SAİD NURSÎ İÇİN ŞÂKİRD’LERİN BEYANLARININ TAHLİLİ!... (2) 

Bundan bir önceki seri’de verdiğimiz, âyet-i Kerime meâllerinden anlaşılan, görünmeyeni, bilinmeyeni (gaybı), yalnız, ancak ve ancak, Allah’ın bildiğini, yaratılanlardan hiç bir kimse’nin (Nebî’ler, velî’ler, melekler de dahil) şeklindedir. Bir-iki meâlde de Peygamber’lerin dilinden, Rabbimiz, kıssa buyurur ki, o Peygamber’ler kavimlerine tebliğ sırasında, “Yeryüzünün hazineleri benim elimin altındadır,” demiyorum, ben meleğim de demiyorum, aslâ gaybı da bilmem,” diyorlardı. 

“Sana kıyâmeti, ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki; Onun ilmi ancak Rabbi’min katındadır. Onun vaktini O’ndan başkası açıklayamaz. O göklere de yere de ağır gelmiştir. O size ansızın gelecektir. Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki; Onun bilgisi ancak Allah’ın katındadır, ama insanların çoğu bilmezler.” (Âraf 7/187) 

“De ki; “Ben Allah’ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.” (Âraf 7/188) 

Kıyâmet’in vukuu ile alakalı olarak Kur’ân-ı Kerim’de çok âyet vardır. En sarih âyet’lerden birisi de şüphesiz bu âyet-i Kerime’dir. “Sanki sen kıyâmetin vuk’u vaktini biliyormuşsun,” gibi sana soruyorlar. Oysaki kıyâmetin vuku’u vakti yalnız, ancak ve ancak, Allah’ın katındadır.

Bu serî’nin ilerleyen bölümlerinde tafsilatıyla anlatılacağı üzere, Said Nursî, risâlelerinde, kendisinin, “İşârat-ı Riyâziye, Ebcedî, Cifrî” dediği, aslında kadîm bir Yahûdî’lik öğretisi olan “Hurûfî’lik” usûl ve hisaplarını kullanarak, gaybı bildiği iddiasında olup, geleceğe aid bilgiler vermekte, tesbitler yapmaktadır. Bu cümleden olmak üzere, hâşâ! ba’zı âyet’lerinin harf sayısı ve bu harflere yüklediği rakamsal değerlerle, kıyâmete bile takvim yapmaktadır. Ve kıyâmet’in Hicrî, 1440’vuku bulacağını iddia etmektedir. 

Gaybı, yalnız, ancak ve ancak, Allah bildiğine ve Allah’tan başka ins-ü cin’den ve melekler’den hiçbir kimse bilemeyeceğine göre, Buhârî, Müslim gibi sahih hadis külliyatında ve diğer hadis kitaplarında, Sevgili Peygamber’imizin âhirzaman fitnesi olarak, zaman ve mekân belirtmeden, zuhur edeceğini haber verdiği vukuatı nasıl te’lif edeceğiz? 

“Allah, mü’minleri (şu) bulunduğunuz durumda bırakacak değildir, sonunda murdarı temizden ayıracaktır. Bununla beraber Allah, size gaybı da bildirecek değildir. Fakat Allah, Resûllerinden dilediğini ayırdeder. O halde Allah’a ve Peygamber’lerine iman edin. Eğer iman eder, takvâ sahibi olursanız sizin için de çok büyük bir ecir vardır.” (Âl-i İmran 3/179) 

(Tefsir’lerde bu âyet-i Kerime’nin “Ey Muhammed! Bize kimlerin iman edip kimlerin etmediğini bildir” diyen kâfirlere cevap teşkil ettiği belirtilmektedir.) 

“O, (Gaybı), bütün görülmeyenleri bilir. Sırlarına kimseyi muttalî kılmaz.” “Ancak, (bildirmeyi) dilediği Peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar.” “Ki böylece onların (Peygamber’lerin), Rab’lerinin gönderdiklerini hakkıyla tebliğ ettiklerini bilsin. (Allah) onların nezdinde olup bitenleri çepeçevre kuşatmış ve her şeyi bir bir saymıştır. (kaydetmiştir). (Cin 72/26, 27, 28) 

“Gaybı ancak ve ancak Allah bilir, gayb’e, sırlarına hiçbir kimseyi muttalî kılmaz,” buyurduktan sonra, istisna gelir, “Ancak (bildirmeyi) dilediği Peygamber bu umûmû kuralın dışındadır. “Allah razı olduğu Peygamber’ine bu “gab”leri muttalî kılar. O Peygamber de mu’cize olarak o ba’zı gayb’lerden haber verir. “Resûl” kelimesi hem müfred (tekil) hem de tenvinli olduğu için, ba’zı gaybî bilgiler, çok azîm-ulu, şanı yüce bir Peygamber’e bildirilir, demektir. Eğer, bütün Peygamber’lere bildirilmiş olsaydı, “Rüsûl” cemî (çoğul) olarak gelirdi.  

Allah’ın bildirmesiyle, şanı Yüce Peygamber’in mu’cize olarak herhangi bir gaybı bildirmesi, o gaybı gayb olmaktan çıkarmaz, Allah’tan başkasının da, gaybı bildiği iddia edilemez. 

Peygamber’lerin elinde zuhur eden, Allah’ın izhâr buyurduğu, hâriku’l-âde (yaratılanların hiçbirisinin, eshaba tevessül ile asla muktedir olmadıkları, ellerinden gelmeyen, olağanüstü şeylere, mu’cize denilir. Aynı şeyler, hârikul-âde’ler, Peygamber olmadıkları halde, Peygamber’lerin, salih ve velî ümmetlerinin elinde zuhur ederse buna da kerâmet denilir. 

Allah Celle Celâlûhü, velî kullarından birisine, gaybî bir bilgiyi keramet olarak bildirir, o velî kul da herhangi bir gayba ait herhangi bir bilgiyi haber verebilir. Bu bir istisnâî durumdur, aslâ Allah’ın veli kulları bütün gaybî bilgilere muttalî’dir denilemez. 

Said Nursî’nin şâkird’leri, üstad’larının henüz daha sabavet halinde iken, “Ulûmu”l-Evvelîn ve’l-Âhirîn” vâkıf olduğunu söylerlerken, tıpkı, Şîâ’nın İmamiye Fırkası’nın iddia ettiği gibi, üstad’larının, kayıtsız, şartsız, dünya’nın yaratılmasından i’tibâren, kıyâmete kadar her ne ki var olan, şühûdî (görünen) ve gaybî (görünmeyen-bilinmeyen) bilgilere sâhip olduğunu iddia etmektedirler ki, böyle bir sıfat, Allah’ın seçtiği ve ba’zı gaybî bilgilere muttalî kıldığı, nebî’lerin-resûllerin dahî muttasıf olmadıkları, yalnız ve ancak, Allah’a mahsus bir sıfattır. 

Bundan bir önceki Serî’de, Yüce Meâlini verdiğimiz, Lokman Sûresi, (31-34) âyet-i Kerime’sinde, te’kid ile, “Kıyâmet vaktiyle alakalı bilgi’nin yalnız ve yalnız Allah’ın katında olduğu, yağmurun ne zaman nereye yağacağını, rahimlere düşünlerin cinsiyet bilgisi, yarın (gelecek zamanda) ne yapacaklarını ve nerede öleceklerini, “Allah’tan başka kimse bilmez. Allah bu bilgileri nebîler ve velî’ler de dahil, hiçbir kimseye muttalî kılmaz, buyrulduğu halde, Said Nursî’nin şâkird’leri, “üstad’larının ölüm zamanı’nı ve yerini önceden bildiği için, özellikle Şanlıurfa’ya gitti ve orada öldü,” diyorlar. 

Kur’ân-ı Kerim’de yukarıda meâlini verdiğimiz, “Mugayyebât-i Hamse” âyetinden başka, “Allah’ın huzuruna çıkmayı yalanlayanlar gerçekten ziyana uğramıştır. Nihâyet onlara kıyâmet vakti ansızın gelip çatınca.” (En’am 6/31) 

“Sana kıyâmeti, ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki; Onun ilmi ancak Rabbi’nin katındadır. Onun vaktini O’ndan başkası açıklayamaz. O göklere de yere de ağır gelmiştir. O size ansızın gelecektir. Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki; onun bilgisi Allah’ın katındadır, ama insanların çoğu bilmezler.” (A’raf 7/187) 

“Allah tarafından kuşatıcı bir felâket gelmesi veya farkında olmadan kıyâmetin ansızın kopması karşısında kendilerini emin mi gördüler.” (Yûsuf 12/107). 

“Kıyâmet günü mutlakâ gelecektir. Herkes peşine koştuğu şeyin karşılığını bulsun diye neredeyse onu (kendimden) gizleyeceğim.” (Tâhâ 20615). 

“İnsanlar sana kıyâmetin zamanını soruyorlar. De ki; Onun bilgisi Allah katındadır. Ne bilirsin belki de zamanı yakındır.” (Ahzâb 33/63). 

“Kıyâmet gününün bilgisi, O’na havale edilir.” (Fussilet 41/47)

“Sana kıyâmeti sorarlar, gelip çatması ne zamandır? (derler). Sen onu nereden bilip bildireceksin? Onun nihâî ilmi yalnız Rabbi’ne aittir. Sen ancak ondan korkanları uyarırsın. Kıyâmet gününü gördüklerinde (dünya’da) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kaldıklarını sanırlar.” (Nâzi’ât 79/42,43,44,45 ve 46)... 

Görüldüğü üzere, Rabbimiz, Peygamber’imiz salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimize, habire sana soruyorlar ve soracaklar da, “Kıyâmetin vakti ne zamandır, kıyâmet ne zaman kopacaktır? Sanki sen biliyormuşsun, gibi... Oysaki kıyâmetin ilmi yalnız, ancak ve ancak, Allah’ın katındadır. Hattâ öylesine ki, öyle Allah’ın katındadır ki, Allah, neredeyse kıyâmetin ilmini ben kendi zâtımdan bile gizleyeceğim,” buyuruyor. 

Öyle anlaşılıyor ki, Said Nursî, tıpkı, Şîa imamları gibi bu âyet-i Kerime’leri dikkate almıyor, hâşâ! onaylamadığı için bunları “Nâs” kabul etmiyor. Kıyâmet vakti için takvim veriyor. 

Ey Şâkird’ler! Elinizi ayağınızı öpeyim, kıyâmete vakit biçmek takvim vermek, âyet’lere (Kitaba) hadislere (sünnete) İcmâ-i Ümmete, (Cumhur-u Ehl-i Sünnete) aykırı değil mi?!... (Devam edeceğiz.)