SAİD NURSÎ’NİN ŞAKİRD’LERİNİN BEYÂNLARININ TAHLİLİ!... (3) 

Said Nursî’nin şakird’leri, üstad’larına, Nebîler, Resûller üstü, hâşâ! Allah’a mahsus, sıfatlar isnad etmektedirler. 

Şu söylediklerine bakınız, “Ve hiç tahsil yapmadan zevâhiri kurtarmak üzere üç aylık bir tahsil müddeti içinde, ulûm-u evvelîn ve âhirîn’e ve ledünniyât ve hakâik-i Eşya’ya ve esrâr-ı Kâinat’a ve hikmet-i İlâhiye’ye vâris kılınmıştır ki, şimdiye kadar böyle bir Mazhariyet-i Ulyâ’ya kimse nâil olmamıştır. Bu hârika-i İlmiye’nin eşi aslâ mesbûk değildir.” 

Bütün varlıkların sır’ların, yaratılanların gizli ve âşikâr bütün hikmetlerine vâkıf olmak, şimdiye kadar hiçbir kimse’nin aslâ nâil olmadığı (ulaşamadığı, yüksek mazhariyyete ve ilâhî hikmet’lere nâiliyyet bu ana kadar hiçbir kimsenin nâil olamadığı-ulaşamadığı ilmî mu’cizeler, tercüman-ı Nûr olan Said Nursî’nin, bu haliyle baştan başa Nâmus-u Mücesseme (bilindiği gibi Haz.Cibril-ü Emin’in en büyük vasfı, (Nâmus-u Ekber’dir.) Mu’cizevî cesâret, istiğnâ-i Mutlâk (hiçbir kimseye, hiçbir şeye muhtaç olmamak) Allah’ın Samed sıfatının tecellisidir ki, Allah’tan başka, sıfatı ne olursa olsun, hiçbir kimse böyle bir sıfatla muttasıf değildir. Mu’cizevî metânet ve Said Nursî’nin bizzat kendisinin varlığı’nın, bir Mu’cize-i Fıtrat, tecessüm etmiş bir inâyet mutlâk bir mevhibe (Allah vergisi)’dir. 

Hangi birisini tashih edelim, hangi birisini te’vile çalışalım. Öncelikle tebârüz ettirmek isteriz ki, mu’cize olmak, ya da elinde mu’cize zuhur etmek, yalnız ve yalnız, ancak ve ancak, (te’kid etmemin sebebi, gabî şakird’lere anlatabilme gayretimdendir.) Peygamber’lere has’tır. Peygamber’lerin kavimlerinden ve ümmet’lerinden, salih-velî kullarının elinde zuhur eden hâriku’l-âde şeylere, mu’cize denmez, kerâmet denilir. Farz-ı Muhal, Said Nursî Haz.Resûl-i Ekrem’in ümmetinden sâlih bir kul ve velidir. Farz-ı Muhâl elinde herhangi bir hârika (esbab’a tevessül ile normal şart’larda meydana gelmeyen bir şeyin zuhuru) zuhur etmiş olsa bile, buna mu’cize değil, kerâmet denilir. 

Lihikmetin, anasız-babasız, topraktan yarattığı, Haz.Âdem ile, yine lihikmetin, babasız yarattığı Haz.İsâ aleyhissselâm, Peygamber’lere bile mu’cize olarak yaratılmıştır, “birer mu’cize Peygamber’dir” denilmez. Peygamber’lerin ellerinde mu’cize’lerin zuhur etmiş olması, meselâ İsâ aleyhisselâm’ın henüz ana kucağında, beşiğinde “Bunun üzerine Meryem çocuğu gösterdi. Biz dediler beşikteki bir sabi ile nasıl konuşuruz?” (gelecekte Allah Resûlü olacak o çocuk, Allah’ın kendisine mu’cize olarak verdiği konuşma kabiliyeti ile dile geldi ve;) 

“Çocuk şöyle dedi; “Ben Allah’ın kuluyum. O, bana kitabı verdi ve beni Peygamber yaptı.” 

“Nerede olursam olayım, O beni mübârek kıldı; yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti.” 

“Beni annem’e saygılı kıldı; beni bedbaht bir zorba yapmadı.” 

“Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağım gün, selâmet (esenlik) banadır” 

“İşte hakkında şüphe ettikleri Meryem oğlu İsâ-hak söz olarak budur.” (Meryem 19) 29, 30, 31, 32, 33 ve 34) 

(Müfessirler yukarıdaki Meryem Sûresi’nin 34.âyet-i Kerimesine şu ma’nayı da vermişlerdir; İşte Meryem oğlu İsâ, (onun hakkındaki bu beyân), hak sözdür ki, onlar bunda şüpheye düşerler.” Metindeki ma’naya göre İsâ’nın hak söz olması, Allah’ın “kün-ol” emrinin eseri olmasındandır.) 

Hazret-i İsâ’nın insan eli değmemiş bir bâkire’den, babasız olarak doğması, beşikte iken konuşması başlı başına birer mu’cizedir. Fakat, Haz.İsâ’ya Mu’cize Peygamber denilmez. 

“Melekler demişlerdi ki; Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor. Adı Meryem oğlu İsâ’dır, Mesih’tir, dünya’da, âhirette i’tibarlı ve Allah’ın kendisine yakın kıldıklarındandır.” (Al-i İmran 3/45) (Mesîh, İbrânîce bir kelime olup aslı, “Meşîk”tir. Haz.İsâ’nın lakabı olup, “mübârek” anlamına gelmektedir.) 

“O, salihlerden olarak beşikte iken ve yetişkinlik halinde insan’lara (Peygamber sözleriyle) konuşacak.” (Âl-i İmran 2/46) 

“Meryem; Rabbim! dedi, bana bir erkek eli değmediği halde nasıl çocuğum olur? Allah şöyle buyurdu; İşte böyledir. Allah dilediğini yaratır. Bir işe hükmedince ona “Ol!” der, o da oluverir.” (Âl-i İmran 2/47) 

“Melekler Meryem’e hitâben, İsâ hakkında sözlerine devam ettiler; Allah ona yazmayı, hikmeti, Tevrat’ı, İncil’i öğretecek.” (Âl-i İmran 2/48) 

“O, İsrailoğullarına bir elçi olarak (ve onlara şöyle diyecek;) size Rabbinizden bir mu’cize getirdim; Size çamurdan bir kuş sureti yapar, ona üflerim ve Allah’ın izniyle o kuş oluverir. Yine Allah’ın izniyle körü ve alacalı’yı iyileştirir, ölüleri dirilttim. Ayrıca evlerinizde ne yiyip ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer insan kimseler iseniz, bunda sizin için bir ibret vardır.” (Âl-i İmran 2/49) 

“Allah nezdinde İsa’nın durumu, Adem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona “OL!” dedi ve oluverdi.” (Âl-i İmran 2/59) 

(Hazret-i Âdem’i topraktan, anasız ve babasız yaratan Allah, İsâ’yı da babasız olarak yaratmıştır. Yukarıda meâli geçen âyet, Allah’ın kudretinin sonsuzluğu yanında Hazret-i Meryem’in de iffetli olduğunun bir ifadesidir.) 

Hâriku’l-âde’ler, olağanüstü vak’a’lar, Peygamber’lere isnad olunduğunda mu’cize, Peygamber’lerin ümmetlerine ve kavimlerinden sâlih ve velî kullarına isnad edildiğinde kerâmet olarak vasıflandırılır. Fakat, Allah’a isnad edildiğinde, olağan-olağandışı, alelâde, fevkalâde söz konusu olmaz. 

“Bir şey yaratmak istediği zaman onun yaptığı “Ol” demekten ibarettir. Hemen oluverir.” (Yâsin 36/82) 

Durum böyle olduğuna göre, anasız-babasız topraktan yaratılan Haz.Âdem’in yaratılışı, babasız, iffeti ve namusu Allah tarafından te’minat altına alınmış bir bâkire’den, (Haz.Meryem’den) babasız olarak yaratılmış Haz.İsâ’nın yaratılışı mu’cize olarak vasıflandırılmazken, dünya’daki diğer insanlar gibi, bir erkeğin, bir kadınla birlikteliğinden doğmuş bulunan, Said Kürdî’nin yaratılışı niçin mu’cize olsun ki!... 

Şakird’ler, inanç birliği halinde oldukları Şîa gibi, eşsiz bir takiyye örneği vererek, aslında üstad’larının Peygamber olduğunu mu söylemeye çalışıyorlar? 

Risâle’lerinde, sık sık, “İhtar olundu ki,” diyerek tekrarladığı “Ve madem Risâle-i Nûr, Kur’ân-ı Mübîn nurunu ve hidayetini neşreden bir kitab-ı Mübîn’dir. 

Ve madem zâhiren ondan daha ileri o vazifeyi ağır şerâit altında yapanları görmüyoruz. 

Ve madem âyetler sâri hükümler gibi cüz’î bir ma’naya münhasır olamaz.” (Sikke-i Tasdikı Gaybî, Sözler 2004 Baskısı. s.54) 

“Risâle-i Nûr’un Fâtihası olan İşâretü’l-İcâz tefsirinin Fâtiha sûresiyle el-Bakara Sûresi’nin başına ait kısmı basmakla intişâr tarihi olan bin üçyüz otuzbeş veya altıya tevâfukla remzî bir perdeden baktığının bir emâresidir.” (Tasdikı Gaybî, Sözler, 2004 Baskısı s. 70) 

“Tenzîü’l-Kitap” cümlesinin sarîh bir ma’nası, asr-ı Saâdette vahiy suretiyle Kitab-ı Mübîn’in nüzulü olduğu gibi ma’nay-ı İşâresiyle de, her asırda o Kitab-ı Mübîn’in mertebe-i arşiyesinden ve mu’cize-i ma’neviyyesinden feyiz ve ilham tarîkıyle onun gizli hakîkatleri ve hakîkatlerinin bürhanları iniyor, nüzûl ediyor, diyerek şu asırda bir şâkirdini ve bir lem’asını cenah-ı himâyetine (esirgeme kanadına) ve dâire-i harimine bir hususî iltifat ile alıyor.” 

(Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, Sözler, 2004 Baskısı, s.82) 

Risâle’lerde yukarıdaki saçmalıklara benzer daha pek çok metin yer almaktadır. 

Risâle-i Nur’un doğrudan Kur’ân olduğu, Arş-ı Âlâ’dan indirildiği, “Nüzûl, Tenzîl, İnzal”, sadece Kur’ân’a izafe edilen kelimeler olduğu, başkaca hiçbir metinde asla kullanılmadığı, kullanılmayacağı açıkça ortada iken, risâle’lerde, sık sık, kullanılması, şakird’lerin üstad’larını Peygamber olarak gördüklerinin bir nişânesidir..