İslâm ülkelerinde yaygın olan mahyanın ne zaman ve nerede başladığı açıkça bilinmiyor.
İstanbul’da, dolayısıyla Türkiye’de ilk mahyanın 1617’de Sultanahmet camiinde kurulduğunu bildiren kesin belgeler vardır,
Mübarek gün ve gecelerde, gece boyu açık kalan camilerin kandillerle donatılması geleneği İslâmiyet’in ilk asırlarına kadar uzanmaktadır
Osmanlılar’ın ilk mahyayı ne zaman kurdukları bilinmemektedir.
Ancak 1578’de İstanbul’a gelen Alman seyyahı Schweigger’in seyahatnâmesinde yer alan bir tasvirde minareler arasındaki bir mahya açıkça görülmektedir
II. Selim’in mübarek gecelerde camilerin kandillerle süslenip aydınlatılmasını istemesi ve III. Murad’ın anılan tezkiresi Schweigger’in çizimiyle birlikte ele alındığında cami ve minareleri kandillerle donatmanın mahya şeklinde de olabileceği ihtimali akla gelmektedir.
Buna göre I. Ahmed zamanında minareler arasına ilk mahyayı kurduğu rivayet edilen Fâtih Camii müezzinlerinden Hattat Hâfız Ahmed Kefevî’den önce de bu iş için uygun olan Sultan Ahmed Camii’ne ibadete açıldığı ilk günlerden beri mahya kurulduğu düşünülebilir.
Selâtin camileri genellikle iki minareli olduğundan mahya için uygundular. Ancak aralarında Eyüp Camii gibi minareleri çok kısa olanlar da vardı.
Bunlar daha sonra mahya kurulacak hâle getirilmiştir.
Mahyacı, saraydan gönderilen incilerle yeşil veya kırmızı atlas üzerine kuracağı mahyanın küçük bir örneğini çizer, bu örnek beğenilirse kendisine iade edilip aynı şekilde kurması istenirdi.
Mahyanın önce kareli bir kâğıt üzerinde iki minare arasına gerilecek ipi temsil eden yatay bir doğrunun altına istenilen yazı yazılarak veya tasvir yapılarak bir modeli hazırlanır, bu model üzerinde kandillerin asılacağı noktalar ve bu noktalardan sarkıtılacak uçlarında kandil bulunan düşey iplerin boyu belirlenirdi.
Mahyanın kurulması sırasında taşıyıcı ip minareler arasına gerildikten sonra birbirine olan mesafeleri ve uzunlukları önceden belirlenen ve bir uçlarına bir makara, diğer uçlarına kandil bağlanan düşey ipler uzun bir ipe tesbit edilerek taşıyıcıya bindirilir ve uzun ipin ucu diğer minaredeki bir makaradan geçirilip çekilmek suretiyle gerginleştirilirdi.
Bu düzene göre hareket ettirilen kandillerin yağı her akşam tazelenir ve ortalama 5 okka zeytinyağı tüketilirdi.
Osmanlı döneminin sonlarında elektrik ampulleriyle de mahya yapılmış, fakat hem eski sanatı yaşatmak amacıyla hem de yağ kandili kullanılanlar kadar güzel olmadığı gerekçesiyle bundan vazgeçilmiştir; günümüzde ise tamamı elektrik ampulleriyle yapılmaktadır.
İstanbul camilerinde kurulan mahyalarda daha ziyade Feth sûresinin ilk âyeti, “mâşallah, tebârekellah, bismillâh, leyle-i Kadir, hoş geldin yâ ramazan, on bir ayın sultanı” ve ramazanın son günlerinde “el-firâk” veya “elveda” gibi yazılar yer alırdı.
Mahya için en uygun yazı türü sülüstü; resim olarak da tek veya çift boru çiçeği, gül, fulya, kız kulesi, kayık, vapur, köşk, fıskıye, köprü, cami, top arabası, tramvay, ayyıldız ve ortadaki bir yıldıza bakan çifte ay gibi motifler kullanılırdı. Hekimoğlu Ali Paşa ve Dâvud Paşa camileri gibi tek minareli büyük camilerde ise bazan şerefe ile kubbe alemi arasına gerilen iplerle hafif eğimli mahyalar yapılırdı.
Bu tür mahyalarda mesafe kısa olduğundan ancak “yâ ganî, yâ Ali” gibi yazılara yer verilirdi.
Bu sabit mahyalardan başka hareketli olanlar da vardı.
Bunlar arasında en çok ilgi çekeni, Sultan Abdülaziz zamanında yaşayan ve mahyacılığı bir sanat haline getiren Süleymaniye Camii’nin ünlü mahyacısı Abdüllatif Efendi’nin kurduğu üç panodan oluşan mahya idi.
Bu panolardan Unkapanı Köprüsü ile Azapkapı Camii’nin resmedildiği ortadaki sabit, arabaların yer aldığı üst ve balıklarla kayıkların yer aldığı alt panolar hareketli idi.
Bunların ileri-geri hareket ettirilmesi mahyaya canlılık verir, seyri hoş bir görüntü oluştururdu.
Bazı büyük camilerde içte kubbenin ön tarafına, mihrabın üst kısmına da mahya kurulur ve buna “iç mahya” tabir edilirdi.
İstanbul’dan başka Edirne ve Bursa’da da mahya geleneği yaşatılırdı.
Edirne’de Beyazıt, Üç Şerefeli ve Selimiye camilerinin minarelerine mahya kurulur, tek minareli camilerin minareleri ise külâhından küpüne kadar yukarıdan aşağıya kandillerle donatılarak buna “kaftan giydirme” denilirdi; şehrin Bulgarlar’dan geri alındığı günlerde Selimiye Camii’nin dört minaresine de kaftan giydirilmişti.
Bazan İstanbul’daki selâtin camilerinin minareleri de bu şekilde süslenirdi.
Mahyalar yalnız mübarek gecelerde ve ramazan ayında kurulmazdı.
Meselâ Sultan Abdülaziz Avrupa seyahatinden döndüğünde, Hidiv İsmâil Paşa, İran şahı ve Atatürk İstanbul’a geldiğinde hoş geldin mahyaları ve ayrıca I. Dünya Savaşı yıllarında, “Hilâliahmer’i unutma, hubbü’l-vatan mine’l-îman, muhacirlere yardım, muhâcirîni unutma”; İstiklâl Savaşı’ndan sonra, “Yaşasın istiklâliyet, tayyareyi unutma, yaşasın gazimiz, yaşasın mîsâk-ı millî, eytâma yardım, hâkimiyet milletindir”; harf inkılâbından sonra Latin harfleriyle, “İsraftan sakın, tayyareye yardım, yetimleri unutma, yerli malı al, himâye-i etfâle yardım, içki aile düşmanıdır, kumar insanı mahveder” gibi yazıların yer aldığı mahyalar kurulmuştur.
Mahyacılık genellikle babadan oğula intikal eden bir meslektir.
Ancak Osmanlı döneminde mahyacı olabilmek için adayların Şûrâ-yı Evkaf’ta mahyacılar ve şehrin ileri gelenlerinden bir jüri önünde meslekte yeterli bilgiye sahip bulunduklarını ispatlamaları gerekiyordu.
Mahyacılar, daha çok ramazan ayında bir ay çalışıp yılın geri kalan kısmını çırak yetiştirerek geçirirlerdi;
iki minareli camilerde kurulan mahya, genellikle büyük şehirlerde tutundu. Osmanlı devletinde iki veya daha fazla minareli camileri (selatin camileri) yalnız sultanlar yaptırabilirdi.
Sadrazamlar, vezirler, devlet ilerigelenleri, zenginler tek minareli camiler yaptırırlardı.
Mahya geleneği, daha çok Anadolu Türkleri arasında yayıldı, tutundu.
Mahya kurma, zamanla ayrı bir sanat niteliği kazandı.
Bu alanda birçok ünlü mahyacı ve mahya ustası yetişti.
Süleymaniye, Sultanahmet, Yenicami, Ayasofya, Fatih ve Şehzadebaşı camilerinde kurulan mahyalar zamana göre bu geleneğin en güzel, en başarılı eserleri sayılırdı.
Bazı büyük camilerin, özel olarak bu işle uğraşan ustaları vardı.
Önceleri mum ve yağ fenerleriyle kurulan mahyalar, camilerin elektrikle aydınlatılmaya başlanması üstüne özellikle renkli ampullerle ve yeni yazılarla düzenlendi.
Eskiden çok güç bir iş olan mahyacılık kolaylaştı, bir usta işi, özel bir sanat olmaktan çıktı.
Bugün de, özellikle ramazan ayında mahya kurma geleneği sürdürülmektedir.
Ramazanın başlamasıyla birlikte gökyüzü kandillerle süslenirdi. Bütün İstanbul başlı başına bir görsel ziyafete tanıklık ederdi.
Mahya ve mahyacılık Osmanlıya mahsus bir gelenektir ve bu gelenek günümüzde halen bizde devam etmektedir.
Mahya, Osmanlının hayata ve ibadetlere nasıl bir estetik katma endişesi yaşadığının bir göstergesidir. Ayrıca girdiğimiz her yere nasıl İslam ve Türk kültürü damgasını vurduğumuzun açık kanıtıdır.
Mahyalar Ramazan ayının geldiğini müjdeler.
Osmanlı döneminden günümüze uzanan mahyalar gelişen teknolojiden faydalanarak üretilse bile özüne saygısını ve sadakatini yitirmemiştir.
İlk zamanlarda yağ kandilleri ile yapılan mahyalar, zamanla yerini ampul ile yapılan mahyalara bırakmıştır.
Mahyalar verdikleri mesajla bizlere Ramazan sıcaklığını ve neşesini yaşatmakla birlikte mesajların içerikleriyle de insanları güzel davranışlara yönlendirmektedir.
Mahya geleneğinin yaşatılmasında emeği geçen mahya ustalarına teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Hoşça kalınız.