriye topraklarında bir başka saha, yine Hak ile bâtıl’ın, Hilâl ile haç’ın, tevhîd ile şirkin mücadelesine sahne olmuştu. 

Mondros Mütârekesi’nden kısa bir zaman öncesinde, Âl-i Osman, Devlet-i Aliyye ordu’larının, ehl-i Salîb ile son muharebesi, bugünkü hudutlarımızın güneyinde, Suriye’nin kuzeyindeki saha’da cereyan etmişti. Ordumuzun Karargahı, bu günler’de sık sık adı zikredilen RACO’da idi. 

TARİH TEKERRÜR EDİYOR!... 

Takvimler 2018’in Ocak-Şubat ve Mart aylarını gösterdiğinde, yine Suriye topraklarında, kısmen Irak topraklarında, Hak ve bâtıl’ın, iman ile küfrün, tevhid ile şirk’in, hilâl ile haç’ın, Şürahbil ile Hirakl’in veled-i zinalarıyla, Hâlid İbn-i Velîd’in kardeşlerinin mücahade ile mücadelesine şâhid oluyoruz. 

Hiç kimse, bugünkü muharebe’yi hafife almasın! İslâm’ın, Tevhid’in son Ordusu, Asâkir-i Mansur-u Muhammedî’nin karşısında, öyle zannedildiği gibi, sekiz-on bin civarında terörist bir gürûh yoktur. 

Kahraman Ordumuzun icra ettiği harekât sırasında, teröristlerden temizlenen dağ, tepe, kasaba ve karye’lerde tespit edilen, sığınak, mevzî ve barınaklardaki tahkimât, Birinci ve İkinci Cihan Savaşları’nda bile, görülmemiştir. Ordumuza karşı kullandıkları, silah ve mühimmat, ne Suriye Devleti’nin ve ne de terörist’lerin ulaşabilecekleri-alabilecekleri silahlar değildir. 

Aziz Milletimiz, bağrından çıkan Kahraman Ordumuz, İslâm’ın, Tevhîd’in son ordusu, “el-küfr-ü Milletün Vâhidetün,” (küfür tek bir millettir,) fahvasınca bütün ehl-i Salîb milletlere karşı ve onların maşaları, topyekûn terör ordusuna, karşı harb’etmektedir. Rabbim, İnşâ Allah! Allah’ın kılıcı, “Seyfu’llâh!” Hâlid İbn-i Velîd’e ve Ordusuna ihsan buyurduğu, nusretini, zaferini, Kahraman Ordumuza da ihsan buyursun! Âmiiin, Âmiiiiin!... 

Not: Geçmişte, mu’cize ve kerâmetlerle sâbit olan ba’zı vak’a’lar, âhirzamanda, Teknik ve Teknoloji ile tahakkuk edecektir. Mûte harbinde mu’cize olarak Peygamberimizin elinde zuhur eden mu’cize, bugün Teknik ve Teknoloji sâyesinde bizim için alelâde bir husus haline gelmiştir. Cephede cereyan edenleri Evimizde, sıcağı sıcağına ve canlı olarak seyrediyoruz...