Hangi sanatın ne zaman keşfedilip ortaya çıkarıldığı kesin olarak bilinemez elbette. İnsanlığın var oluşundan buyana insanoğlu bir şekilde sanatla tanışmış ve ondan istifade etmiştir. O günün şartlarına göre, bilgisine göre evini, mabedini dizayn etmiştir. Sesini kullanmış ya da üfleyecek bir alet keşfetmiştir. Usulü, makamı düzensizde olsa şarkılar söylemiş, türküler, ağıtlar yakmıştır.
Resim, müzik, mimari, şiir, tiyatro ve tezyin sanatları bir birini takip ede gelmiştir. Günümüzde yapılan kazılar bize bunların ipuçlarını vermektedir.
Çok çeşitli medeniyetlerin kalıntıları olarak karşımıza çıkan eserlerin pek çoğu özellikleri itibariyle bizleri şaşırtmaktadır. Yapılan araştırmalar göstermiştir ki Türkler müzik aleti olarak bin beş yüzün üzerinde enstrüman kullanmıştır. Tiyatro geçmişi dört bin sene öncesine dayanmaktadır.
Şüphesiz bu konular çok uzun araştırmalar gerektiren hususlardır. Ancak bilinen gerçek şudur ki sanat milletlerin vazgeçilmez temel değerlerinden bir tanesi belki de en önemlisidir.
Sevincimizi, üzüntümüzü sanat vasıtasıyla ifade ederiz. Bazen bir şiir bazen bir şarkı, türkü bize teselli verir veya coşkunluğumuzu daha da arttırır.
Diğer önemli hususiyeti ise sanat bir terbiye vasıtasıdır da. Fark ettirmeden güzel örneklemelerle insanı daha da olgun, güzel, sakin kılar.
Sanat dili güzel kullanmayı, nezaketli olmayı, esprili olmayı davet eder. Bugün bile bazı ülkeler sanatları ve sanatkârlarıyla anılırlar. Ve hatta bu hususlarda örnek alındıklarına da şahit oluruz.
Mesela tiyatroda bir Shakespare olmak oyun yazarlarının pek çoğunun idealidir.
Bir Tolstoy bir Victor Hugo olmak roman yazarı için fevkalade önemlidir. Bu örnekleri çoğaltabiliriz.
Ülkemizde nedense kültür bakanlığı olmasına rağmen bu mana da bir gayret ne yazık ki yoktur.
Tiyatroda fevkaladeliği olan eserlerin yazılabilmesi sahnelenebilmesi için bir özendirme yoktur.
Hiç olmasa dünün büyük şairleriyle eş değerde birilerinin çıkabilmesine kapa aralama maalesef yoktur.
Müzikde, mimaride, resimde öyle. Hala on iki milyon nüfusu olan İstanbul’umuzda on iki tiyatromuzun olmadığı gibi.
Kitapçılarımız tiyatro eseri basmaz, şiir basmaz, dağıtımcı dağıtmaz devlet bu konulara sırtını dönmüş kaldırım döşemekle meşgul.
Ama yeri geldiğinde hemen şiire musîkıye müracaat edip bir şairden birkaç mısra okuyarak nutukların pekiştirirler.
Yani güzel sanatlar sıkıştıklarında kullandıkları asla vazgeçemedikleri metadır. Sadece işlerine geldiğinde ehemmiyet arz eder sanat. Şu halde işe yarıyor. Artması sanatın güçlenmesi konusu ise galiba biraz ürkütüyor birilerini.
Tabidir ki sanat düşünce mahsulüdür. Düşünen akleden kişidir sanatkâr. Buradan bakıldığında güzeli doğruyu, daha iyiyi arayış olduğuna göre birilerinin işine gelmez sanatkârların varlığı ve çokluğu. Zaten sanat adına liyakati olmasa da o işi görenler var. Onlar aynı zamanda halkın da gözünü dolduruyor, o şekilde bu şekilde gündemde.
Hoş, bu arada sanattan biz anlarız diyenlerde yok değil. O gibilere galiba Ziya Paşa’nın “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” demek gerek. Çünkü tiyatroda, konserde, sergide yani sanatın icra edildiği herhangi bir mekânda göründüğünü hatırlamıyorum. Veya bir sanat eserine destek verdiğini de işitmedim.
Bu gün elbette yüzlerce kişi bir şekilde sanatla meşgul oluyor. Ancak esasıyla değil.
Hani bir fıkra var. İki yazar bir yolculuk esnasında trende konuşuyorlar. Yazdıklarının okunmadığından şikâyet ediyorlar.
Biri “Az mı emek verdim onları yazmak için”
Diğeri de “Kolay mı onca zaman, gece-gündüz çalıştım çırpındım durdum.Maalesef okunmuyor” deyince.
Yanlarında oturan adamcağız, biraz da böbürlenerek.
“ Sizi bilmem ama benim oğlumun yazdıklarını herkes okuyor” deyivermiş. İkisi de şaşkınlıkla bakışıp sormuşlar senen oğlun kim ki ne yazıyor.
Adam gayet sakin
“Tabelacı” demiş.