Bir devlet düşünün ki, Dışişleri Bakanı ve birçok dış temsilcilikleri yetkilileri yani Büyükelçileri devletinin ve  temsil ettiği milletinin dilini bilmiyor.

Bir devlet düşünün ki, Dışişleri Bakanı ve birçok dış temsilcilikleri yetkilileri yani Büyükelçileri devletinin ve  temsil ettiği milletinin dilini bilmiyor. Bu devlet hangisi derseniz hemen söyleyelim;  bu devlet Muhteşem Osmanlı Devleti dersek yanlış söylememiş oluruz kanaatindeyim, II. Abdülhamit döneminin başbakanlarından Sadrazam Tunuslu Hayrettin Paşa doğru dürüst Türkçe bilmiyordu. Büyükelçilerin çoğunluğu Gayri Müslim kökenli olanlardandı. Birçoğu Türkçe bilmezdi hatta konuşmazdı.  Dahası 1913 yılında Dış İşleri Bakanı Gabriel Nordakyan Paşa’da Gayri Müslüm idi ve daha sonra Fransa’ya kaçmıştı. Cemal Süreyya Aydemir Enver Paşa adlı eserinde bu konuyu gayet açık bir şekilde açıklıyor.

“Eli ayağı kapitülasyon kayıtları, yabancı imtiyazlar ağı ile bağlanmış, maliyesinin en gelirli kaynaklarının verimi, yabancı borçlar karşılığında yabancı ellere teslim edilmiş, kendisi fiilen iflâs halinde olan maliyesi, asker ve memurlarının maaşını bile muntazam ödeyemeyen bir devletin, milletlerarası ilişkilerde hak eşitliğinden, o devlette haysiyetli bir dış politikadan ve bunu yürütecek itibarlı, özgür bir kadrodan söz edilebilir mi?

Kaldı ki bu dış münasebetlerde geçerli söz hakkı, elbette ki her devletin iktisadî, siyasî ve en önemlisi askerî gücüne dayanacaktı. Fakat; bir devlet ki, kâğıt üstünde bir imparatorluktur. iktisaden bir yarı sömürgedir. Siyaseten, özgür bir siyaset güdecek güçte değildir. Askerî gücünü, yani ordu ve donanmasını, bu devletin padişahı, isteyerek çökertmiştir. Zaten mülkünün yarısı asker vermez, vergi ödemez. iki yabancı sarrafın şüpheli alacakları için, toprakları işgal edilebilir. Hükümdarının bütün gayreti ise yalnız günü gün etmek, bunun için de her gün her isteyene biraz daha bir şeyler bağışlamaktır. O devlet, elbette ki hariciyesini de kâğıt üzerinde işletecektir. Kaldı ki, kadrosu içinde bazı istidatlı insanlar olsa bile bu hariciye, aslında kozmopolittir de. Düşünelim ki, dış temsilciliklerinin en önemlisi olan Londra sefaretinde, sefir, Türkçe bilmez! Kadro Türkçe konuşamaz! Sefaret, İstanbul’a Fransızca muhabere eder. Hariciye Nezareti’nde bütün muhabereleri elinde toplayan, bir Ermeni’dir. Böyle bir düzen, kozmopolit, yani milli olmayan, mütecanis olmayan bir nizam değildir? Hariciye nazırlarına gelince? O devirde hariciye nazırlar, çok defa yabancı sefirlerle değil, bu sefaretlerin ancak kâtip veya tercümanları, yani üçüncü sınıf insanları ile karşılaşabiliyorlardı.

Kaldı ki sadrazam bile bir gün ve başı sıkılınca, ancak bir yabancı sefarete sığınmakla kendini kurtarabileceğini biliyordu. Meselâ sadrazam Sait Paşa olayında olduğu gibi... Sait Paşa’da yabancı elçiliğe sığınarak canını kurtarmıştı. Çok acı!.. Hem de çok acı!.. Evet, gerçi sahnede elbette birtakım sefirler, sefaretler, hariciye nazırları görülüyordu. Elbette bir hariciye nezareti de vardı. Ama nasıl? Haydi bunu da Abdülhamit devrinde hariciye mesleğine girmiş, merkezde, sefaretlerde ve sefirlik mevkilerinde bulunmuş, bu konuda söz söylemeye yetkili bir hariciyecinin kaleminden öğrenelim. Ve o bize, Hariciye Nezareti ile, meselâ o devirde devletin en önemli dış örgütü olan Londra Sefareti’nin halini anlatsın:

‘’Siyasî hayatımın başlangıcı, maalesef Osmanlı Devleti’nin, inkıraz ve uçuruma doğru-süratle yol aldığı çöküş ve fetret (başıboşluk- karışıklık) devrine rastlar. Bunun için, bu eserde kabataslak çizdiğim tablolar, o zamanın verimsiz, bedbaht mahsullerinin tasviri oldukları için, karanlıktır. 1896'da Galatasaray Sultanisi’ni bitirerek, Hariciye Nezareti, Tahriratı Hariciye Kalem’ine girdim. Her kalemde yüzlerce efendi kayıtlı idi. Ama içlerinde işlerine devam edenler pek azdı. Zaten gelseler, bunları kalem odalarına sığdırmak da kabil olmazdı. Pek mahdut sayıda devam edenler de ancak öğleden sonraları gelirlerdi.Tahriratı Hariciye Kalemi Müdürü bir Ermeni’ydi. Ve kalemdeki memurların, bir şeyler öğrenmelerine engel olmak için elinden geleni yapardı. Türk memur yetiştirmek istemezdi. Bize âdeta vazife vermezdi. Ama ben nihayet, kalemde mümeyyiz (kalem şefi) olabildim. 1901 yılında da Londra Sefareti ’ne memur edildim. Hariciye Nazırı Tevfik Paşa idi. Ama o vakit nazırlar, resmi daire ile konaklarının dışında hiç kimseyle temas edemezlerdi.

Londra'ya gittim. Londra'da sefirimiz, Müsürüs Paşa isminde bir Rum’du. Bunun babası Müsürüs Paşa da daha önce Londra'da sefirimizmiş. Fakat bizim sefirimiz, yalnız Rum olmakla kalmıyordu. Fazla olarak Türkçe de bilmiyordu. Etrafındaki memurlar arasında da Türkçe bilen kimse yoktu. Gerçi Abdülhak Hamit, Sefaret Müsteşarı sayılırdı. Ama sefarete uğramazdı. O, buraya Abdülhamit tarafından, İstanbul’dan uzaklaşsın diye, sanki ikamete memur (siyasî sürgün) olarak gönderilmişti. Hamit'in oğlu da ikinci kâtip olarak sefarette memurdu. Fakat o da dışarılarda büyüdüğü için, Türkçesi çok kıttı. Tueni Bey adında bir ikinci kâtip daha vardı ki hem Türkçe bilmezdi hem de amatör memurdu. Tueni bey, bir Suriyeli idi. Onu buraya Abdülhamit sarayının en şerir adamı olan Arap İzzet Paşa tayin ettirmişti. Tek kelime Türkçe bilmezdi. Mevsim kuşları gibi, senede bir defa görünür, sonra kaybolurdu.

Tueni Bey, keyf ehli bir adamdı. Lüks eğlence yerlerinde dolaşır, nelerle uğraştığı bilinmez, sefarete uğramazdı ama, avuç dolusu para sarfederdi. Kala kala bir üçüncü kâtip Danyal Bey kalıyordu. Danyal Bey de Moda koyunda, spor meraklısı zengin lavantenler arasında büyümüştü. Gayet çetrefil bir Türkçe konuşuyordu. Kıyafeti de bir tuhaftı. Yani, yaradılışındaki tuhaflık, kıyafetinde de görünüyordu.

Hulâsa bir de kelimenin tam manasıyla züppe ve tek kelime Türkçe bilmeyen, M. Jolivard isminde tercümanımız vardı. Fransız çapkınlarının Dandy'lerin bağladıkları Lavalier kravatı ve kalın, siyah bir şeride bağlı olarak hiçgözünden düşmeyen tek gözlüğü ile, gece gündüz sarhoşgezer, âlemin dikkatini üstüne çeker, herkes onunla alay ederdi. Sefarethanenin kadrosunu tamamlamak için Recai Efendi’yi unutmamak gerekir. Recai Efendi, sefarethanenin imamı idi. Sivri bir sakalı vardı. Fevkalâde şıktı. Londra'nın en büyük terzisi Pool’dan giyinirdi. Başından silindir şapkayı eksik etmezdi.’’

İşte o kadar titiz olan Abdülhamit'i ve Osmanlı Devleti’ni, o zamanki dünyanın en büyük merkezinde, yani Londra'da temsil eden hariciye örgütü, yani Londra Sefareti buydu. Onun için, Sefir Müsürüs Paşa’nın, bu hatıralar sahibini ilk karşısında görünce onu hem heyecan hem telâşla ve Fransızca olarak:

‘’Türkçe bilir misiniz? Türkçe okur yazar mısınız?’’soruları ile karşılaşması, müspet cevap alınca da ellerini ovuşturarak geniş bir nefes alıp ferahlaması, elbette yadırganmaz.

Hatıra sahibinin, sefaretin binasını ve iç ahvalini anlatan parçalarını ise, hiç almamak daha iyi olur. Hatıra sahibine göre burası sefaret değil, bir eskici dükkânıydı! Sefaret, hiçbir kabul tertipleyemezdi. Ama sefir, hiçbir daveti kaçırmazdı! Koşarak giderdi. Çünkü Sefir Müsürüs Paşa, zengin bir pintiydi.          

Gerçi günün birinde sefir değiştirilir. Yerine, Rıfat Bey (Rıfat Paşa. Daha sonra Hariciye Nazırı) gelir. Rıfat Paşa hemen sefaret binasını terk ederek lüks bir binaya çıkar. Orasını en pahalı eşyalarla döşer. Alabildiğine davetler verir. Sefaretin ihtişamı dillere destan olur. Ama bu sefirin de karısı Rus’tur. Zengin, asil bir Rus generalinin kızıdır. Bu general ise, Rus çarının yaveridir. Sefarete hâkim olan artık bu kadındır. Kesenin ağzı da ondadır. Ve Türk Sefareti’nin masrafı, Çarlık Rusya’sından gelir. Rıfat Paşa, daha sonra Hariciye Nazırı olduğu zaman da Nazırın karısı, o Rus generalinin kızıydı...” 

Kısacası: Tarihte alınan dersler sonucu olsa gerek, bugün Türkiye Cumhuriyeti Dış politikada milli kimliği korumada başarıları devam ettirmektedir.